Friday, July 31, 2009

Gun 42: Ev Ahalisi Tamamlandi

Dun geceki "encounter with the Raccoon"dan sonra Seda'larin bugun gelmesi iyi oldu. Dun aksam kediyi de bahcede birakmis, sonra da acaba rakun ile aralarinda bir sorun cikar mi diye de endiselenmistim.

Bizim gunumuz cogunlukla evde, biraz da bahcede gecti bugun. Sicak, uyku kovalamacalari, derken babayla bir kitap paylasamaz duruma geldik. Bu gunun komik hikayesi oldu. Mahmut bir kitap almis, ben bakmamistim nasil bir sey olduguna. 1996 yilinda Everest'te olen dagcilarla ilgili, giden bir yazar anlatmis hikayeyi. Tesaduf, Seda'larda National Geographic'ten cikma, bu kez olen iki dagcinin iyi arkadasi Seattle-based, Amerikali dagcinin fotograf albumunu gorunce, ben de okumaya basladim. Ed Viesturs de 1996'da Everest'te imis, olumlerinden uc gun sonra zirveye cikmis, o gunleri de anlatiyor. Okurken okurken daha cok ilgimi cekti, bu kez Mahmut'un kitabini merak eder oldum. O okumazken, ben de elime alayim dedim, hadiii, paylasamaz olduk. "Maydanoz oldum". Mahmut elimden aldi,ve aksam itibariyle sevgili kocacim nereye koydugunu hatirlamadigindan, kurk gitti, kavga bitti!

Neyse ilginc bir hikaye, okuyacagim. Bu kez de tesaduf, Seattle'dayiz. Hem Ed Visteur burali, hem de diger kitabi yazan gazeteci.

Iste boyle bir halde iken, biraz da Nehir'in 8 saate bir bir bucuk saat suren ilacini yapma isimizden, parka gidisimiz saat altibucugu buldu, ve ogle uykusu uyumamis Nehir arabada uyuyakaldi, ve parkta da uyumaya devam etti. En azindan temiz hava aldi dedik, ve Leyla scooter'a binerken biz de babayla basketbol calistik, ben calistim yani. Aaah ah, nerede 13luk atislar, anlasilan RMH'deki pota az da olsa kisa! Olsun, egleniyoruz.

Dondukten sonra, baba ev hanesini almaya havaalanina gitti. Uzun bir yolculuktan saatten sonra, bence hic fena olmayan bir durumda girdiler, herkes bir seyler atistirdi ve simdi uyuyorlar. TR'den aile haberlerini yarin alacagiz demektir.

Bende renkler henuz gri, beyaz, maviden baska olmuyor. Ilginc, siyah da hic olmadi ama. Pastel.

Nazli (hanim'i atacakmisim, atiyorum, attim) cok sirin, hem buraya yazmis hem de beni gulumseten bir e-mail atmis. Aydacim sana da tesekkur ederim. Tatile senin kolyenle geldim! Minik kirmizi tasi, dort yaprak yoncasi, turuncusu ve incisiyle, aslinda beni renklendirdi. Bakmak hosuma gidiyor. Rakun fotosu zor, zira ben donakaldim o anda! Simdi dusunuyorum da kucukken izledigimiz o belgeseller hic degilse "Bu bir rakun" cumlesine yaradi, TRT sagolsun.

Thursday, July 30, 2009

Gun 41: M A S A L L A H



Bu sabah Houston saatiyle alti, burada 4 AM, Nehir uyandi, kalktik, Leyla'ya baktik, baba bu kez kanapede uyumus...Nehir babasiyla ablasini uyur gorunce neyse, yatalim dedi...bu kez saat burada 7 olmustu, uyandik.

Dinlenmis.

Kahvaltidan sonra, Whole Foods'a ziyaretimizi yapip, eve donduk. Aksam bes bucuktu, sicak azalmistir deyip, yakinda bir parka gittik. Sicakti hala. Houston'daki nem yoktu ama derece ayni idi. Saka gibi, o kadar mil, uc, ayni sicakliga tosla! Yine de cocuklarin hosuna gitti. Nehir bir yildan sonra kum bulunca, kumda oynadi. Leyla tirmandi durdu ve scooter'a bindi. En son baska iki cocuk birbirlerine kum atip da Nehir'e de gelince, bizim kalk borusu calmis oldu.

Eve geldigimizde artik her saatle gec olmustu. Ama anlasilan uyum sagladik, ve Nehir buranin saatiyle uyudu.

Seda'larin bahcedeki kedileri geldigimizden beri ortalikta yoktu, sabah yemek koyunca aksam geldi. Derken, simdi ne goreyim bir rakun, kedinin yemegine gelmis, gozgoze geldik, ikimiz de kipirdamadik, ben iceride o disarida, ben "Mahmuut, cabuk gel, bu rakun mu?" diye "ses"lendim. Hay su Amerika'nin dogal hayati...zaten "hay bin kunduz" lafindan ogrenmis olmaliydim cocukken!!! Aynen, hay bin kunduz, bu da nereden cikti simdi, dedikten sonra kedinin kalan yemegini iceriye aldik.

Sedalar yola ciktilar, simitlerle birlikte yoldalar. Hadi bakalim simdi onlarin gelmesini bekleyecegiz.

Keyfimiz yerinde, 24 saat uyku biraz zor ama bugun iki saat oglen uykusu bana cok iyi geldi. Sicak da azalirsa, degmeyin keyfime, kirk bir kere!

Nehir saglikli ve mutlu. Ah unuttum, bu kadar aydir, yattigi yerlerde, evde, hastanede, veya RMH'de, alistigi icin oyun odalari, cocuk DVDleri, dun yattigimizda, karsimizda kucuk bir televizyon, "Teletubbies izlicem" diyordu ve "oyuncaklarim nerde"...Ve baska bir komikligi ise, odadan yolunu bulup cikamiyor olusu. Misafir yataginin odadaki durus bicimi, bizim evdeki gibi, ve karsisinda da, yine bizdeki gibi, bir kapi var, ama banyo kapisi, dun habire, "Babaya gidicem" deyip oraya giriyordu. Bugun de yine baska bir kapinin onunde durmus, dolap kapisi -closet-, "Anne ac cikicam" diyordu. Biraz degisiklik iyi oluyor sanirim, kizimizin dunyasi genisledi! Saka bir yana, hani bir haftasonu Austin'e gittigimizden beri, ilk kez hastane ortamlari disinda bir yere geldik! Hip hip hurraaay!

We did it! We did it!

FotoNot: "GreenLawn" park. Bol bol tırmanma yeri, dikkat ediniz tepedeki minik kız Leyla, Nehir de tırmanıyor, yarı yola kadar tabi. Ve Nehir'in bir yıldan sonra kumla ilk teması, değmeyin keyfine,çok sevdi.

Wednesday, July 29, 2009

Gun 40: Seattle


Dun yazmadim, birkac gundur herkes Seattle diyor, ben ise bu kez dilimi isirip, varmadan yazmak istemedim. Dun "Istanbul"a gittik. Ben Metehan'in guzel kahvesinden sonra ikinci kahvemi ictim. Leyla fal bakar derken, Hulya - aslen fotograf sanatcisi, okulu bitirip gelmis, hem garsonluk yapiyor, hem fotografcilik, hem okul -geldi yanimiza, once Leyla'yi dinledi, sonra, ben de bakayim dedi...meger pek guzel bakarmis...tum resmi anlatti...biraz sulugozsunuz sanirim, deyip bizi guldurdu, ve kalktik.

Flashback...

Yil 2007, Agustos 2: Nehir bes aylik olmak uzere, Mahmut'un kongresi derken, biz de takildik pesine, ve Seattle'a uctuk. New York'a kadar Mahmut'la, sonra ben kizlarla, dogrudan Seattle'a.

Seda'lar bir gun sonra donmek uzere tatilde, bizi havaalanindan hic tanimadigim bir komsulari alip eve getirdi. Beni nasil taniyacaksin dedigimde, "Iki cocuklu, 21 saat yoldan gelmis perisan anneyi kolay tanirim" demisti e-mailde, ben gulumsemistim.

NY-Seattle ucagi sahne: aksam ucagi, isiklar kapali, Leyla kendini hic tanimadigimiz ucuncu koltuktaki adamin omzuna atmis, kendinden gecmis uyuyor, Nehir avaz avaz yolculugun artik uzadigini, tadinda birakmamiz gerektigini, uyku saatinin coktan gectigini ve benim kucagimda degil, yuzustu yataginda uyumak istedigini belirtiyordu...tum yolculuk boyunca...ben de uyuyan diger yolculara sakinlik yaratmak amaciyla ayakta gecirdim tum ucusu hemen hemen.

Velhasil havaalanina indigimizde, "acep zorum ne idi" sorusuna bir yanit bulamamis, Yunanli komsunun dogru tahminiyle pes-perisan, eve gelmistik. Kapidan girince...onumde yukari cikan merdivenler, koca bavul, komsuya ayip olmasin diye gule gule demisiz, zira saat geceyarisi bir falan...Leyla'yi ve Nehir'i yataga koymus, evin tertemizligi, ve beyaz halilari karsisinda, nereye degsek leke ihtimali yuksek ortamin gerginligi ile, yilbasindan beri bitmemis cookieleri yemis idim.

...

Sonrasi cok guzel bir tatildi.

Iki yil sonra yine buradayiz, yine Seda'lardan once geldik. Leyla, "Aaa, bir dahaki gelisimizde evde olsunlar` diyordu. Yolculugun en basi, ucaga binmeden onceki, bes dakika avaz avaz olmasina ragmen, Nehir tum yolculukta harika idi. Leyla, "En eglenceli ucak yolculugum` diyerek durumu ozetledi. Handecigimin bile pabucunu dama atti. Handecim bu cocuklar pek bi kadirsinas oluyorlar anlasilan!!

Eve gelip, bahcedeki anahtari bulup iceriye girdik. Leyla "Bizi hirsiz sanmazlar di mi" diye sorunca, koca bavullarla iceri girerken gorunce herhalde sanmazlar dedik. Sedacim her seyi dusunmus, kapinin onunde siparis etmis oldugu market kutulari, buzdolabinda ise nefis bir pilav ile etli bezelye bizi bekliyordu. Iki gun sonra onlar da gelecekler, bu kez onlar jet-lag!

Gunun kalaninda baba ile ben uyumaya calistik, baba basardi da, ben cocuklarin uc dakikada bir "bahceye cikabilir miyiz?" taarruzuyle gozlerim kapali, nefis sessizligi dinledim. Disarida harika bir cam kokusu, bana Almanya'yi hatirlatti. Sicaklik, saka gibi, 100 F, yani esittir Houston!! Yag mur is te riz, yag mur is te riz, se rin lik is te riz.

Neyse saat Houston saatiyle 9, Seattle saati itibariyle 7 olmusken Nehir uyuyor, anne onun yanina yatmaya hazirlaniyor, Leyla ile babisko henuz ayaktalar.

Not: Nazli Hanim ne guzel yazmissiniz. Saymayi tam birakacaktim, derken esigi dondum, artik sayilari yazarken uzun ve acili gelmiyor. Renkleri ise hissedersem icimde yaziyorum. Ve gercekten rengim bu yil hep gri, ya da pastel renkler, renklenmesini bekliyorum.

TeknikNot: Kendimi astim, biraz da bir bavulla gelme konusunda direttim, bilgisayarimi kapattim ve evde biraktim. Desktop'ta yaziyorum, TR klavye degil, allahbilir bir ayari vardir da ben bilmiyorumdur. Ev ahalisi gelince artik.

FotoNot: Seda'larda bahçede toprak kazıyorlar.

Tuesday, July 28, 2009

Gün 39: Turuncu

Enerjinin rengi.

Kendimize geldik. Nehir sabah 8'e kadar uyudu, hatta 8 buçuğa geliyordu. Baba neredeyse 24 saat uyudu...

Toparlandık.

Ve toplandık.

Yarın yazdığımda görüşmek üzere.

Monday, July 27, 2009

Gün 38: Home Sweet Home

Nehir sabah erkenden ağlayarak uyandı. Aslında Nehir'in ağlamalarına hep anlam vermeye çalışıyorum ama gerçekten bilmiyorum çoğu kez. Yani mızmız bir karakter mi, yaşadıkları mı, ilaçlar mı, ne zaman hangisi tetikliyor bilmiyorum ama genel olarak ev halkı olarak gürültüden şikayetçiyiz.

Neyseki sabah antibiyotiğini takıp, küçük şişeyi de sırt çantasına koyduktan sonra, ablasıyla oynamaya başladılar. Leyla bizden çok daha iyi idare ediyor. Bir şekilde keyfi yerine geldi.

Baba bugün kalkamadı. Tüm Fort Worth üzerine sanıyorum o da bitkinlikten, en sonunda iflas etti.

Ben sabah önce kahvaltı için bagel ve yumurta almaya, yakındaki Central Market'a gittim. Leyla Nehir'le oynarken, baba da yatakta iken. Kahvaltıda sonra ise, bu kez karşımızdaki Target'a gittim, evin sakinliği karşısında hızımı alamayıp.

Döndüğümde, Leyla "Şişş, Nehir uyuyor" demez mi. Nehir ben gittikten bir süre sonra ağlamış, beni aramış, derken baba gittiğimin farkında değil, odanın kapısını kapattırmış, Leyla da önce Nehir'i sakinleştirmiş, sonra hafif pışpışlar gibi kucağında sallayınca, zaten yorgun olan Nehir kanapede uyuyakalmış. Leyla kendinden pek memnun beni karşıladı. Ben de Nehir'i alıp, babasının yanına koydum. Leyla "Baba kız uyusunlar bakalım" diyerek, kapıyı kapattı, biz de ana kız kaldık.

Evin her köşesin dağınık. Ben günü fırsat buldukça, bavul boşaltmak ve yerleştirmek ile geçirdim. Çamaşır yıkadım, bulaşık...hala dağınıklık var ama.

Gonca ve Metehan'a ne kadar teşekkür etsek azdır. Yemekler o kadar makbule geçti ki, bugün hiç yemek düşünmeden, afiyetle yedik her şeyi. Bana da o kadar iyi oldu ki, bugün bu dağınıklıkta bir de yemekle uğraşmadım, üstelik baba da hasta iken dışarı çıkmak da istemeyecektik. Zaten hastane ve RMH yemeklerinden sonra, evde kalalım istiyordum. Dinlenelim istiyordum.

