Sunday, June 26, 2011

İstanbul: Yeniden.

Uçtu uçtu, kuş uçtu... Derken geliverdik. Çarşamba günü vardık.

Öncesi: Ayıklama, toplama, sığma, sığdırma...ve vedalaşma. Önce Ithaca'ya veda ettik. Biraz zor oldu. Temiz havalı, sakin, yeşil Ithaca aklımızda, gönlümüze de tahtını kurdu. Edindiğimiz arkadaşlıkları saklıyoruz. Beslemeye devam edeceğiz. Ithaca'ya güzellemeyi yazacağım, sonra.

Araba kiraladık ve NY'a geldik. Uçağımız gece olduğu için zamanımız vardı. Önce Leyla için denklik belgesi aldık, konsolosluktan. "Dönüşte alıması güç olacak", dedi, eğitim ateşesi. Ben, önce anlamadım, "Sanmıyorum, eski okulunu çok seviyor", deyiverdim. Meğer, aradaki eğitim farkını söylüyormuş... "Ah", dedim, "Evet, bütün iş çocukların eğlenmesi burada". Ateşe, gülümsedikten sonra, "Ama biz de çok zorluyoruz", dedi. Düşündüm, doğru. Arada bir yerde denge kurmak lazım. Biraz akademik zorlama, bence iyi, ama nerede duracağız. Öğrenirken eğlenmek de önemli, ama orada da durmak gerekiyor...

İşimiz çabuk bitince, RMH'ye uğrayalım dedik. Yakına RMHnin önüne parkettik. Leyla heyeceanlandı, "RMH!!!". Tam arabadan indik, Maria'yı gördüm. Kızı Leyla ile yaşıt, ahbap olduğum, ve çok sevdiğim iki anneden biri. Biliyordum, o tarihte NY'ta tarama için olacaklarını ama haber vermemiştim, uğrayabileceğimizden emin olmadığım için. Sarıldık. Yanlarında geçen yaz, Leyla'nın çok sevdiği yaz kampı ablası. Leyla'yı görünce o da sevgiyle sarıldı, "Hadi gel içeri, Ben -başka bir abi- içeride ona mutlaka merhaba de" deyiverdi. İçeri girdik. Kapıdaki görevli ile selamlaştık bu kez...Çalışanlara merhaba dedik. Artık eve döndüğümüzü, ve güle güle demek için uğradığımızı anlattık...Leyla oyun odasına gidiverdi. Yenilenmiş. 5 dakika içinde kartondan bir araba yapmıştı bile. Biz aşağıya indiğimizde, geçen yıldan bildiğim birkaç çocuğu gördüm. Hala tedavide olan. başka çocuklar gördüm... Yüzleri, kemodan, beyazlamış, soluk... İçimden, hasta görünüyorlar, dedim. Oysa bir yıl önce Nehir de böyle iken, belki de, ne kadar da normaldi herkes bizim için. Şimdi, "dışarıdan", farklılaşmıştı her şey. Bir kız çocuğu gördüm. Saçı dökülmüştü. Hala tam çıkartamadım, geçen yıl, saçı vardı ama eminim. Aklıma takıldı, acaba nüks ettiği için mi öyleydi. Karmaşıklaştım orada.

Sonra dışarı çıktık. Babişko, "Haydi, Üsküdar'da birşeyler yiyelim," dedi. Leyla heyecanlandı, "Mantııı" diye. Gittik. Hüseyin Bey yoktu. Ortağı vardı. Sipariş verirken, "Sizin bir de küçük çocuğunuz vardı değil mi", deyince, ben koyverdim tabi. Adamcağız da ne yapacağını bilemedi, "Hayat devam ediyor" gibilerinden birşeyler dedi, içeri gitti. Derken Hüseyin Bey geldi. Onun la da biraz sohbet ettik. Böylece Üsküdar'a da veda ettik. Çamlıca gazozu, mantısı, nefis etli yaprak dolması, ve her zaman çok ilgili, saygılı, beyefendi Hüseyin Bey'i görerek.