Nitekim, saat yedi buçukta Nehir yine babasının yanında uyumaya başladı.

Biz Leyla ile biraz oyun oynadık, o da şimdi yattı...ben de Nehir'in akşamki antibiyotiğini verip, yatmak istiyorum. Eee, hemşire yok tabi, biz uyurken girip çıkıp, ilaçları yapıversin. 11.30 da başalayacak, birde bitecek...bakalım nasıl ayakta kalacağım. Belki saat kurarım. Durun daha iyisi, biraz öne çekeyim, bir saat kadar.

Accutane'e de başladık. Yarın ise bir şekilde dressing change yapmalıyız. Ve banyo. Nehir'in accutane nedeniyle, güneşten yanmış gibi derisi soyuldu, ölü deriyi atıp, e vitamini ile güzelce tüm vücudunu yağlamalıyız, bu yeni tur, kür için.

Yarın umarım ailecek biraz daha dinlenmiş kalkabiliriz.

Sunday, July 26, 2009

Gün 37: Mavi- Houston


Hayatımız heyecanlı. Action!

Sabah ben yine de, çıkacakmışız gibi davranıp, sabah sekizde, üç çamaşır makinesini işgal edip, tüm yıkanacak, çarşaf, yatak örtüleri, banyo havluları, ne varsa koydum. Leyla ile kahvaltı ettikten sonra, ve yıkanmış çamaşırları bu kez kurutmaya koyduktan sonra, hastaneye gittik. Baba yolumuzu gözlermiş, kendine gelmek için.

Nöbeti devraldık Leyla ile. Baba ise RMH'ye gitti, bu kez odayı süpürmeye, ve eşyamızı toplamaya.

Derken Dr. Eames geldi, bugün, öğlenki antibiyotik dozundan sonra çıkabileceğimizi, "homecare" ile kalan antibiyotik işini ayarlayacaklarını söyledi. Accutane'ne de yarın başlayacağımızı, baktrime devam edeceğimizi, ve bizi 13'ünde tekrar beklediklerini söyledi.

Nehir'in kan değerleri, hemglobin ve tormbosit (platelet) ları iyi ama, lökositler düşük yine. Yani enerjik, düşerse bir şey olmaz, ama enfeksiyona açık. Doğrusu ben bu tedavide enfeksiyona açık olma işi ile uğraşacağımızı bilmiyordum.

Neyse buaraya kadar iyi, antibiyotiği beklerken, hemşire bir de idar testi istediklerini, ve torba yapıştıracağını söyledi. Ben o torbaların nasıl zor yapıştığını, sonra çoğu kez dışarı çıktığını, Nehir'in de canını yaktığığını bildiğimden, pamuk toplarıyla bu hamleyi savuşturmaya çalıştım, "How about cotton balls?" diyerek. Hemşire, "İyi fikir" dedi, ama beş dakika sonra, labarotuar ile konuşmuş olan, elinde idrar torbası, "charge nurse" geldi.

Nehir çığlık çığlığa, torbayı taktılar. Beklemeye başladık. Antibyotik bitmiş, çıkmak için 3 ml çişin toplanmasını bekler olmuştuk. Biraz damlayınca, acaba olur mu diye, hemşire, yine çığlıklayan Nehir'den torbayı aldı hemşire. Nehir bezini bağlatmadı, bu arada üzerine ve yatağa çiş yaptı. Derken, bir on dakika sonra hemşire yeni bir torba ile geldi, biraz daha gerekliymiş, yetmedi diye. Yine taktık...

İşte çığlıklar arasında, iki satten sonra...çiş toplandı ve biz çıktık. Bu arada Gonca'lar bize taa Dallas'tan yemek getirmişler, RMH'de buluştuk. Tam da biz çıktığımızda gelmişlerdi. Önce, biz yedik falan derken, hepimiz güzelce yedik, ve kalan yemekleri de yanımıza ladık. Leyla Nazlı'ya RMH'deki tüm oyun yerlerini gösterip, mutlu oldu. Nehir biraz kendine gelmişti. Artık uykusu gelir gibiydi, saat dörtte Gonca'larla vedalaştık ve yola çıktık.

Arabaya bindik, biraz yol aldık ki, air condition yine iflas etme yolunda, sadece ortadaki iki yerden hava gelir olmuştu. İlk saat sıcak içinde geçti. Sonra, neyseki akşamüzeri olması ve bugünlerde biraz daha serinlemiş hava sayesinde rahatladık. Her zamanki durduğumuz yerde molamızı verdik, keyifle yola çıktık ki...tıkanmış bir yol...bayağı bir tıkalı tıkalı gittikten sonra, ne olduğunu da anlamadık ama yol açıldı. Bu bize bir saate mal oldu.

Yolun son bölümünde Nehir'in çığlıkları cd'den dinlediğimiz ABBA'yı bastırıyordu.

Gelir gelmez, "homecare" hemşire geldi, antibiyotikleri getirdi...neyseki IV'den vermesi çok kolay...TPN'den sonra peynir ekmek...ben bile yapabilirim. TR'de "homecare nursing" işi mi yapsak acaba diye düşünürken, yine Amerika dönüşü parlak girişim fikirlerine kapılan tipik Türk insanı olduk gördünüz mü.

Sonuç: Nehir araba yolculuğu sevmiyor. Belki her seferinde dört, beş gün yatağa bağlı kaldıktan sonra bu kez de kemerle koltuğa bağlı olduğu içindir.

Ve evimiz evimiz güzel evimiz. Mavi: Sukunet.

FotoNot: Meğer Nehir de mavi giymişmiş...çıkmak üzere keyifliyiz.

Saturday, July 25, 2009

Gün 36: Sarı

Internetime bir haller oldu, hastaneden bağlanamıyorum, RMH'de ise kapının önünden ancak alıyor...

Kısaca:

Nehir ateşsizliğini sürdürdü.

Dün gece iki kez, bu gün de bir kez tantruma girdi, hemşire görmeye dayanmaz halde. Bugün en sonunda, saat dört gibi, önce play room'a, sonra da dışardaki küçük playground'a gittik. Bu konuda Cook daha iyi. Texas Children's şehir içi, hastanenin önü anlamlı değil idi, olan playground ise kapalı idi.

Sonra da kafeteryada yemek yedik, birlikte.

Bakalım, yarım Dr. Eames, ne diyecek, pazartesi çıkmamız mümkün gibi, ama Nehir'e bağlı. Ben güçsüz görüyorum, ama evde toparlamamız daha kolay olacağa benziyor. Acaba sürpriz yarın çıkartır mı diye küçük de olsa bir umut var.

Baba bu gece bana izin verdi. Ben ya çıkarsak diye çamaşır yıkamakla meşgulum. Enfeksiyondan beri, fizikselden de çok psikolojik olarak çöktüm. Artık çare yok, Şebnem'in işaret ettiği yıldızlara verip, yola devam edeceğiz.

Nehir sağlıklı ve mutlu. M A Ş A L L A H.

Friday, July 24, 2009

Gün 35: Lila

Lila, odanın rengi

Gece Zeynep Hala uykumu baltalamaya çalıştıysa da, yanlışlıkla üç buçukta arayarak, sabah sekiz buçuktu gözümüzü açtığımızda.

Mahmut'un omletli kahvaltısını es geçip, ben "düz" bir kahvaltıyı çarçabuk hazırlayıp, hastaneye geldik. Gece, uykudan pek nasibini alamamış, ama morali yerinde baba-kızı bulduk.

Nehir toparlamaya başladı. Ateşi geçmedi ama antibodiler kesilince, tüm "vital"ları düzeldi, bugün monitörden çıkardılar. Ateşi de tylenol ile artık düşmeye başladı. Ama 24 saat ateşsiz hale gelmediğinden, henüz, haftasonu hastanedeyiz.Ve bu sabah temiz çıkan kültürün, temiz kalmasını bekleyeceğiz, 72 saat.

Sabah Dr. Eames uğradı. Ben de hemen eksik doz antibodi işini bir kez de ona sordum. Bu kadar az doz farkında çok önemli olmadığını düşünüyor. Ama beni rahatlatan, sonuçta esas çalışma grubu başkanına yine de soruyor olmaları, ve gerekirse telafi etmek için, Dr. Eames gerekli olmayacağını düşünüyor)ekleneceğini öğrenmek oldu. Yani durum kontrolleri altında.

Ne sanıyordum ki zaten.

Olsun.

Tutmuş olduğu suyu atmak için yine lasix verdiler, ve ilk geldiğimizde koala görünümünde yatarken üzerimde, hiç de farkında olmadan, pantalonum, ve tişörtüm sırılsıklam olunca, sabah duşumua girdim hemen! Hiç de anlamamışım, sıcacık sıcacık oturuyorduk.

Bazı mineralleri de eksik diye destek veriyorlar, ve kan da alıyor. Ateşli durumda olduğu için, Dr. Eames, boşuna iliği yormamak istediklerini, ve "boost "etmek istediklerini söyledi.

Bunun dışında, tüm gün mızmızdı küçük hanım, ve ben zor dayandım...bir sessiz odaya ihtiyacım var, çıt çıkmayan. Neyse baba iyi idare etti durumu hiç değilse. Leyla da hiç bozulmayan (maşallah) olumlu tutumuyla gerçekten de toparlıyor bizi. Ben ona yoldayken, durumun zor olduğunu, hepimizi yorduğunu, ama Nehir'e destek olmamız gerektiğini anlatıp, odaya girip de sabırsız davranınca Nehir'e, "Ama anne hani Nehir'e destek olacaktık" diye, tutarsızlığımı yüzüme vuruverdi.

İşte günler düzelmeye başladı.

Bilmiyorum, güneş tutulması neyse, yağmurlu günlerden sonra güneş de yüzünü gösterdi. Yukarı çıkıyoruz.

Teşekkürler destek veren sözlerinize! Umut içimizde!

Thursday, July 23, 2009

Gün 34: Gave Up on Antibodies

Nehir geceyi ateşli geçirdi, ve vücudu çok su tuttu. 13.6 kilo çıkmıştı akşam. 2 kilo su demek bu. Hani ben, bir şey değil derken, Gece iki dört arası uyuyup, uyandığımda Nehir'in yüzünü de çok şişmiş görünce, bir an panik oldum. Acaba şişmenin üst sınırı var mı diye. Hemşire doktoru aradı ve biraz lasix verdiler.

Ben biraz bekleyip, bir iki bezinde çişin arttığını görünce, sabah altıda, iki saat uyumuşum.

Sekizde uyandığımda, hemşire kültürün pozitif çıktığını, sarı borusunda bakteri olduğunu söyledi.

Ben sarsıldım. Hem dün antibiyotiği değiştirmiş olduğumuz için, hem de enfeksiyon ile antibodiler nasıl olacak, ateşi zaten var diye telşalandım. Hemşireler, Doktor Granger'ın geleceğini söylediler. Bu tedavide hemşirelere de güvenemiyorum, çünkü çoğu bilmiyor ne olup ne bittiğini, biz daha iyi beliyoruz. Bu da stresimi arttırıyor. Mahmut'u aradım, oyalanmadan gelsinler diye...derken bekledik, bekledik doktor gelmedi bir türlü. Bir de hemşire Nehir'in nefes alışının da sabahtan beri hızlı olduğunu söyleyince , darmadağın beklemeye başladık.

Aklımda bir sürü soru...nasıl oldu, ne olacak, septik şok, hep korkutğumuz bir şey...

Doktor Granger antibodilere başlama saatini ileri alıp, önce ikinci doz antibiyotiğini vermeye ve sonra devam etmeye karar verdi. Miş olduğunu hemşireleden öğrendik. Ama bir türlü kendi gelmedi. Bu arada Nehir'in ateşi 40tan aşağıya inmedi...

En sonunda saat yarıma doğru, antbodiler başlarken, Dr. Granger geldi, ateşin hala antibodilerden kaynaklandığına inandığını, antibiyotiklerle oynayarak, antibodilere devam edeceğimizi söyledi. Biz karışık duygular içine girdik.

Nehir ikinci doz antibiyotikten sonra, biraz daha iyi gibi oldu, en azından biraz "playful" oldu, sabah, gözlerini açamıyordu. Bu sırada, Dr. Granger'ın telefon edeceğini söylediler...ben ne oldu acaba derken, protokola baktığını, enfeksiyon varken tedaviyi durdurmak gerekebileceğini, çalışmanın başındakilere sorduğunu, haber beklediğini, hazırlıklı olmamız gerekitiğni söyledi.

Ve dörtte bir doz almışken, durdurdular.

Aslında ne düşüneceğimi bilemiyorum. Birincisi, bu tur bitmiş oldu, biraz eksik dozla, çünkü yerine koymuyorlar, ya da sonradan eklemiyorlar. Bu tedavide bir fark yaratıyor mu, bilmiyoruz, bilmiyorlar.

Mahmut, Nehir'in o kötü halden çıkmasını istediği için, daha iyi olduğunu düşünüyor. Ben kafam karışsa da, yapacak bir şey yok, ve hayırlısı diyorum. Şu anda gerçekten taklıldığım, Nehir'in kültürlerinin negatif çıkıp, ateşinin düşmesi. Bu yaşadığımız ikinci enfeksiyon, ve bugüne kadar korumuşken, yine olması canımı çok sıktı. Bir şekilde kritikleştiğinde TCH'deki kadar rahat hissetmediğimi gördüm burada. Aynı güveni vermiyor.

Bu ne demek, Nehir'in kültürleri negatif çıkıncaya ve ateşi düşünceye kadar hastanedeyiz. Pazar günü sürpriz sirk gösterisi %99 yattı. Seattle...şüpheli oldukça.

Ne bileyim, tüm bunların etkisi, ve stres nedeniyle, ben öğleden sonra kendimi kötü hissetmeye başladım, yine kemiklerimin tamamı ağrır hale geldi, ve çöktüm. Uykusuzluk stresle birleşince, kaldıramıyorum.

Nehir'cim benim halimi anladı, akşamüzeri, beni istemeyip, babasını istedi yanına, ve bu gece ben "off" aldım. Özlem'in hani taa BMT zamanı önerdiği gibi, C vitamin alıp yatıyorum. Leyla bu işe memnun oldu, ana -kız zamanımız "havalandırılmış" olmuş. Gerçekten de, pazardan beri ilk kez temiz havaya çıkınca, üstelik yağan yağmurlar sonucu serinlemiş, bir anda kendime geldim. Aslında Nehir'e de çok iyi geleceğine eminim, çıkacak hale gelirse, çok iyi olacak. Bence dışarıda daha iyi toparlayacak.

RMH'ye gelince, Leyla'nın gönlü olsun diye, basket oynadık...ve ben 13 basket üstüste atarak kendimi aştım! Bizimle birlikte 15 yaşlarında yakışıklı mı yakışıklı bir çocuk, tekerlekli iskemlede, atış yaptı. basket topunu tutuşundan eskiden oynadığı belliydi. ADEM diye az görülen bir hastalık sonucu, dört yıl önce, ansızın komaya girmiş, bugün hayatta olması bile şansmış...Aslında onun önünde nedense iyi atacağım tuttu, ama biraz şartlara alışmaktan, kendimi daha doğal buldum karşısında...

İşte...

Bugün.

Dinlenme günü. Nehir bu enfeksiyonu hızlı atlatsın, ve bu aldığı doz ona yarar sağlasın. Gerisi önemli değil.

Wednesday, July 22, 2009

Gün 33: Mavi

Ha ha Şebnem bunu mu demek istemiştin? Şaka bir yana sizin yorumlarınızdaki stil farkları öyle hoşuma gidiyorki, herkes dogrudan benimle konusur gibi, herkesin kendine özgü bir dili var, sanki bir an sesinizi duyuyorum.

Dressing Change konusunda haklısın, baba bir dahaki sefere kendi yapmayı düşünüyor, ya da hemşirelere bakıp karar vereceğiz.

Nehir geceyi ateşli geçirdi, kültür yapıldı, ve kan almakta zorlandılar, bence yaptıkları kötü loop 'tan.

Ama iyi olan ateşe rağmen geceyi uyuyarak geçirdi, ben ara ara kalksam da ikişer saatlik falan derin uykularla bayağı bir dinlenmiş uyandım.

Nehir'in ateşi hiç inmedi, tylenol ile kontrol ediyorlar, ettiler. Sabah Dr. Granger uğradı, o sırada yatakta oyun oynayan Nehir'i görünce, iyi görünüyor dedi, kalp atışları 200 lerde seyreden hastası da olmuş, yani doktor kriterlerine göre fena değil çıktı durumu. Dünkü ajitasyonunu söyleyince, benadrille başlamanın daha iyi olacağını blood pressue ı düşürmeden kontrol etmenin iyi olacağını belirtti.

Bu arada sabah hemşire, önlem olarak antibiyotiğe başlamıştı, bugün Nehir'e elinden yeni bir IV takmak gerektiğini söyleyince, ben de baba da burkulduk.

IL-2 bir borudan, diğer borudan ise, morfin, antibodi ve serum gidiyor olunca, ve aldığı antibiyotik, IL-2 ile de antibodiler ile de uyumlu olmayınca, bir damar gerektiğini söylediler. Biz de dünden beri iyice su tutmuş hali ile, ve TCH'deki ilk günlerde yaşadığımız tatsız damar bulamama, kıpır kıpırlığı nedeniyle damarı patlatma tecrübesiyle bu işin zor olacağından emin, tatsızlaştık.

Sonra, yine "şıngır" diye bir ses oldu, ve önce Dr. Granger'a, bu işin başka yolu yok mu diye sorduk. Benim aklıma, IL-2'yu birkaç dakika durdurup, antibiyotik vermek geldi. Ama Dr. Granger verdikleri antibiyotiğin bir saat sürdüğünü söyleyince önce bu düşüncemi çöpe attım. Sonra ama (never never give you up), acaba bu antibiyotik yerine başka bir antibiyotik olmaz mı diye sorgulamaya, sonuçta iki gün için Nehir'i zedelemeye gerek olmadığı konusunda iknaya çalıştım, çalıştık. Doktor Granger bu fikrimizi makul karşıladı.

Ve hemşirelerin öncelikle acaba antibodilerle antibiyotiği bir arada verebilir miyiz araştırmasına verdikleri olumsuz yanıta, başka bir antibiyotik yo mu ısrarımız, Dr Granger'ın bize arka çıkıp, yeni bir antibiyotik önermesiyle, anne baba küçük hastane dünyaları içinde bir zafer coşkusu yaşadılar. Ve Nehir dünkü dressing change in üzerine bugün yeni bir travma yaşamadı! Sonuçta beş dakika IL-2'ya ara verilip, antibiyotiği yaptılar. Bu pazarlığımız kültürler negatif sürdüğü sürece geçerli, pozitif gelirse, iş değişecek.

Evet, bugün hepimiz daha sakindik. Nehir de dingedong yapmadan, daha "normal" bir gün geçirdi. Hemşireler alarmı kapatmışlardı zaten, ara ara 170 olsa da ses çıkarmadık.

Ve ben dün de sorup doğru düzgün yanıt alamadığım soruma bugün cevap aldım. IL-2'da dünkü hız bugünkünden farklıydı. Bundan dün de şüphe etmiş, bu hız normal mi dediğimde, yeni protokola göre böyle yanıtını kabul etmiştim. Halbuki dün 5.6 iken bugün 5 idi hız, ve bence Nehir'in dünkü ajitasyonunun bir nedeni de bu olabilirdi.

Sonuç: Bugün daha iyi manage edildi Nehir, hem bizim tarafımızdan, hem de hemşire ve doktorlar tarafından. Bugün bir işi daha iyi yaptım, sabah childlife görevlisi Kristal'a gidip, gün içinde etkinlik olursa, Leyla'yı çağırmasını, kendiliğinden gelmediğini söyledim. Leyla da iki kez, onlarla proje yapmak için gitti. Hem de keyifli gitti, keyifli geldi.

Nehir'in ateşi sürüyor, ama çok daha sakin bir gündü, kültürler şimdilik negatif, yani bu ateş beklenen "flulike" belirtilerden, diye umuyoruz.

Neden mavi? Düşündüm, nötr, biraz sakinliği çağrıştıran bir renk bende. Bugün kontrollü bir anne olabildim. Bu da iyi hissettirdi. Baba Nehir'i puffy görmekten biraz mutsuzdu. Gerçekten de komik ve hiç kendi gibi olmayan bir görünümde, dokunuyor ama bu da normal. Ve Doktor, su söktürücü vermeyi, blood pressure'ı düşürmemek için tercih etmediklerini söylediğinden, ben de dün Özlem'den, düşük olması endişe vermeli, yüksek oluşu değili duyduğumdan bu konuda, "let puffiness rule" hissiyatında daha sakindim.

Ben "The Anatomy of Hope" a devam ediyorum. Nasıl da seçmişim. Yazan hemotolog onkolog, ben nedense psikiyatr bekliyordum. Tamamen, doktor gözüyle yaşadığı kanser vakalarını anlatıyor. Başında özellikle sarsıldım. Çünkü 1979'da başlamış, öğrenciliğinin sonunda ve ilk anlattığı hikaye, tedavi görmeyi inançları nedeniyle reddeden musevi bir kadın idi, ikincisi ise tam da babamınki gibi bir kolon kanser vakası. Ve yıl 1979, babamı kaybettiğim yıl, ve 23 Temmuz onun ölüm yıldönümü. Babamın yaşadıklarını daha iyi anladım.

Bu yıl tüm korkularımla, şimdi ise şimdiye kadar sadece nöroblastom iken, yetişkin kanseri ile yüzyüze gelmiş oluyorum.

Şimdi hemen telaşlanmayın, ve beyaz diziye yöneltmeyin. Çünkü kitabın bir şekilde umut la ilişkisi var, nasıl umudun biçimlendiği ile. Ve tıp diliyle de yazdığı için, benim raporlarda gördüğüm bazı terimler bir kez daha anlam kazandı, hem de ben içinde bulunduğum dünyayı daha iyi anlamaya başladım. Üstelik kanser tedavisin nasıl geliştiğinin de bir tarihçesi. Örneğin, Nehir'de kullanılan cisplatin ilacının (kemoterapi) nasıl önemli bir ilerleme olduğu, ya da şimdi yaptığımız antibodilerin de başka kanser türlerinde "cure" a yaradığını öğreniyorum. Özlem ara ara söylüyordu. Ama şimdi güzel bir anlatımla bir kez daha okuyorum. Bir yandan da doktor-hasta ilişkisi üzerine yazdıkları var. "Dan" diye verilen istatistiklerin nasıl umudu kırdığı, hastaların nasıl birbirlerinden etkilendikleri...Var da var. Elimden bırakamadım.

Yarına çizik atmayı bekliyorum. Sevgili babacım, seni sevgiyle anıyorum.

Esra Solomon'a: Bir gün önceki yorumunuzu okuyunca, heyecanlandım, çok hoşuma gitti, hemşirelik okuyor oluşunuz, sonraki günü ama iyi geçirmeyince, kendi duygularımda kaybolmuş, bir yorumda bulunamamıştım. Meslek seçiminiz için tebrik ediyorum.

Tuesday, July 21, 2009

Gün 32

Gün saymayayım dedim, ama başlık bulamadım. Tamam blog yazarı tutarlılık sorunu yaşamakta, çözünce daha anlaşılır bir düzen, birbirinden güzel başlıklar belki de hem gün, ve yanında belirleyici, ya da belli bir düzende olmadan...

Başlık konusundan çıkayım en iyisi.

Ama bugünü "es" geçsem diyorum.

Gece ben çok az uyuyabildim.

Sabah yine de fena değildik. Ama şu test sonucu çıkmadığı için odada kaldık. Bu sıkıcı oldu. Ama esasen asıl, dressing change'den sonra tepetaklak olduk. Ben geçen seferkine güvenerek, hemşirelere malzeme konusunda biraz bilgi verip, Leyla'yı play room a götürdüm ki yine de odada olmayalım diye. Bunda hem Leyla'yı dışarıda tutma isteğim, hem de uykusuzluğun bendeki güçsüzlük haliyle Nehir'in olası acısından kaçma isteğim etkili oldu.

Biz Leyla ile resim yaparken, uzaktan gelen hemşireyi görünce, hah bitmiş herhalde derken ben, "baba sizi çağırıyor" diye bir hemşire geldi, Nehir de çığlık çığlığa diye. Ben Leyla'yı bırakıp, odaya gittiğimde, baba ve childlife görevlisi, Kristy, Nehir'i tutmuş, Nehir bağırmaktan hıçkırıklar içinde, "Anne konuşamıyorum" diyor, iki hemşire bir bir olup dressing change i daha bitirememişler gibi bir sahne karşıma çıktı.

Baba bana kızmış, bıraktım diye, ben ise yapılmakta olan dressing change in uydurukluğu karşısında babaya kızmış, neden müdahale etmedi diye, hemşirelere diyecek bir şey ise bulamadım.

Bundan beş dakika sonraki sahnede ben ağlıyorum, Nehir ağlıyor ve bizi gören Leyla ağlıyor. Neyse baba Leyla'yı kafeteryaya götürdü, sakinleştrdi, ben de Nehir'i ve kendimi sakinleştirdim.

Bir beş dakika sonraki sahnede asayiş berkemal idi.

Ama Nehir'in kalp atışları 168-170'lerde kaldı, ve 170 sınır olunca, kalan saatleri, ding dingedon geçirdik, alarm sayesinde. Nehir play room a gitmek istiyordu, ısrarla, ve antibodiler olduğu sürece gidemeyeceğimizi hesaba katmamış biz, önce beklemesini, akşamüzeri gidebileceğimizi, sonra ise, uyuyup sonra gideceğimizi söyledik. Nehir ama yatakta durmak bile istemiyordu artık, bir çözüm, koltuğa taşıdık, kalp atışları bir türlü düzelmeyince, anlatamadığı bir ağrısı mı var diye, morfin yapalım dedik, ek doz, bu arada ben sadece ajite oduğuna inandığım için, ativan yapsak dedim, hemşire bize bıraktı...morfin yaptık.

Derken hızırımız Özlem beni Didim'den aradı, ve kimin telefonundan o kadar konuştuysak, ona teşekkür ediyorum, beni sakinleştirdi, ona anlatırken, yine basit bir şeyin bizi nasıl "crack" ettiğini anladım, biraz abarttığımızı belki de. Bir yandan ama bizim sakinliğimizin ne kadar pamuk ipliğinde olduğunu da anladım bir kez daha.

Özlem ise burada olmamızın ne kadar doğru bir karar olduğunu hatırlattı.

Derken rahatladım. Herkes rahatladı. Bütün gün uykuya direnen Nehir Saat 7 gibi uyudu. Şimdi yazarken ateşinin çıktığını öğrendim...Aslında o da büyük olasılıkla bir yan etki ama işin kötüsü, yazarken bile sıkıldım, enfeksiyon riski nedeniyle, yine de kültür yapacaklar, çünkü 38.6, ve bu da yarın da odada tutacakları anlamına gelebilir.

Ben en iyisi biraz sonra yine ateş ölçtüreyim.

İşte bugün. A not so happy day. Nehir sağlıklı. Mutlu olmak için oyun oynamaya ihtiyacı var.

AteşNot: Hemşire kültür yapmak için geldiğinde, ateşi bir kez daha ölçsek, yarın çıkamayacak ona bir şans verelim dedim. BİNGO. Ateşi 37.6 gibi çıktı. There was a farmer who had a dog...Bingo was his name-o!!!

AteşNot: Erken sevinmişim, ateşi çıktı, yine, kültür yaptılar...ve çok zor kan aldılar, bence bugünkü dressing change nedeniyle.

DipNot: Bu ateşin bir enfeksiyon değil, beklenen yan etki olup, gece antibodiler bitince düşmesini diliyorum, ya da kültür negatif gelsin, ya da ikisi birlikte olsun.

Monday, July 20, 2009

Gün 31: IL-2, Antibodies

Gün saymayı artık bitireceğim. Çünkü günlerimizin tamamını hastane, hastalık ilişkili yapıyor. Geriye döndüğümde başka yaşadıklarımızı da hatırlamak istiyorum.

Ama bunun daha iyi bir nedeni daha var. Nehir bugünü atlattı sayılır!! Başarıyla, kazasız belasız!!! Çok şükür. İki saati kaldı, antibodiler bitecek. Geçen seferkine benzer bir şekilde geçirdi. Yani ilk iki günü gibi değil, sonraki iki güne daha yakın.