Çıktığımızda bir saatimiz vardı. Bu kez, "Haydi, Central Park'a yürüyelim", dedim ben. "Uçağa binmeden biraz yürümüş oluruz". Arabayı zaten RMH'den sonra otoparka bırakmıştık. Babişko ve Leyla'da tekerlekli çantalar, benimse sırtımda sırtçantam. Yürümeye başladık. Bir anda farkına vardım. Sırıtmdaki çanta, yürüdükçe ağırlaşınca. Nehir'e veda ediyorduk, tipik bir hastane gününü yeniden yaşayarak!

Parka gidip, bir banka oturduk. Derken, babişko, kafasini eğiverdi. "Ne oldu?" diye sordum. "Kafamdan bir böcek uçtu sanki" dedi. Bir saniye sonra, baktık, bir kelebek. Geldi kondu babanın omzuna. Ve gitmedi. Oturduğumuz bir saat boyunca, babanın omzuna geldi, uçtu, tekrar geldi, benim bacağıma kondu, bankın arkasına...bizimle kaldı. Artık gitme zamanı geldiğinde o kelebeği orada bırakmak istemedik. Ayrılmak çok zor geldi. Zaten tüm bu vedadan zorlanan ben oracıkta da ağladım, ağladım, ağladım. Nehir'imin bir parçası hep orada, biliyorum. En sonunda kaltık. Baktık kelebek bir genç kızın kitabına kondu bu kez. Baba dediki, "Herkese konuyor bu". Ben de, "Kendine arkadaş buluyor" dedim. Çok duygu yüklü bir veda oldu, olması gerektiği gibi. Sürrealdi, yaşadığımız her şey gibi.

Gelince Carole'a yazdım. Dediki, "Nehir'i bize bıraktığını düşün, bu seni rahatlatır" dedi. Gerçekten de, böyle düşünmek. Üstelik, annesi Upper East Side'da yaşadığı için, sık sık onu ziyarete gittiklerini, artık Üsküdar'ı, RMH'yi daha iyi tanıdıklarını bilmek, beni rahatlattı.

İşte böylece uçağa gittik. Leyla, havaalanında, "O kelebek gerçekten Nehir miydi?" diye sordu. "Bilmiyorum, ama biz öyle hayal ettik", dedim.

Vardık. Leyla gece yastığa başını koyduğunda, "En sonunda Türkiye'ye geldik" dedi. Döndüğümüz için en mutlu o. Ara sıra anlattıklarından özlediği şeylerin, küçüklüğünde birlikte yaptığımız şeyler olduğunu anlıyorum. Anıları var. Çocukluk anıları. Mutlu anıları. Birlikte.

Bazen üzülüyorum, Leyla'nın hatırladığı annesinden farklılaştım diye. Daha üzgün, daha sabırsız, daha az birlikte bir şeyler yapan bir kadına, anneye dönüştüm. Leyla, bu anlamda, sadece kardeşini değil, ailesi de kaybetti. Umuyorum, hem babişko, hem ben, biraz daha iyileşir, biraz daha gülümser hale geliriz ve yeniden mutlu anılar biriktirmeye devam ederiz.

Bize soruluyor ya hep. Burayı mı özlediniz, Ithaca mı...Nerde yaşamalı.

Hiç farketmiyor. Her yerde o boşluk var. Mekan farketmiyor ki, yaşadığımız esas zorluk içimizde.

Evimizde olmak hem güzel, hem zor. Nehir'in hayali gözümde. Onunla ilgili imgeler gözümün önünde. Bu hem zor, bir yandan da güzel. Ya da bu imgelerin bana kendimi daha iyi hissettireceği bir an gelecek diye umuyorum, diyelim.

Ha bir de, yazmayalı, Leyla'm 10 yaşında, bense 42 oldum. Hatırlayıp da yazanlara içten bir teşekkür!! 40 yaşımdan beri her yıl sanki bin yıl ekleniyor üzerime. Neyseki, dünkü başarısız mahalle arası koşu denemem, bugün Boğaz'da başarıyla sonuçlandı. Ve ben kendime gelmeye başladım. Baksanıza oturdum, yazdım en azından!

Hoşbulduk!

Not: Koşu programını yazacağım, zaten eylülde hep birlikte koşacağız inşallah! Hazırlanmakta fayda var yani!!

Tuesday, June 7, 2011

Ara

Evet, uzun oldu ara. Olmuş.