Sabah 9'da IL-2 'ya başladılar. Saat 11'de ise 10 saatlik antibody terapisine. Saat 12'ye kadar normaldi, sonrasında verdikleri, ativan, benadril, ve morfin üçlemesiyle uyuklamaya başladı. Hala ara ara gözlerini açsa da, günün kalanını "off" geçirdi. Uyandığı az zamanda çoğunlukla mızmız. Bir ara ağrısının artmış olduğunu düşünüp, ekstra bir morfin daha istedik hemşireden. Nereden mi, monitöre bağlı, ve kalp atışları hızlanıyor, ağrısı olduğunda. Şimdi 130 larda, 160 lara çıkıyor, normalde ise, 110 civarı (yazarken emin olamadım, baba baksın bakalım buraya, edit ederim).

Aslında çok ferahladım. Ama ne kadar ferahlasam da, "off" görmek çok kolay olmuyor. Yine de aklım bana, "Bu çok iyi, çok çok iyi" diyor. Gerçekten bir kez bir hemşire, ilik naklinde iken, BMT, yoğun bakım olmadığı sürece bizim için çok iyi demişti. Aynen. Özlem'in hep sordurduğu makinaya bağlanmadan, nefes alıp veriyor oluşu, korktuğumuz, vascular leak 'in olmayışı, yeterli ferahlamamız için.

Biraz da bu nedenle günleri bitireceğim. Handecim de sayıyor nasıl olsa! Bundan önümüzde, iki önceki turdan, bir tane de bu turdan var. Böyle gideceğini umuyoruz.

Ummak, umut. Bugün, Leyla'nın hani sevmemiştin diye haklı olarak neden hala okuduğumu sorduğu kitabı bitirdim. Aslında aşkta aradığını bulamayan bir kadındı, ve bulamadı. Yani sonunda, aşk geldiği sürece kabul etmeyi, gittiği zaman da veda etmeyi kabullendi...bu da tevekkül. Yine de alttaki "cotillion" eğitimi, hanımefendilik eğitimi, bize uzak bir alt kültür de olsa, güneyli olma meselesi, şimdi güneydeyken okuduğum için ilgimi çekti. Overall, 10 üzerinden üç le bitirdim. Yine de kitapçılarda sonuçta çok da büyük bölümde zaman geçiremediğim için anlaşılan iyi bir seçim yapamamışım.

Şimdi, şu umudun anatomisine başlayacağım.Bu kitaptan umutluyum!

Bu blog da bir alem oldu, bir ara yemek işine takılmıştım, şimdilerde kitaba döndü. Şaka bir yana çook uzun süredir kitap okuyamamışken, buna Nehir'in hastalığı öncesi de dahil, şimdi okuyabilmek bana kendimi iyi hissettiriyor. İnsanın iç zenginliğini koruması, ve arttırması çok güzel bir his.

Sunday, July 19, 2009

Gün 30




Bugün, sabah kahvaltıdan hemen sonra Gonca'lara gittik, Dallas'a. Cocuklar oynadilar. Daha dogrusu Nazlı ve Leyla rahat rahat, keyifli oynadilar ama Nehir biraz zorlandı. Bazen aralarına girmekte, bazen ablasını paylaşmakta. Neyseki nasıl olacak derken, Gonca Nehir için yaşına uygun oyuncaklar getirdi. O da biraz bizim yanımızda, arada "ablalarla" oynadı.

Ve bugün nasıl olduysa, nasıl mı oldu, dün gece üç buçukta uyanıp, geri uykuya çok zor dönüp, uykusuz kalması nedeniyle, saat bire doğru, aç mı falan derken, Nehir üç aylık olana kadar yaptığım gibi kucağımda, ayakta, uyuyakaldı. Ve sanırım geldiğimizden beri ilk kez, başka bir evde, başka bir yatakta uyudu. Öğle uykusunu!!! Bu hem güzel bir ara, hem de mızmız olmayan Nehir'in aralarda ortaya çıkması için vesile oldu!

Gonca yine, poğaçalar, köfte ve pilav, harika bir roka salatası gibi, yemek hazırlığı olmasın, dışarıda yeriz diye konuşmuş olmamıza rağmen hazırlık yapmıştı! Afiyetle yedik. Metehan'ın, bak o sırada Nehir uyanmıştı ellerine sağlık demeyi unutmuştum, şimdi diyeyim, yapmış olduğu Türk kahvelerini içtik.

Sonra bir kitapçıya gittik. Gonca bizim kitapçı merakımızı bildiği, ve onlar da sevdikleri için, bu kez ama bağımsız bir kitapçıya götürdü bizi. Ne kadar da güzel oldu. Ney York, Boston'daki küçük dükkanları saymazsak, bu çok farklı idi hem Borders'dan, hem de Barnes and Nobles'dan. Ben çok kitap bakmadım, çocuk bölümündeki yerdeki minderlerde çocukları izledim daha çok. Ama bana Avrupa'dayım hissini verdi. Çok sevdim. Nehir bütün çantaları alıp, okulculuk oynadı, stuffed animal lar ile oynadı, kitap okumaktan ziyade. Leyla ona bir kitap alayım diye, özellikle de bir Pokemon kitabının "çaktırmadan" reklamını yapıp durdu, ama bugün almayalım, orada okuyalımda direttim, "ha öyle mi ne güzel" yorumlarıyla sınırladım tepkilerimi.

Derken içeri girer girmez ortadan kaybolmuş baba-ama bir şey diyemiyorum, Metehan'la "laflayarak" kitap bakmışlar, babaya çok iy geldiğine eminim- ortaya çıktığında, onları çocuklarla bırakıp, ben de biraz dolaşayım derken, karşıma yine ihtiyacım olan bir kitap çıktı. "The Anatomy of Hope". Harvard'lı bir biliminsanı kronik hastalardan yola çıkarak, "umut" kavramını anlatıyor. Bakalım nasıl bir şey. Benim için ilginç, çünkü bugünlerde düpedüz umut doluyken ben, ah bu kez hayat ben afallatmasın derken, belki kendimi anlama olanağı verir. Bir gün önce RMH'de o kadınla konuşurken de "umut" konu olmuştu.
Neyse merak ediyorum.

Ama tabi önce beyaz dizimi bitireyim!! Hande'cim bu kitap güneyli bir Amerika'lı kızın, "kuzey"e koleje gidip, sonra NY'taki hayatını anlatıyor. Aslında Amerika içindeki, bu kuzey güney farkı kısmı hoşuma gidiyor. aksanını değiştirişi, "naif"liği, yani kaybetmeden önce vs. vs. vs. Biraz fazla local bu anlamda. Ama bitireceğim, çünkü kıza ne olacak sonunda merak ediyorum.

Nerde kalmıştım, kitapçıdan sonra bir anda bana Nişantaşı'nı (Abdi İpekçi caddesinin geniş ve tabi tenha hali) hatırlatan dükkanlar ve restoranlar olan bir yerde, küçük bir gölet etrafında dolaştık. Bu sayede çocuklar, artık saat altı olmuş, güneş biraz etkinliğini azaltmışken dışarıda oynamış oldular. Fotoğrafı Gonca gönderince ekleyeceğim. Çok şirindiler üçü.

Artık saat, altıyı geçiyordu, bari bir şeyler yiyelim öyle yola çıkalım istedik çünkü Nehir'in de Leyla'nın da arabada uyuyacağı kesindi, ve hastaneye dokuzda gelecektik. Yakında bir bistroda yemek yedik. Ve saat sekizde yola çıktık. Gonca'lara bir kez daha teşekkür ediyorum, bizim için harika bir pazar oldu. Gonca da Metehan da, Nazlı da çok çok tatlılar, ve çok denk düştüğümüz bir aile oldular!

Dönüşte doğrudan hastaneye geldik, yani ben kızlarla indim, baba eşyamızı getirdi. Nehir arabada uyumuş, uyandığında pek istekli davranmamıştı hastane işine ama asansöre binip de, yukarı çıkmaya başlayınca, camlı asansör, ne hoşuna gittiyse gitti, ve neşesi yerine geldi, neredeyse. Neredeyse çünkü onu muayene etmek isteyen hemşireye gözlerini kapatıp yana dönerek, ve uyku taklidi yaparak tepki verdi. Ben acaba odayı temizlemediler mi diye şüphe içinde olduysam da, iyi haber, çıktığımız odaya geri geldik. Kürkçü dükkanı. Biraz endişeliydim. Ama ben de Nehir gibi odaya girince sanki daha rahatladım. Hep böyle oluyor, girince içeri buradaki ritme, işlere ayak uyduruyoruz. "Abloşki yanıma gel" diye seslendi ablasına ve Mahmut gelene kadar, ablasıyla alışık oldukları gibi TV izlediler.

Nehir'i odaya getirince, bugün hastaneye gelmeden duşa sokacağımız aklıma geldi, acaba baba gelmeden odada yıkar mıyım diye, denedim ama Nehir hiiç pas vermedi. Bana yardım etmek isteyen Leyla "Ama Nehir banyo çok güzel, bak ayının cave inde gibi oluyorsun, hadi gel" deyince, ona "Sen yıkan orada "dedi önce, sonra Leyla yatağa oturunca yanına, "Hadi yıkanalım" dedi. Biz ciddiye aldık. Baktık, elini duş yapmış, yatakta "yıkanıyor"!!!

Hadi bakalım şu yarını atlatınca bu iş bitmiştir!!! Kalanlar hep tekrar olacak!!!! Kızımın iyi bir tepki vermesini, yan etkileri iyi atlatmasını, "manage" edilebilir tepkiler şeklinde kalmasını diliyorum.

Nehir'im sağlıklı ve mutlu. Ablası "kahvaltıdan hemen sonra gelicez Nehir" diye ayrıldı yanından.

LeylaNot: Leylacım sen çok tatlısın. Bu kez de banyoyu çok beğendi. Küveti, bir şekidle bütün tasarlamışlar, sanıyorum temizliği daha iyi oluyor, seramiğe göre, ayının inine benzetti. Fakat her zamanki Leyla haliyle bunu Nehir'e heyecanlı heyecanlı anlatırken, odadaki hastabakıcı, buradaki adıyla carepartner, gülmeye başladı, Türkçe bilmemesine rağmen, mimiklerine!

HandeNot. Yaparız tatlım! Yalnız ben ne zaman saç yaptırmışım da saçım bozulmasın diye havuza girmemişim!! Bizim akşam programları, konserler, bir zamanlar kartaldık, onlara da çok şükür, saçlarımı taramak yettiydi bugüne kadar. Ha, ama havuza hiç girmem o ayrı : ))) Denizkenarı hayallerine ağırlık verelim lütfen!!!! Beyaz dizileri yeniden aradığınıza inanamıyorum, nostaljinin dibi budur!!!! Bizim kitapçılar bu kadar açık seçik kategorize etmiyorlar, burada tüm geyiğiyle, bir "summer reading" bölümü var, hafif esintiler dolu, bir de dündü sanırım, "love" bölümü vardı, ohoooo, pembe pembe, beyaz beyaz, macera macera. Bir şey diyeyim mi, bugün "Love and Prejudice" ı gördüm de, "tek geçerim!

FotoNot: Gonca fotoğrafları göndermiş, teşekkür ederim, ekledim hemen! Nehir kendine göre olan bir tane değil de ablaların okudukları kitaplardan birini almış eline, gözleri kapalı, Leyla Pokemonları öğreniyor, Nazlı, Leyla, Nehir şirin şirin bakıyorlar. Hadi "cheese" deyince, Nehir hemen gülüyor!

Saturday, July 18, 2009

Gün 29

Dünden sonra hafif bir gün.

Sabah IHOP'a giderek başladık. Kahvaltılık malzememiz kalmamıştı. Ben yakınlarda var mı diye bakarken, burnumuzun dibinde, ve de güzel bir IHoP çıktı. Hatta yanı başında bir alışveriş alanı...hiiç görmemişiz.

Neyse ısmarladığımız kahvaltı tabakları gelene kadar mızz mızzz geçti zaman ama gelince, herkes yemeğine daldı. Kahvaltıdan sonra bu kez hedef biraz uzaktaki Whole Foods'a gitmeyi anlamlı kılmak üzere, oraya yakıncana Barnes and Nobles oldu. Biraz kitaplar okuyup, bakınıp, çocuklar zaman geçirdikten sonra, bir de ne göreyim, meğer Barnes and Nobles'ın iki girişi var imiş, ikinci girişi Mall'a açılıyormuş. O sırada şıngır diye bir ses duyuldu, tüm Barnes and Nobles kafasını çevirdi, ne oluyoruz diye. Yanı başındaki Cheesecake Factory zaten hep mall'larda olur, iyi de biz bunu geçen sefer geldiğimizde anlamamışız.

Ben bir keşif yaptım, çocukları içeride babayla bırakıp, gizlice. Bir de baktım hem bir oyun alanı var, hem de atlı karınca, tabi bir de buz pisti. Bunun üzerine içeriden çocukları toplayıp, atlı karıncaya yönelmeye karar verdik,neşeyle. Yolda oyun alanını da gördük, ama pek bir kalabalıktı, tam Nehir arabasından iniyordu ki, aaa atlıkarınca diye ana hedefe yöneldik.

Güzel bir dönüşten sonra, arabaya gidecekken, yan kapı çat kapı Cheesecake Factory'e de gidelim bari (!) dedik. Bakmayın, yeme içme tarihimde ilk kez, ben bir şey ısmarlayamadım, sabahki koca omletten sonra. Neyse çocuklar ve baba yedikten sonra, garsonun şaşkın bakışları altında tatlı yemeden kalktık.

Ve uzun bir arayıştan sonra Whole Foods'a vardık. Central Market güzel güzel olmasına ama organik meyve bulamamıştık, ve Nehir hastaneden beri çilek istiyordu. Çilek, kayısı, bluberry aldık, ve baba artık RMH'de makarna, hamburger yemeyelim, balık yapalım deyince, artık tazesi de olan Omega 3 kaynağımız somonu da aldık. Ve kahvaltılık.

Akşam yemek servisi yapacak olanlara ayıp olur mu olmaz mı derken, "et yedirmek istemiyoruz" diye açıklama yapıp, babanın pişirdiği balıktan yedik, afiyetle.

İşte bugün güzel olan, Nehir'in uzun süreden sonra iştahı yerinde, sağlıklı yemekleri severek yemesi oldu. Leyla'nın da "cacao bliss"ine ve organik "raw" balına kavuştuğu için sevinmesi, yemekten sonra kızların çilek ve kayısı yemeleri günümüzün güzel geçmesine yetti.

Nehir sağlıklı ve mutlu, Nurgün'ün çok doğru söylediği gibi "kolay" ablası, annesi ve babasıyla birlikte keyifli.

Yarın Gonca'lara gideceğiz, akşam ise kürkçü dükkanı hastanemize. Nehir'e doktorların isterseniz iki gün RMH'de kalabilirsiniz dediklerini, sonra birkaç gün daha hastanede kalıp, ilaçlarımızı bitireceğimizi söyledim. Bittiğinde Houston'a döneceğimizi ve Seattle'a Seda'lara gideceğimizi," tatile" dediğimde, çok hoşuna gitti.

Hadi bakalım. Bu kez havuç çok güzel. Yapacağız.

DipNot: Nurgüncüm kitapları okuma zamanlaması konusunda çok haklısın. Ve şimdiki algılayışımın farklı oluşu veya belki de genel olarak daha iyi anlıyor, daha kolay anlıyor oluşum konusunda da. Güzel olan da bu ama. Şimdi zaman olarak doğru olup, karşıma çıkıp, benim iyi bir noktaya, yere gelişimde yardımcı olmaları. Zaten bu tür kitaplar hep böyledir, değişik zamanlarda değişik okumaları olur.Şİmdi ise bambaşka bir kitaba başladım. Adını yazmayacağım şimdilik, çünkü kitaba bir şans verdim. Ya tamamen beyaz dizinin 90'lı yıllardaki hali şeklinde devam ediyor olacak, ya da belki bir yerde anlam kazanacak. Derinden su üstüne çıktım, plajda güneşliyorum kıvamında! Türkbükü sahilinde dalga değil de fotoğraf makinaları sesleri eşliğinde hiiiç kafamı yormadan, lise günlerindeki gizli gizli okuma günlerini yad ediyorum, "adeta" (bunu da bir öğretmenimiz derdi, neydi bu Sandra? Gülerdik bol bol).

Friday, July 17, 2009

Gün 28: IL-2 Ends, Discharged for the Weekend

Sabah hemşire, doktorun söylemiş olduğu gibi 9 buçukta değil de öğleden sonra ikide çıkacağımızı, ilacın ancak o saatte biteceğini söyleyince, bir an ağlar mıyım diye endişe ettim. Nassı yani, dört saat fark, fazla "off" oldu plandan.

Neyse yine yapacak bir şey yoktu, tabi.

Sonra da zaten sıcakta dışarıda pek bir programımız olmadığını, çocukların oyun odasında eğlenebileceklerini düşündüm. Mahmut, Leyla ve Nehir önden oyun odasına gittiler, ben ise geceki uykusuzluğumu biraz olsun çekilebilir hale getirmek için duşa girdim.

Oyun odasına gittiğimde, bir masa etrafında oturmuş, ne olduğunu anlamadığım bir boyayla masa üzerinde, elleri köpük köpük bir "sanat" çalışması yapıyorlardı, yine evde denemeyin türden. Bunu da ilk kez gördüm. Traş köpüğüne boya katıp, karıştırıyorlardı. Ah, ama fotoğraf makinemin pili bitmişti. Hayal gücü, nehir ve Leyla beni görür görmez, "Anne bak" diye ellerini gösterdiler heyecanla

Biraz sonra Nehir kollarına bulaştırdı, ve canım acıyor demeye başladı. Ve Nehir'in çalışması bitti. Ben önce traş köpüğü bu, acıtmaz ki derken, birden aklıma kolundaki kurumuş bölgeler geldi, ve yanabileceğini anladım. Hemen, yıkayıp, e vitamini yağı sürdük. Rahatladı.

Ve saat üç gibi çıktık. Çıkmak derken, baba eşyamız ile shuttle'a bindi, biz kızlar, yürüyerek RMH'ye geldik.

İki günlük aramız başladı.

Bu kez RMH'de yeni insanlar var. Bir kadınla ayaküstü sohbet ettik. Son günlerde oldukça farklılaşıp, Nehir'in hastalığı konusunda güçlendiğimi hissediyorum. Konuşurken biraz daha rahatım. Sohbet ettiğim kadın, bazen eski fotoğraflara bakarken, kocama biz nasıl bu noktaya geldik, böyleyken diye soruyorum, dedi. Ben de, ben hiç bunu sormuyorum, sorgulamıyorum, günü yaşamaya çabalıyorum dedim. Fotoğraflara bakarken, ya da çekmiş olduğumuz videolara, aklıma gelmiyor bile. O ana geri dönmek istiyorum deyince kadın, ben takılmıyorum dedim geçmişe. Gerçekten de "normal" hayatımıza dönelim derken, geçmişe dönmek değil, geleceği, normal yaşamak var aklımda. Ama farkındalığı yüksek.

Bugün kitabı bitirdim. Morrie demişki, ölüm fiziksel olarak sevdiğinizin bedenini alabilir, ama ilişki ölmez. Bence sevgi ilişkiden de büyük bir şey. İlişki bir karşılıklılık gerektiriyor ama sevgi kendi içimizde, karşıızdakinden bağımsız, bize ait. Sınırsız.

Bu düşünceyi tekrarlayıp duruyorum zihnimde.

Hayat bu, yaşadığımız. Bundan daha iyisi daha kötüsü diye bir şey yok. Olduğu kadarıyla. "This is as good as it gets". Olanı yaşamak, olabildiğince zengin, derin deneyimlerle yaşamak yapabileceğimizin en iyisi. Bu da anı yaşamaksa, buna çalışmalıyım sadece.

Morrie yaşlanma ile ilgili diyor ki, hiç geçmişe dönmeyi istemedim, genç kalmayı. Çünkü yaşla gelen öğrenme, yaşamı farklı yaşama gençlikte yok. Bu çok doğru, ben de hep öyle düşündüm. Zaman zaman 30larda birkaç yıl asılı kalsam diye düşündüğüm oldu. Olgunlaşmaya başladığımı hissettiğim yaş, 30 oldu çünkü. Bu yıl ama yaşlanma bana cazip gelmeye başladı, bedensel olarak yaşlanmanın karşılığında ruhen gitgide özgürleşmeyi tadıyor insan. Tesadüf değildi, o yaşlı kadın figürü çıktı karşıma müzede. Bu yıl tüm korkularım karşıma çıktı. Bu yaşadıklarımız ama aslında korkacak bir şey olmadığı, hayatın bir bütün olduğunu, Yeşim'im söylediği, benim dün yazacakken atladığım, "tevekkül"ü anlattı bana. Aylar önce, bir eski yakınım, "Zeynep, tevekkül et" dediğinde, irkilmiştim, neyi kabul etmeliyim, ne demek şimdi bu diye...şimdi anladım iyice. Ya da anlamaya başladım.

Tüm öğretmenlerime! Hayata!

DipNot: Aman ha sakın ben çözdüm hayatın anlamını demiş olmayayım, yok yok o kadar da değil. Guru olmak öyle kolay değil. Sadece büyüyorum, ve kendi kendime büyüdüğümü farkedince hoşuma gidiyor. Hem de Nehir sağlıklı ve mutlu, belki de asıl yaşam sevincim ondan. Bir yandan da hayat bana artık tokat atmasın diye kendimi daha da hazırlıklı tutmak istiyorum. Derken yine tuzağa düşmüş oldum. Amaaan, varolmanın dayanılmaz hafifliği! Karmaşık, ortaya karışık bir yazı oldu.

Thursday, July 16, 2009

Gün 27

Dün gece Nehir saat 1 itibariyle yine sıklığı konusunda bir şey söylemekte zorlanıyorum, acaba yarım saatte bir mi, bana o kadar çok gelecek şekilde uyandı, yatağında dikildi, "arabam nerde", "emziğim nerde", "anne bi gel", "anne uyandım", "anne uyuyorum" gibi birbirinden güzel seçme cümleler sarfedip, karşılığında benden "hadi kafanı koy yastığa bakim, uyku saati" cümlesini duyabildi sadece. Artık tahminen saat dört buçuğa falan yaklaştığında, "Aaa, hadi ama ben uyuyacağım" a dönüştü cümle. Sonunda uyudu, herhalde, ne zaman nasıl bilmiyorum, ben gözümü sabah hemşire vardiya tesliminde açtım. Odada birbirlerine anlatıyorlardı, "2 yaşında, Houston'dan geliyorlar, originally Türkiye'den gelmişler, oradaki doktorlar çok şans vermemiş"...detayında. Bizde olsa "dedikodu" denir bu kadar bilgi paylaşımına, buaead hasta bilgisi değişimi deniyor! Ayrıca TCH'de bunu kapının dışarısında yapıyorlardı, burada odada, pompa başında, çeşme başı muhabbetine dönüşmüş iş.

Tabi geldiğimizden beri dikkat çeken, TCH ile Cook'un önemli bir farkı, TCH bir tıp fakültesine (medical school) bağlı, Cook değil Yani biz sade bir doktor görüyoruz, ve her odanın dışındaki çalışma istasyonları da yok, hani hasta dosyalarının ve bilgisayarların durduğu. Grup halinde dolaşmalar da yok. Bence durum kritik değilken önemli değil, ama kritik olması durumunda ne kadar çok doktor o kadar iyi diye düşünüyorum. Sadece, Özlemcim saygıda kusur etmeyeyim eğitime ama, intern ziyaretlerini özlediğimi söyleyemeyeceğim, sabahın 7sinde, 8inde.

Neyse işte böyle bir gece ve sabahki müşahededen sonra bize yine sıradan bir gün düştü.

Bu kez Nehir'i iki kez oyun odasına götürdük. Ama esasen artık çıkıp koşması lazım. Kısıtlı hareket yetmiyor.

Ben ise dün gece "Tuesdays with Morrie" başlıklı bir kitaba başladım. Aslında Mahmut'a almıştım, bir profesör ve eski öğrencisinin yıllar sonra profesör ALS diye bir sinir sistemi hastalığına yakalanıp, yavaş yavaş ölürken, eski öğrencisi ile salı günleri, hayat, ölüm, ölmek, aile, öncelikler üzerine yaptıkları konuşmalar.

Bu yıl, aralık ayıydı sanırım Mahmut kanser üzerine araştırma yaparken, internette bir konuşma bulmuştu, 47 yaşında Carnegie Mellon'da profesör, pankreas kanserine yakalanmış bir adamın son "dersi", Last Lecture. Temmuz 2008'de ölmüş. Konuşma 2007'de. Internette dinleyebilirsiniz. Kitabı da var.

Mahmut bu konuşmayı dinlediği sırada ben dinleyememiştim. Kaldıramayacağım bir dönemdi. Sonra da kitabını aldı, ben elime alamamıştım.

Şimdi bu elimdeki kitabı okurken ama, ölümün benim için de farklılaştığını anladım. Bu yıl, özellikle çocuğunu kaybetmiş anne ve babaların yazdıkları blogları okurken, çok ağladım ama gerçekten bir yandan çok korkarken bir yandan da bu gerçeği kabul edebildiğimi anladım. Ve benim için hayatımın dersi sevginin zamandan ve yerden bağımsız olduğunu anlamak oldu. Yani bir insanı fiziken kaybetseniz bile sevgisini kaybetmiyorsunuz. Bir anne şöyle yazmış, iki çocuğum var, biri bizimle yaşıyor, diğeri cennette. Bu çok özgürleştirici bir fikir.

Ben hayatta hep sevdiklerimi kaybetme korkusu yaşadım, küçük yaşta babamı kaybettiğim için. Büyürken de "ölüm" kafamı kurcalayıp durdu. Yaşlanma. Leyla doğduğunda değil, ama Nehir doğduğunda bir başka korku başladı. Kendi ölümüm. Ben ölürsem çocuklara ne olacak endişesi. Kim bakacak. İkisinin ilişkisi nasıl olacak...Derken hayat bana "saçmalıyorsun" tokadını atıverdi. Hiç beklemediğim bir şekilde. Nasıl ki, 10 yaşımda babamın ölümünde şok yaşadıysam, bu kez kızımın kanser oluşunda yine şok yaşadım. Yani bunca yıldır kurduğum tüm ölüm olasıklıkları, hastalıklar dışında bir şey oldu hayatımda. Yine ezberim bozuldu. Halbuki kendimce her acıya hazırlıklıydım.

Neyse bu yıl ölüm-kalım yılı oldu. Bu kitaplar da karşımıza çıktı.

Şimdi bu yazdıklarımdan Nehir'le ilgili bir şüphe duyduğumu düşünmeyin. Ya da yine yeni yeniden "düştüğümü". Hayır. Ölüm hakkında konuşabilmek benim için önemli bir adım. Korkmadan. Bizde, en azından benim çevremde böyle idi, hep saklanır ya çocuklardan, ve acı doludur son yolculuklar.

Bu iki kitap ölüme serinkanlılıkla yaklaşan insanları anlatıyor. Morrie diyorki, sabahları uyandığımda, bazen dehşet hissi yaşıyorum, ağlıyorum da, ama sonra o gün de yaşadığımı düşünüp, güne devam ediyorum. Kendime acımadan diyor. Bir yerde de ölüme hazırlanarak veda ederek gitmenin onu şanslı yaptığını söylüyor. Kendini "şans"lı bulması, öğrencisini şaşırtıyor, çünkü gitgide tüm kas hareket imkanının kaybeder bir şekilde ölüyor, yavaşça.

Bu "şans" da beni düşündürdü. Çünkü ben de bu süreçte çoğu kez "şanslı" olduğumuzu düşündüm. Ya da hani sık sık yazdım, kendimi mutlu yakaladığımı. "Learn how to die, learn how to live" diyor bir yerde. Evet, ölümle karşılaşınca, "gerekli"leri, "essentials" ı anlıyor oluyorsunuz, diyor. Bu da çok doğru, her gün çocuklarla bir şeyleri paylaşırken çok daha sindirerek yaşıyorum. Nehir'e bir şeyleri gösterirken, doğada, ben de daha başka görüyorum "çevre"mi artık. Ve gerekliler. Hele dostluğun önemi...şakayla karışık, facebook listemi yeniden düzenleyeceğim ben de! "Essential friendships".

Neyse henüz kitap bitmedi ama Mahmut'un da benim de farklı bir gözle okuduğumuz kesin.

Bu yıl yaşama daha yakın durduğumuz, aile olmanın gücünü hissettiğimiz, güçlendiğimiz de.