Bu kez dönmeye yakın, önce biz kısa bir gezi yaptık. Sarper ve Serdar Amca'lara. Çok eskiye giderseniz, bizi Houston'da ziyarete geldiklerini hatırlarsınız. Nehir ile birlikte, Houston'daki sevgili restoranımız İstanbul'da yemek yemiştik, hep birlikte. Güzel günlerimizde.

Bu kez biz onları ziyarete gittik. Sarper'in (Andrea'nın) ve Serdar'ın evsahipliğinde, yedik içtik... Annelik-babalık, çocuk yetiştirme üzerine "derin"leştik. Kadın-erkek, anne baba farklılıklarımızı konuştuk.

Sonra da Washington DC'ye gittik. Bu kez, Leyla, küçük Leyla ile karşılaştı. Yine babişkonun eski bir dostunda, Ayşe'de, kaldık. Aaa, yazınca hatırladım, iki Leyla arasında bir dilek tutsaymışım. Gerçi, benim bir dileğim vardı hep. O da olmadı.

Washington'u çok sevdim. Tam bir başkent havası var. Biraz Paris'e benzetmişler. Müzelerini gezdik. Leyla, en çok havacılık müzesini sevdi. Bir de yeni bir müzesine gittik. "Newseum". Habercilik müzesi. Bu, ilginç oldu. Leyla'yı bunca yıl, kötü haberden saklayıp, pat diye önüne tüm yılların savaş, ve felaket fotoğraflarını çıkarmak, habercilik açısından ilginç ama annecilik açısından felaket oldu. Kendime sıfır puan verdim. Nasıl da düşünemedim. İçeri girince de, girmiş olunca, bilemedim. Katrina, 11 Eylül, depremler, savaşlar. En zoru Pulitzer ödüllü fotoğraflarıydı. Hani meşhur Vietnam'daki koşan çocuk fotoğrafı... Neyseki, diyebilirim, Bin Laddin öldürülünce, tüm 11 Eylül hikayesini öğrenmiş olmuştu, okulda, en azından bu olay yepyeni olmadı. Sanıyorum, yaralı bir asker görüntüsü ona en çok dokundu, bakalım kaç yıl zihninde yer etmiş olacak. Hani bir yerden, gerçek hayata başlamak lazım da, bu çok yoğun oldu.

En çarpıcısı ise, basında özgürlik haritasıydı. Türkiye, "yarı özgür" diye sarıya boyalıydı. Ama kırmızıya gelmesine sadece dört puan kalmış! Leyla'ya özgür habercilik konusunda, tarafsız habercilik konusunda bilgi oldu. Tüm dünyaya baktık, en özgür yerlere...İskandinavya tabi. Yazık ki ne yazık.

Eğlenceli bölümü ise, yaptığımız kısa haberdi. Leyla bir basket maçınının açılışını yaptı, "prompter"a bakarak. Ben ise yılların birikimiyle, "Beyaz Saray" önünden bildirdim!!! Ama görüntüyü izlediğimde gül gül yerlere yattık, zira prompter a bakarken, şaşı olmuşum! Muhabir deyip geçmemeyi öğrenmiş oldum. Gözler nasıl yerinde kalıyor bilmiyorum!! Bu da mı yaşla ilgili acep?

Habercilik müzesi, gittiğimiz ilk müzeydi ve sonraki havacılık müzesi ve "casus" müzesi Leyla'nın zihnini dağıtmış oldu. Casus müzesine ben önce itiraz ettiysem de, "suni" bulduğum için, tabi ki en çok onda eğlendik. Girişte kimlik değiştirdik, aralarda sorguya çekildik, bir misyon bitirmeye çalıştık. Casus numaraları öğrendik. En zevklisi, havalandırma borusunda yürüyüşümüzdü! Tüm çocukluk fantazileri gerçekleşmiş oldu. Şimdi ben fantazi yazınca, "yasaklı" olacak mıyım acaba??