İşte yeni soru şu, tüm bunlar bttiğinde bu derslerimizi aklımızda tutmayı, davranışlarımızda sürdürmeyi başaracak mıyız, yoksa gitgide unutup, "normalleşme" sırasında, bizde "eski" davranış kalıplarına geri mi döneceğiz. Çünkü bu iki adam sonuçta kesin bir sona yaklaşırkenki dönemi anlatıyorlar. Bizim sonumuz inşallah, mürüvvetli!. İşte bunları yazıya dökmek belki arada geriye dönüp neler yaşadığımızı, hissettiğimizi hatırlamamıza yardımcı olabilir.

Nehir sağlıklı ve mutlu. Annesi onun sevgisine sahip olduğu için çok şanslı.

Wednesday, July 15, 2009

Gün 26

Üçüncü günü geride bırakıyoruz. Gece Nehir "beep"leyip durdu, ve saat 4 kontrolünde uyandı, uyuması uzun sürdü. Uykusu az gecelere bir tanesini daha ekledik. Neyseki ben eskisine göre daha rahat geçiriyorum günü, uykusuz da kalsam. Yani dokuz aydan sonra sonunda uyum sağlıyorum! Bravo bana.

Sakin bir gün geçirdik.

Düşünüyorum kayda değer bir şey var mı diye, hmmmmm, hmmmmm.

Nehir sağlıklı ve mutlu.

Onun dışında bugünle ilgili ileride dönüp hatırlamak isteyeceğim, bu hastane yatışımızdaki bizimle üç gündür ilgilenen hemşireler. Biri esas hemşiremiz, Anne, diğeri stajyer hemşire Katherine. İlk yatışımızda da ilk gün bizimlelerdi. Benimle sohbet etmişler, Fort Worth'de gidebileceğimiz yerleri söylemişlerdi. Central Market'ın olduğu yeri örneğin. Bu kez, üç gün bizimle oldular gündüzleri ve çok sevimliler. Yani bilgi ve beceride şimdiye kadarki en iyi hemşire, ilik naklindeki Asyalı hemşiremizdi. Dört dörtlüktü. Bu ikili ise, daha genç, bilgi ve birikimleri daha az gibi, ama Nehir'le çok güzel iletişim kurdular. Aslında zor değil belki ama Nehir'in kendi kendine şarkı söylediğini görünce, bildikleri tüm çocuk şarkılarını, tüm el hareketleriyle birlikte ve aynı anda yaparak, harika bir "duo" oldular. Ve Nehir dressing change'de bile, ilk kez sakin kaldı-mış. Birkaç da Türkçe kelime öğrendiler, "özür dilerim", "teşekkür ederim" gibi, ve soyadımızı doğru telaffuz etmeyi bile başardı Anne, ba ya zıt olarak.

Evet, sanıyorum bu kalışımızla ilgili hatırlamak istediğim bu.

Ve Dr. Granger. Bugün de uğradı. Teksas'lılara ait güneyli misafirperverlik ve iyi insan örneği bir kadın. Yüzünden iyi niyet akıyor. İçi dışı bir derler ya. Naif belki de. Dün neden yetişkin değil de çocuk onkolojisini tercih ettiğini söylerken, bir yandan yetişkin onkolojisinin çok "business" olduğunu söylemişti. Gerçekten de böyle bir kadından "business" beklemem.

Evet, kızlar iyi,

Eh, anne-baba da iyi.

M A Ş A L L A H.

GülnurİçinÖzelNot: Gülnurcum Leyla matematik ödevlerini, İngilizce kitaplarını bitirdi, Türkçe kitaplarından da üç taneyi bitirdi, dördüncüye başladı. Bu notu sadece Gülnur için yazdım, dayanamadım. Tahminen Leyla'nın doğduğu günden beri arkadaşı, şimdi okul arkadaşı Demir daha bu aşamada değildir, biraz takılayım istedim. Ama sakın Demir'e gidip, "Bak Leyla yapmış" deme!

Tuesday, July 14, 2009

Gün 25: First Round of Accutane Ends




Bugün de rahattık.

Nehir sabah 6'da uyandı, beni her zamanki gibi, "Anne bi gel yanıma" diye yanına çağırdı. Ama ben gittim gitmesine ama uyanmayı reddettim. Hatta bir ara sırtımı dönmüşüm, arkamdan birşeyler söylüyordu. Bir ara hemşireler girdiler, gece gündüz devir teslimi oldu. Derken "Maam" diye bir sese gözümü açtığımda, Nehir de yanımda uyuyordu ve saat dokuzdu. Bu çok sevgili ses öğlen ve akşam yemeğinde Nehir'in ne yiyeceğini soruyordu. Bu soruyu beni uyandırarak sorması ne kadar yerindeydi, ne yanıt verdiğimi hatırlamıyordum sonrasında.

Böylece saat 9'da başlayan Nehir'in günlik hastane maceraları yavaş bir tempoyla sürdü.

Peki, Leyla ve baba neredeydiler, saat dokuzda çoktan gelmiş olurlardı. Baba Nehir için pilav yapmıştı, ve az sonra onlar da geldiler.

Bugün bir ara Hande ile konuştuk SKYPE'de. Bir ara ben Leyla ile Central Market'a gittim, değişiklik olsun, oradan bir şeyler alalım yemek için diye. Esasen ben yer değişikliğine, ve biraz harekete hemencecik hasret kalmıştım. Bugünkü büyük kız anne saatinde sanıyorum geldiğimizden beri ilk kez külahta dondurma yedik Leyla ile.

Döndüğümüzde hemşireler, Nehir'i görmeliydiniz, dressing change'de ağlamadı, biz de ona şarkı söyleyip durduk dediler. Nehir "küçük kız uslu durdu" diye kendi yorumda bile bulunmuş. Doğrusu yemek için çıkarken, bir yandan acaba biz yokken dressing change işi de biter mi diye düşünmemiş değildim. Ama sakince bitmiş olduğuna hem şaşırdım hem de çok sevindim.

Tüm bu etkinlikler sonucu, Nehir uyumamıştı, ve uyumadı da. Sabahki uzun uyku, öğle uykusunun yerini aldı.

Biz de en sonunda uykudan vazgeçip, hep birlikte, monitörümüz, borularımız, kızlarımız yine yollandık oyun odasına. Bu kez hep birlikte resim yaparak başladık. Sonra Nehir'in yönlendirmeleriyle oyunlara devam ettik. Döndüğümüzde babasıyla ablasının arkasından dünkü gibi ağladı ağlamasına ama her çocuk gibi kapıdan çıktıklarında sustu hemen. Ve sızdı. Ama accutane vermek için uyadırayım derken, bir de akşam hemşiresi tartmalıyım deyince, Nehir uyandı, ve saat dokuzda ancak uyudu, bir seri mızmızlık ve en sonunda tatlı bir sohbetten sonra.

Nehir büyüyor. Artık neler olup bitiyor öğrenmek istiyor. "Ablalar n'apıyorlar", "işimiz bitince çıkıcaz", "hastaneye gelicez", "parmağımdaki n'apıyor" gibi soruyla karışık anladığını aktardı bana. Dün de ablasına "benimkinden" deyip, buradaki ilaç pompalarını yani Texas Children's dan alışık olduğu "pole" ,üzerindeki pompaları gösteriyordu. Ben de eskisine göre daha çok açıklama yapıyorum. Bugün anlattım ona, "Hani sen daha küçüktün, karnın ağrıyordu. Önce sana bu boruları taktılar, sonra yavaç yavaş ilaç verdiler. Artık iyileştin. Şimdi vücudunu güçlendirmek için başka ilaçlar veriyorlar". Dinledi beni cankulağıyla. Sonra ablasıyla babasını sordu. "Nerdeler?" diye. Ronald McDonald House'dalar, hepimiz bu odada uyuyamayız, yer yok deyince ikna oldu. Sayılır. "Ben de babamla gitmek istiyorum" dedi. Aslında bu normal katta aileye izin var imiş, ama biz ikiye bölünüp daha rahat dinelenelim istedik, hele RMH yolun karşısı olunca. Ve bir yandan Leyla için de daha iyi oluyor, buradan çıkışta, yemek yiyip, basket oynuyorlar, dün piyano çalışmıştı, ve akşam da film izliyorlar. Leyla da "normal" bir saat dilimi geçirebiliyor böylece.

Leyla da hala neden İstanbul'da böyle hastane yok diye sorup duruyor. "Olsaydı, her okul çıkışı, ama her gün sizi ziyarete gelebilirdim" diyor. Ona da anlatıyorum, gelişmiş ülke, gelişmekte olan (en sevdiğim cümle!) ülke farkı. Bina yapmanın kolay olduğu ama doktor, hemşire bulmanın zor olduğu. İstanbul'da Nehir'in sadece bir doktoru olacakken, burada bir takım halinde çalıştıkları. Leyla da isimleri biliyor artık, Nuchtern, Russell, Granger sayıyor. Bugün yine yad ettik sevgili Dr. Nuchtern'ü. Nasıl hem bilgi, hem de el becerisi, tecrübe istediğini, kardeşi için çok önemli bir işlemi yaptığını. "Evet, babişko sevinçten ağlamıştı" dedi. Bu yıl Leyla'yı en çok etkileyen bizim gözyaşlarımız oldu. Bilmiyor ki, onlar büyürken, daha çoook gözyaşı dökeceğiz, sevinçten.

Her şey yolunda. Kızların ikisiyle de "bilgilendirici" sohbetler umarım ikisine de yararlı olmuş, endişelerini azaltmıştır. Bugün Dr. Granger uğradı, laf lafı açtı, bu işi neden sevdiğini anlatırken, "Bakın ilk teşhis edildiğinde kimbilir nasıldınız, şimdi nasıl, Nehir'e bakın, harika görünüyor, işte bana bu yetiyor" dedi.

Hep böyle kalın fıstık kızlarım, sağlıklı ve mutlu. Ve meraklı, öğrenen.

SevgiliBlogOKurlarıKusuraBakmasınRMHousedakilereNot: Fotoğraf makinamın bilgisayar bağlantı kablosunu unutmuşum, bir de saç kurutma makinasını...Nehir'e yarın meyva getirmek de iyi olur. Please and thank you, these are the magic words!

Monday, July 13, 2009

Gün 24: Second Round Starts With IL-2

Ve başladık.

Ve Dr. Granger'ın dediği gibi, ve bizim de alışık olduğumuz gibi, M A Ş A L L A H, çok rahat geçirdik, geçiriyoruz. Yani bir yandan monitöre bir yandan da serum ve ilaçlara bağlı olması dışında, "kendinde" geçirdi, geçiriyor. Sabahı, dün yaptıkları VRE (bir virus) testinin sonuçlarını beklediğimiz için odada geçirmesi gerekti. Uzun süreden sonra hastaneden keyifli SKYPE konuşmalarımızı yaptık.

Öğleden sonra sonuçlar beklediğimiz gibi negatif gelince, sevinç içinde, Leyla ile oyun odasına gittik. Nasıl mı, bir arabada monitör, bir elimizde meşhur "pole", yani serum ve ilacı taşıyan askılık, Nehir ve Leyla elele, küçük bir kervan olarak gittik oyun odasına.

Nehir artık iyice alışkın, beni doll house'a götürür müsün, şimdi şuraya, sonra buraya diyerek yönlendirdi bizi. Biz ise ağır araç görünümünde, neyseki olduça büyük oyun odasında nispeten kolay manevra yaparak Nehir ve Leyla'nın oyun oynamalarını sağladık.

Görevi tamamlamanın, alıştığımız hastane rutininde olmanın, ve Nehir'i neşeli görmenin tatlı rehaveti var üzerimde.

Akşam, acaba hiç doktor göremeyecek miyiz derken, yine Mark Dungan'da sıklıkla adını gördüğüm, Dr. Eames uğradı. O da çalışmanın çok heyecan verici sonuçları olduğunu tekrarladı. Gelcek haftanın daha zor olacağını, ama sonuçta endişe verici yan etkilerin az çocukta görüldüğünü yineledi. Bakalım.

Ah sahi, dün gece Nehir beni yanına çağırmış, yanyana yatarken, uykumdan bir ağlama sesiyle uyandım ki Nehir yataktan düşmüş! Bir an "borular" diye aklımdan geçirdim dehşetle, sonra henüz seruma bağlı olmadığını hatırlayınca, rahatlayıp, tahminen poposunun üstüne düşmüş Nehir'i yerden aldığım sırada içeriye iki hemşire birden daldı. Fakat, TCH'teki muhtemelen, doktor çağırmak, buz koymak, incelemek yerine, yere ve yatağa ek yastık koyup çıktılar! Aslında hoşuma gitti çünkü boşuna uykusu bölünsün istemedim. ve kan değerlerinin iyi olduğunu bildiğim için de endişe duymadım. O sırada hemşire içeri girdi, geçen sefer imzalatıp bu kez unutmuş olduğu, aynı yatakta yatma onay formunu imzalattı, saat gecenin üç buçuğunda! O da benim kadar dehşete düşmüştü sanırım!

Ama nasıl oldu, toplam 30 cm boşluktan sığdı da düştü anlamadım. Hande'cim seni andım, nasıl da biz karyolasının kenarlarını çıkarmışken çok erken deyip taktırmıştın!!!

Neyse bu gece boşluklarda yastık var.

İyi başladık.

Sunday, July 12, 2009

Gün 23

Ve işte hastanedeyiz.

Ve ben kendimi çok daha iyi hissediyorum. Nurgün bir kez yazmıştı, sana beklemek yaramıyor, iş yapman lazım diye. Haklıymış. Şimdi başlayacağız diye iyi hissediyorum kendimi. Diğer zamanlarda an-ları yaşasam da, yaşıyorum, yine alttan alta bir bekleyiş hissi oluyor. Hatta hastaneye birkaç kala, stresim artıyor.

Bugünü sabah ikinci kez sanat müzesine giderek geçirdik. Yeni bir sergi vardı, Güney Afrikalı bir sanatçı,

"William Kentridge:
Five Themes
July 12–September 27, 2009

William Kentridge: Five Themes features the most comprehensive survey to date of the films, drawings, books, prints, sculptures, and stage designs by this influential contemporary South African artist. The exhibition features the first American presentation and catalogue of the new work Kentridge has created since 2000 that dramatically expands his technical innovations as an artist filmmaker, enlarges the scale of his work in stage design and installation art, and extends his themes beyond the impact of apartheid in South Africa. Organized by San Francisco Museum of Modern Art and the Norton Museum of Art, the exhibition will also travel to the Museum of Modern Art, New York."

Ayda'cım ezberden yazdım!!!

Bu sergi çocuklardan daha çok bizim hoşumuza gitti. Değişik film yansıtma teknikleri kullanmış, oldukça teatraldi, bir iki tanesini çok beğendim. Yani yine sanatla ruhumuzu besledik. Sonra da müzede güzel bir öğlen yemeği yedik. Yani Leyla siparişini çok beğenmedi, Nehir scallopları yedi, makarnasını bıraktı, ama yine de güzeldi!

Döndüğümüzde yine tipik bir öğle uykusu uyumama saati yaşadık. Ama bu kez ben Nehir uyumasın istedim, nasıl olsa hastanede yatacağımız, ve hastane saatlerine alışması iyi olacak diye.

Nitekim artık altı olmuştu, odadan çıktık, bu kez bir kilisenin sponsorluğunda pizza yedik. Neyseki benim tatlı Nehir'im biraz havuç yiyerek kendine sağlık kattı. Sonra da ondan sakladığımız brownielerin paketini görüp, "Bu ne" diye sorup da ben "paket" deyince, ve içini açıp, brownie yiyince, "Bir tane daha paket (!)" istedi. ben de Nehir'ciğim ileride zor duruma düşmesin diye, "brownie"yi öğretmek zorunda kaldım.

Yemekten sonra ailecek basket oynadık. Leyla ve Mahmut zaten oynuyorlardı. Ben de dün akşam itibariyle basket oynamaya başlamış bulunmaktayım. Mahmut en sonunda "hocam" olmayı başardı! Bunca zaman kırk olmayı beklemişim! Nehir de kendi boyuna göre bir top ve bir potayla bizim yanımızda oynadı. derken üç yaşındaki Anita ile "sıra" ile oynadılar. En sonunda ise bize su getirdi. Dün tabi yazmamıştım, Nehir'n kafasına attığım basket topunu! Yani potadan sekti! Bugün daha dikkatliydim.

Artık saat sekiz buçuğa geliyordu, odaya gittik, Nehir'i duşta yıkadık, borularını ıslatmadan, pijama şortlarını giydi, ve hastanedeki odamıza geldik. Cook's un iyi yanı, doğrudan, ve hiç beklemeden gelebiliyor oluşumuz, telefonda odamızı da söylüyorlar, geliveriyoruz. Nehir, saat 9'da sızmıştı.

Yarın sabah 8'te, IL-2 vermeye başlayacaklar. Ve ben hiç dinlememişim, ya da duymamışım, dört gün 24 saat alacakmış. Bunda sıkıntı olacak şey, bu kez normal kattayız ve TCH'dakinin iki, üç katı olan oyun odasında oynar Nehir derken, monitora bağlı kalacaksa, hiç odadan çıkmayacak oluşumuz. Durun bakalım, yarın doktorla konuşacağız belki monitorde olmadığı zaman olabilir.

İşte son birkaç gündür yazdığım telgraf notlardan sonra size o, şu, bu.

Herkese iyi bir hafta diliyorum, bizim de bu hafta yapacak işimiz var. Tedavimizi bitirme, Nehir'i iyi tutma yolunda atılacak adımlarımız var.

FotoNot: Düne ekledim fotoğrafları, kuşlar çok şirinler! İlginç olan, bugün Kentridge de bol bol kuş figürü kullanmıştı. Karşıma çıkmasının güzel bir anlamı olmalı. Kuş gibi hafiflemek! Kuş gibi özgür olmak!

Saturday, July 11, 2009

Gün 22





Kısa kısa.

Sabah yine geç bir kahvaltı, sonra oyun odasında babanın çıkmayalım sıcakta ısrarına rağmen, kızların baskısıyla, Borders'a gittik. Kitapçıda herkes kendi halinde kitap baktı, biz kahve, kızlar kakao içtiler. "Takıldık".

Sonra Central Market'ta bu kez ayaküstü atıştırmadan sonra yine geç bir öğle uykusu.

...

Nehir ve Leyla ile uyuya kalmışım.

Bugünün en tatlı anı kitapçıda Nehir'in "i meyl" yazacağım deyip, bilgisayarın başına gidip, "i meyl" diye tuşlara basışıydı. Ah bir de RMH'nin avlusundaki küçücük ağacın içine yuva yapmş kuş ve yavrusu!

Fotoğraflar yarın, çünkü nedense yükleyemedim.

İyi pazarlar size!

Friday, July 10, 2009

Gün 21

Sabah 9 gibi uyanarak ailemizin en uzun uyuma rekorunu kırdık. Bu durumda kahvaltı edip, toparlanıp, klinikteki randevumuza gittik. Klinik ana baba günüydü. Bu hafta "survivor"ların katıldığı bir kamp vardı, dönüşünde kontollerini yaptıran çocuklar vardı çoğunlukla. Gerçi buranın küçüklüğü nedeniyle kalabalık görünüyordu.

Yine bekleme odası yorunca beni, küçüklüğün yarattığı biraradalığın zorluğundan olduğunu anladım. TCH'in büyüklüğü nedeniyle daha kalabalık bile daha dağınık oluyor. Bunun zorluğu, örneğin bugün "port"una access için uyuşturma kremi sürdürmek istemeyen bir çocuğun çığlıkları karşısında, anlamaya çalışan Nehir'i rahatlatmaktı. Yani kendi acıları dışında başka çocukların da stresleri ulaşıyor.

Klinik çıkışında yemeğe gidip, RMH'ye gelişimiz iki buçuğu buldu. Nehir öğlenleri çok zor uyur oldu. Yine önce uyku taklidi yaptı, gözlerini kapatıp, "ho piş" yaparak. Sonra, bir babaya gideceğim, bir ablaya gideceğim, bir anneye gideceğim diye yatakları dolaştı. En sonunda hepimiz uyumuşuz. Saat 6'da uyandık!

Yine kısa bir market turundan sonra, su gibi ihtiyaçlarımızı alıp RMH'ye döndük. Dışarısı ya nı yor. Nem yok ama bana daha sıcak geliyor. Bugün internetle buluşmam akşamı buldu. Yorumlarınız için teşekkürler. Tatsız haberleri yazmayayım diyorum ama bu o çocuklara haksızlık, yani onları görmezden gelmiş hissederim. Ve ailelerinin yaşadıkları acıları. Ama bir yandan da şükrediyorum, bu çok doğal. "Survival" güdüsü.

Bu sabah kahvaltıdan sonra mutfağı toparlarken, baktım iş tezgahı kirli gibi, sileyim dedim. Derken aklıma Vietnamlı baba geldi. Tam karşımda gülümseyerek yemek yapışı canlandı gözümde. Bir keresinde ben silecekken, "ben yemek yapıyprum, sonra temizlerim, bırak-ın" demişti. Bugün onu anımsayarak tezgahı sildim, sonra da ocakları. O olsa böyle yapardı. Kendi kirletmiş, kirletmemiş bakmadan temizlerdi çünkü. "I am cooking for my son" diyordu. Bundan üç ay öncesine kadar hiç yemek yapmazmış, Mahmut söylemişti. Yalnız bir keresinde bir ördek miydi, şöyle bütün, onu getirmiş, bıçakla parçalamaya hazırlanıyordu ki, içimden bu mutfakta böyle yemekler pişmese diye düşündüm. Ertesi gün ise kurbağa...şaka.

RMH, Leyla'nın okuyup, Nehir'e otele gidiyoruz dediğimde beni düzelttiği gibi, "Hayır orası bir ev, a house that love built". Evet, RMH'de asayiş berkemal. Pazar gecesi hastaneye yatacağız. İyi haber, bugün Dr. Granger, IL-2 tek başına sorun çıkartmıyor, ilk hafta rahat geçer dedi. Nehir'in kendi kendine tekrarladığı gibi, inşallah, maşallah, inşallah, maşallah.

Thursday, July 9, 2009

Gün 20

Fort Worth'deyiz.

Dört buçuk saatlik yolculuğumuzdan sonra, akşam 8'i onbeş geçe geldik. 8'den önce girmek lazım, ucuucuna yetiştik. Yolculuğumuz daha rahattı. Eşyamız bir nebze daha az. Yolu bildiğimiz ve nereye, nasıl şartlara geleceğimizi bilmenin de yarattığı bir rahatlık vardı.

Gelir gelmez bir şeyler yedik, ve odaya yerleştik.

Geçen sefer tanıştığımız bir kadına rastladım, zaten burada olacaklarını biliyordum, beş altı ay daha buradalar. İyi olmayan bir haber verdi. Hani Vietnamlı bir baba vardı, dedi, yeek yapan, "Mr Cook" diyorduk, oğlu ilik naklinde ölmüş, geçtiğimiz cuma. Teşhisi neydi bilmiyorum. Şaşırdım. Allah rahmet eylesin. Aslında çocular olduğunda bu lafların önemi azalıyor, onların hepsi melek.

Yorgunum.

Yatıyorum.

Nehir sağlıklı ve mutlu. Arabaya binerken Houston'da, "Nebe nerde?" diye sordu, yani RMH'a geleceğimizi anlamıştı.

Wednesday, July 8, 2009

Gün 19







Yazasım yok. Harley iyi değilmiş. 6 ay veya daha az ömrü kalmış. Haftaya "scan"lerden sonra daha da "belli" olacakmış. Annesi, mucize beklediğini yazmış.

Söylenecek bir söz yok. Allah annesine, babasına, 6 yaşındaki ablasına güç versin. Harley bu dünyaya iyiki gelmiş, ailesine sevgi getirmiş. Ve sevgi sonsuz, zamandan, mekandan bağımsız...

Nehir sağlıklı ve mutlu.

Yarın gideceğiz. Size fotoğraf koyuyorum. Sabah Memorial City Mall'daki atlı karınca ve oyun yerinde, sonra da Nursen Teyze'de akşam saati parkta.

Tuesday, July 7, 2009

Gün 18


Sıradan günlerimize bir gün daha ekledik.

Ah, ama durun, bugün çok farklı olarak, harika yağmurlu bir sabaha uyandık. Yağmurlu havaları sevmediğim o çok eski günleri düşünüyorum da. Güneşlenirdim bile! Şimdi, Nehir'i daha rahat giydireceğimiz bir gün diye hele çok seviniyorum. Arabada, 80 F'ı görünce, artık alıştığımız, 100 yerine, "Aaa bak bak" deyiverdim, çocukların sıklıkla söylediği gibi. "Anne anne, bak bak". Hepsi iki kez, garantiye almak için.

Bugün en önemli alışverişimizi yaptık. Nehir doğduğunda beri ilk kez bir "stroller" ve bir araba koltuğu aldık. Leyla'nınkileri ve öncesinde de yine başka bir arkadaşımınkini kullanıyorduk. Kullandığımız bebek arabasının katlama düğmesi kırılmış, tam o sırada eşyasını aldığımız Hintli ailenin verdiği arabayı kullanır olmuştuk. Şimdi babanın boyuna ve hafif, yani bellerimize uygun, ve bundan sonraki seyahatlerimizde rahatça kullanacağımız birini seçtik.

Araba koltuğumuz ise taa İstanbul'da yırtılmış idi. Bir türlü sıra gelmemişti, buraya gelince de sırasını kaybetmişti. Ama artık Fort Worth'e gidip gelme sırasında, uzun yolda, güvenli ve temiz bir tane olsun istedik. "Fena değil" olanda anlaştık. Bir de araba camına güneşlik aldık.

Yolculuk techizatımız tamamlandı yani.

Bu kez ne gerektiğini daha iyi bilerek, daha az eşya ile gitmeyi umuyorum. Bu yıl eşya topla eşya boşalt...

Şikayet mi bu yoksa. Hayır. Olmasın. Bu sayfalarda şikayet yok. Çözüm var!

Yaz tatili için Amerika'daki Türkler bir bir "memlekete" yol alırken, beni yalnizlık hissi aldı. Dün Özlem havaalanından aradı. Güldüm. Kışın "gidiyorum" dediğinde hüngür hüngür ağlamıştım. Bu kez ağlamadım.

Seda'lar da varmışlar. Nursen haftaya gidiyor, Ilgın'lar da...

Su gibi gidip gelsin hepsi!

Biz de.

TeknikNot: Yan tarafa "google search" ekledim, blogda arama yapılabilmesi için. Öğrencim Harun önermiş. Aydo, umarım bir şeyleri karıştırmamışımdır!
FotoNot: Eskice ir fotoğraf. İlk Fort Worth'de kızlar dergi okurken, yataklarında.

Monday, July 6, 2009

Gün 17

Yine sıradan bir gün.

Dün yazarken, farkına vardığım, sıradanlaşmanın dayanılmaz hafifliği var üzerimde. Geçenlerde Ilgın'lardayken, Seren'in annesi, evde nasıl geçiriyorsunuz günü dedi. Ben de içimden "Nesi var ki" dedim. Bugünlerde bakıyorum göreceli olarak küçük bir evde çok da güzel zaman geçiriyoruz. Kimse, "sıkıldım" demiyor. Çocuklarla ne ben ne de Mahmut bu kadar birebir zaman geçirmemiştik. Ne babanın ne de benim çocuklardan önemli işimiz yok. Birşeyler yapsak da eskiye göre tam zıt bir zaman dağılımında, kısıtlı zamanda iş, esas zamanda çocuklar.

Bunda çalıştığımız üniversite yöneticilerinin sonsuz desteği var. Şimdi tüm bu bağlamda, "work-life", "work-family" ilişkisi çalışınca "cuk" oturdu. Makaleleri farklı bir gözle okuyorum. Kurumların politikalarının olması yetmiyor, iş "karar"larda. İşte bizim yöneticilerimiz de insiyatifleriyle, kendi hayat tecrübeleri, hepsi de anne-baba, sonucunda destek verdiler, veriyorlar.

Çok şanslıyız. Çocuklarımızla, Nehir'imizle, Leyla'mızla böyle "kaliteli" zaman geçirdiğimiz için. Ve tüm bu olanların içerdiği büyük ironi. Bu işten pozitif bir durum doğması. Ama içimdeki sonsuz korku sürüyor. Kendime Nehir'in farklı olduğunu tekrarlayıp duruyorum, derken kendimi rahatlamış yakaladığımda, "Hayır, bitmedi, rehavete kapılma, kendini bırakma, her zaman her şeye hazırlıklı ol" diye uyarıyorum.