İşte bu geziden sonra, döndük. Bu kez halalar bizi ziyarete geldiler. Sanıyorum, böyle hayal etmemiştik buluşmayı. Tuhaf oldu. Dört kuzen yerine, üç. Mina, Nehir'den bir ay küçük... Kalbim yanında Nehir'i aradı. Yine de iyi başaçıktık, hem Mahmut, hem ben. Zaten Zeynep'ler bize çok iyi zaman geçirttiler. Yine yedik, içtik. Sanıyorum Türk Türk'ü bulunca yemek yemek kaçınılmaz oluyor!! Ithaca'da bir haftasonu var, her yer kalabalık O da Cornell'in mezuniyet günü. Onu yakalamış olduk! Her yer ana baba günü, sanırsın ki koca şehir burası. Restoranlarda yer yok. Ama güzeldi. Hep birlikte Ney York'a gittik. Cengiz Amca'ları da gördük. Ben Yaprak'ı da gördüm. Bir de baktım Gözdem gelmiş. Yani genel bir "re-union"du!!

New York'u ne yapacağım bilmem. Her gittiğimde, Nehir'den bir parça oradaymış gibi hissediyorum. Bu kez, Central Park'ta koştum. Evet. Koşarken bir baktım, Nehir'i götürdüğümüz parkın yanındayım. Tuhaftı. Nasıl da yorgundum o zamanlar. Ama her seferinde illaki götürüyorduk. Sıcak havada, bacaklarım bedenimi taşımakta zorlanırken. Üstündeki çanta ile ağırlaşmış arabayı itmekte zorlanırken. Ama parka ulaştığımızda, Nehir'i temiz havaya, yeşile götürmüş olmanın huzuruyla rahatlıyordum. Rahatlıyorduk. Banka oturuyorduk. Leyla ve Nehir parkta oynuyordu. Nehir, hele güçlü zamanlarında, ayağa kalkıp, yürüyordu, kayıyordu, sallanıyordu... Yine güzel günlerimiz.

NY'ta iken, güzel bir tesadüfle, hayatını nöroblastomdan kaybetmiş Alex'in, ailesinin kurmuş olduğu vakfın, Toys R Us ile anlaşma yaptığı ve açılış günü haberi geldi, e-posta ile. İki ay boyunca vakfa destek olacaklarmış. Biz de açılışa gittik. Sandra da geldi Mark ile. Orada buluştuk. Alex'in Lemonade Stand'i temasını kurmuşlar. Times Squaredeki büyük mağazaya. Alex, dört yaşında iken, "Ben limonata satmak ve gelirini hastaneye bağıişlamak istiyorum "demiş. Ve annesi babası ile bu hareket büyümüş, ve vakfa dönüşmüş. Bu çok çok önemli bir destek. Dünyanın en kalabalık oyuncakçı mağazasından biridir herhalde.

Biz de sabah erkenden gittik. Alex'in annesi ile konuştuk biraz. "Bana en zoru ikinci yıl geldi, herkes birinci yılı söylüyor" dedi. "Daha iyi olacaksınız" deyiverdi.

En çok ama Sandra'nı anlattığı dokundu bana. Mark'a insan vücudu kitabı almışlar. Beyin bölümüne geldiğinde, "Nehir'in yarası neredeydi? Burada mıydı?" diye sormuş. Sonra da, "Ölmesi gerekli miydi?" demiş. Ham Mina, hem Mark büyüyorlar. Mina'yı fiziksel olarak çok değişmiş gördüm, Mark ise biliişsel olarak beni çok etkiledi. Nehir'in varlığını ve yokluğunu anlayıp, kafasında bir şekilde süzmüş olduğunu görmek beni çok duygulandırdı.

İşte ara böyle bir ara idi. Şimdi yazınca, yine yoruldum. Kimi zaman duygusal olarak, kimi zamanda fiziksel olarak çok yoğundu. Tüm bunlardan sonra Ithaca'ya döndüğümüzde, içimi bir huzur kapladı. Bir şekilde, hem ben hem babişko, asabi mişiz. Onu anladım. Bir yandan "normal" yaşarken, içimizde bir sürü duygu geliyor gidiyor. Etrafa rahat görünüyoruz diye kendimizi sıkıyoruz kimi zaman. Ithaca'daki sakinliğe dönünce, sanki ikimiz de gevşedik. Hatta Leyla da. Leyla'nın ilk söylediği, "Biraz sebze yiyelim" oldu!

Şimdi dönüş toplanmasına başlayacağız. Başladık biraz biraz.

Bugün kütüphanedeyim. Buradaki işimi bitireceğim!