An-ları biriktirmeye devam. Nehir'i doyasıya hissetmeye, bu "aile"cek günlerimizin tadını çıkarmaya. Sonuna kadar. Tabi tüm bu yoğunlukta, "Aaaah, hadi bana sessizlik lazım", "Tamam, Leyla'cım aynı cümleyi üç kez tekrarlamana gerek yok, anladım seni", "Hadi oyun odasında oynayın biraz" cümlecikleri de dökülüyor ağzımdan. Yani, mükemmel değiliz.

Bugün "Eat, Pray and Love" ı bitirdim. Acaba bu kitabı okurken gözleri dolmuş biri olmuş mudur benim gibi. El kaldırın, lütfen. O kadar zamanlı olduki okumam, başka bir zamanda okusam bu kadar severek okur muydum bilmem. Tam kıvamında, hafif mi hafif, ama kendimle çok ilişkilendirebildiğim bir hikayesi vardı. Zaten 1969 doğumluymuş. Öğlen Nehir uyurken, onunla yattım, ve uzun süredir ilk kez, gündüz, başka bir işe kapılmadan, son bölümü, bir buçuk saatte bitirdim. Sonuna doğru tuvalete girme hissimi bile bastırıp, olur da Nehir uyanır diye, okumaya devam ettim. Elinize bir kitap alıp, severek, bırakmadan okumak kadar büyük bir zevk yok. Günlük koşturmacalarda, işin arasında gitgide azalan bir lüks bu da. Hele hiç bırakmadan okuyabilmek.

Yazara teşekkür ediyorum, beni aldı gezdirdi, "hafif" düşündürdü, geçmişime götürdü, sevginin önemini hatırlattı, paylaşmanın, birbirine iyi davranmann, anı yaşamanın önemini, bir şeyin sadece olmasını isterken değil, olduktan sonra da teşekkür etmeye devam etmenin önemini hatırlattı.

Nehir sağlıklı ve mutlu. Teşekkür ediyorum. Tüm iyiliklere, tüm iyi dileklere.

Sunday, July 5, 2009

Gün 16


Yine sıradan ve dolayısıyla çok güzel bir gün geçirdik. Sıcakları anlatmaya gerek yok. Sabit. Biz de dışarı çıkmayarak, veya akşamları geç çıkarak hava almaya, diğer zamanlarda kapalı yerlere giderek zaman geçiriyoruz.

Evde bugün Wii ile oyalandık. Baba ile ben de ilk kez bir oyunda karşıkarşıya geldik. Geçenlerde de beyzbolda Mahmut atmış ben vurmuştum. Hiç yapmamış olduğumuz bir paylaşım. İlginç oldu.

Nehir bu Wii işine bozuluyor, biz de o uyurken oynamaya çalışıyoruz. Babişko Leyla'ya bisiklet aldı. İstanbul'dakinden bir boy büyük gibi. Akşam evin yanındaki ağaçlık yerde bindi. Hatta ben de bindim. Neyseki kırılmadı.

Bugünle ilgili asıl yazmak istediğim ise Özcan İnci Bey'den almış olduğumuz e-mail. Nehir'i duymuş ve takip eden bir çiftin nikah davetiyesini göndermiş Özcan Bey. Davetiyelerinde, çiçek göndermek yerine Nehir'e bağış yapmalarını istemiş, Sonay ve Tarık! Ne kadar güzel düşünmüşler, hiç aklıma gelmezdi. Nehir ne kadar şanslı bir çocuk, onu böyle düşünenler var.

Sonay ve Tarık ayın sonuna doğru evleniyorlar, İzmir'de. Karşıyaka'da. Babaannemin son yıllarını geçirdiği yerde. Onlara şimdiden mutluluklar diliyorum, ve çok teşekkür ediyoruz bu hassasiyetlerine.

Nehir sağlıklı ve mutlu.

FotoNot: Sabahki oyun saatinden. Ablanın buluşu, buluşu demeyelim sanıyorum iki yaşından beri bayılıyor kutuların içinde oynamaya.

UzunuZamandırYazılmayıBekleyenNot: Nazo idi bubble ile oynama fikrini veren, biz de ne zamandır yapıyoruz, şimdi sabahları balkonda da bir fasıl balon patlatmaca oynuyor kızlar. Aklımıza getirdiğiniz için teşekkürler.

Saturday, July 4, 2009

Gün 15

Bu günleri saymak acaba zamana daha mı bağımlı yaptı bizi diye düşünüyorum. Tik tak tik tak. Say say bitmez.

Çok farklı bir gün değildi, evde geçirdik. Ev alışverişini yaptık.

Bugün 4 Temmuz havai fişek gösterilerini izlemeye gidelim istiyorduk. Öğlen Nehir uyusun diye çabaladık ama ben uyudum, baba uyudu, Nehir uyumadı. Saat 6 buçukta kucağımda sızmıştı.

Bir bakıma iyi oldu. Havai fişek gösterisi öncesindeki değişik etkinliklere katılmaya çalışmadık. Ve zamanını bildiğimiz ve bu işler buralarda akışa uygun gittiği için, saat 9'a doğru arabaya bindik, görebileceğimiz bir yerde durduk ve tam 9 buçukta başlayan 20 dakikalık gösteriyi keyifle izledik. Ben Nehir sesten acaba korkar mı diyordum ama çok çok da yakın olmadığımız için, eğlenceli geçti.

Yani amaca uygun bir akşam oldu.

Dönüş yolu, trafik nedeniyle bir saate yakın sürdü ama gittiğimize değdi. (Bence). Çocukların ikisi de eğlendi. Leyla dönünce hemen günlüğüme yazmalıyım diye heyecanlıydı, ama döndüğümüzde, saat 11'i bulmuştu, ve yazma işini sabaha bırakmanın daha iyi olacağını düşündü.

Nehir Accutane'i almaya iyi başladı, annesi ve babasını hayrete düşürerek. Bu akşam gerçi bir an "Dondurma yemeyeceğim" dedi, ama ben sonra "Leyla'ya dondurma vereceğim ister misin" deyince, "Ben de ben de" deyiverdi. Hatta baktrimi de dondurmaya kattım. Yine de dondrurmaya alternatif bir yiyecek daha bulmalıyız. Ben erimiş çukulata düşünüyorum.

Henüz tantrum görmedik. Geçen hafta sonu oldukça kötüydü, demekki GMCSF ve antibody, hastane kalışı sonrası imiş. Bu iyi. Cildinde, burun çevresinde kuruluk başladı.

Bakalım.

Nehir sağlıklı ve mutlu.

Friday, July 3, 2009

Gün 14




Gülnur aşkolsun! Aklıma hamile iken arabayı vurmuş olduğun geldi, o zamanlar "hamilelikten" olduğunu düşünmüştüm.

Bu sabah saat 11.30'a doğru ne zamandır düşünüp de yapamadığımız Children's Museum'a gittik. Adı müze ama içerisi oyun yeri. Deneyler, interaktif oyunlar, ve ikinci katta "toddler"lar için ayrı bir oyun yeri olan bir mekan burası. Bir baktık ki, otopark dolu, giriş kalabalık ama artık çocukları heveslendirmiştik bir kez. Girdik. İçerisi de kalabalıktı. Bir saat sonra yemeğe gitmek üzere, ve akşamüzeri de bir kez daha gitmek üzere (aynı gün içinde girebiliyorsunuz) çıktık.

Arabada Mahmut'a dedim ki, "Ne kadar kalabalıktı, üstelik babalar da vardı, herhalde bir sürü insan cumaları "off" alıyor" dedim.

Sonra "İstanbul"a gittik. Hülya, garsonlardan, bugünün 4 Temmuz öncesi tatil olduğunu söyleyince durup durup en kalabalık günü seçmiş olmamıza güldük. Ve akşamüzeri teşebbüste bile bulunmadık. Zaten yediğimiz yemekler üzerine pek de halimiz kalmamıştı.

Yine akşam, yemek sonrası park progamını yapalım istedik, ama fırında yapmaya çalıştığım, ve sonunda pişen ama bir türlü pişmeyen tavuklar sonucu saat 20.00'de ancak yemeği bitirebildik. Biz de yandaki ağaçlık alanda nehir'in bisikleti, Leyla'nın ipi, ve iki gündür oynamaya başladığımız plastik beyzbol sopası ve topuyla yetindik. Eğlenceli bir yarım saatten sonra, benim koluma yapışan sivrisinek manzarası ile, eve gidiş saatinin geldiği anlaşıldı.

Harley ile zihnim bulandı. Bugün biraz sıyrıldım. Bir yandan daha çok yolumuzun olduğu gerçeğini, bir yandan da Nehir sağıklı ve mutlu olduğu için şükretmem gerektiğini hatırladım.

Mahmut "Hepsi geçecek" dedi.

Evet.

Kızlarımla çok mutluyum. Leyla'nın ablalık hallerini, Nehir'in ona yetişme çabalarını izlemeyi çok seviyorum. "Oynayalım mı?" diye sorunca Leyla, "Oynayalım" deyip de peşpeşe oyun odasına gitmelerine bayılıyorum. Dinlendiğim için bir yandan da!

Teşekkürler.

FotoNot: Pek iyi olmadı fotoğraflar ama bugünden hatıra kalsın.

Thursday, July 2, 2009

Gün 13

Bugünü evde geçirdik... Akşam yemeği yedikten sonra ise parka gittik, çocuklar bir saate yakın oynadılar.

Nehir, babasıyla basket oynayan ablasını görünce "Babaa" diye babasına, "E, hadi sen babayla oyna" deyip, bu kez Leyla ile ben salıncağa binince, "Annee" diyerek bana geliyordu.

Ah benim tatlı kızım. Paylaşmak zor geliyor. Leyla da çok farklı değil ama. Dün gece Nehir erken bir saatte uyanıp, ben de Leyla'yı daha da uyandırmasın dyie yanımıza alınca, sabah, tüm geceyi mi, ne kadarını bizimle geçirdi diye soruşturup durdu. Akşam ise, Nehir'e, "Sabah ben seni alayım, birlikte kitap okuyalım, söz mü" diye yarının, "bizsiz" olmasını garantilemeye çalışıyordu. En çok da Nehir'in "Söz", deyip Leyla'nın buna inanıvermesine bayılıyorum. İkisi de çok iyi niyetli.

Ve yine parkin sonunda 18-24 ay arası bir kız çocuğu, kaydırağın başında oturmuş sırasını bekleyen Nehir'in kafasına şap şap vurunca...keyfimiz kaçtı. Kıza "no hitting" diye atlayıp, dayanamayıp, işi daha da zora soktum sanırım. Sonra toparlamak için, "A bak, senin kısa saçını çok sevdi, dokunmak istedi, annesine ben de saçımı kestirmek istiyorum dedi" diye bir hikaye attınm, ama bilmiyorum işledi mi. Leyla "Aaaa, sahi mi" diye sordu ama.

Geç oldu.

Harley'in annesi iki gün önce NBhope a yazmıştı, durumunun iyi olmadığını, ben de ona e mail atmıştım, yanıtına cevap yazdım şimdi. Zor geldi çok.

Yatayım.

İyi olan, Nehir'in tantrum hali iyiye gitti bugünlerde. İlk birkaç gün herhalde Fort Worth sonrası birikimmiş, veya ilaçlar daha da etkiliydi. Ve bu sabah iğne işi bitti. Haftaya pazara kadar Accutane ileyiz. Ve baktrim. Baktrim ne kadar basit ve en çığlık çığığa olanı oluyor!!! Bugün bir ümit Marcelle'i aradım, salı günü sormayı unuttuk, bu baktrim ne kadar sürecek diye...altı ay, hatta sanırım bir yıl daha var imiş.

Tüm çocuklar iyi olsunlar Harley de. Ali de.

Wednesday, July 1, 2009

Gün 12: First Dose of Accutane, 1st round

Evet, babanın yazdığı gibi "yine" boşuna kurmuşuz, çünkü dondurma mucizevi, ve Nehir güzel güzel çiğniyor içinde jel olan hapları.

Sabah altını değiştirirken, "Nehir'cim doktorlar sana yeni bir ilaç verdiler, ama alması için mutlaka ama mutlaka dondurma yemen gerektiğini söylediler, ne kadar şanslısın" dedikten sonra, "Hadi gel dondurma yiyelim mi, bak "pop" da edecekmiş bu ilaç yerken" diyerek verdik. Tabi Leyla da "Çok ballı, ben de hasta olsaydım" (Allah Korusun) gibi doğal tepkisini verince gerçekten de kolay oldu.

Günümüze çok yararı oldu, anne ve baba neşeli geçirdi günü.

GMCSF işi de olunca, sabah dışarı çıkmadık. Evde kaldık. Akşamüzeri Nursen davet etti. Hep beraber öğlen uyuduktan sonra, uyanışımız dördü buldu, baba arabayı havalandırmak için önden çıktı, ve geri geldi, sağ arka kapının camı düşmüş! Neyse Ronnie'ye gittik hep birlikte, seloteyple tutturdu, arabayı bırakmak gerekliymiş...Nursen Teyze'lere gittiğimizde, saat 7'yi bulmuştu.

İner inmez yemeğe oturduk, "zarif"çe. Sonra göl çevresi turumuzdan sonra, çocuklar, saat 8 buçuğa doğru, parkta oynadılar. Doğrusu dışarıda biraz zaman geçirmeleri güzel oldu.

Ve eve geldik.

Ben bugün Harley'in annesine bir e-mail attım, dün söylemediklerimi söyledim.

Şimdi ise commentleri okudum. Gülnurcum iyiki yazmışsın!!! Ben ip kolyeyi bulmamıştım! O kurdelayı, deftere süs diye koymuş olduğunuzu düşünmüştüm. Gerçi, "hunch" doğru imiş, görür görmez "Ayda" demiştim, ve ip kolyeye de bayıldım, ne kadar basit ve ne kadar güzel, çok çok sevdim.

Ne kadar güzel, biraraya gelip yapmışsınız. Ben de çok sevdim, geçmişte yolculuk yaptım. Başucuma koydum. Alıp alıp bakıyorum. Yalnız bir iki tarih eksik, ve ben de oturtamadım! Ahhhh yaşlanma böyle bir şey.

Keyfimiz yerinde. Nehir'cim ilacını böyle içmeye devam ederse, sadece side effect işi var. Ama bence GMCSF oldukça şiddetliydi. Dahası olmaz. Olmaz olmaz olmaz.