Saturday, January 29, 2011

Şundan Bundan

Dün, yine Mira'nın annesiyle buluştuk, kahve içtik, sohbet ettik. Kanser konusuna dalınca konuşacak, paylaşacak o kadar çok şey var ki.

Acımızı, acımızla nasıl başaçıktığımızı, duygularımızı, doktorları, tedavileri, şu anda tedavide olan diğer çocukarı, aileleri, neler yapabileceğimizi konuştuk. Çok benzer düşünüyoruz, ve tedavide iken de benzer davranmışız.

Bu çok iyi. Sanıyorum ve umuyorum bağımız sürecek. Birbirimize yardımcı olabileceğiz.

Dün buluştuğumuzda, bana küçük, altın rengi bir yıldız verdi... Nehir için. Sonra da bir zarf. Meğer burada cilt bakımı yapan biri tedavide olan annelere destek amacıyla cilt bakımı yapıyormuş, ücretsiz, Christine aracılığıyla. Christine bana bir tane hediye etti. Gülümsedim, "Biliyor musun, en son, kızarkadaşlarım doğumgünümde hediye etmişlerdi, Houston'da gitmiştim," dedim. Böyle basit bir jest, ama içinda kocaman bir düşünce ve bunu yapan bir cilt bakım yeri! Hadi yeni fikrimize hoşgeldiniz. Fikirler birikiyor böylece. Yapacak çok iş var.

Bugün Leyla ile anne kız zaman geçirdik, biraz karda yürüyüş yaptık, sonra da sandviç yedik. Sohbetimiz çok güzeldi. Leyla'm yine beni gülümsetti bol bol. Sağlıklı yaşam üzerine konuştuk. Sağlıklı beslenme. "Anne, mesela, sabahları benim gibi yumurta yemek mi daha iyi, yoksa Amerika'lı çocuklar gibi mısır gevreği mi"..ndan başladık, miktar, çeşit, içerik, şeker, sıklık, şekerin türü konuştuk. Ve hareket etmek, enerjiyi kullanmak, bundan konuştuk. Bugünlerde okulda şişman bir çocukla ilgili bir kitap okuyormuş meğer. Ben de kendimden örnek verdim, "Ben neden Houston'da kilo aldım biliyor musun?" dedim... Ha ha, biliyormuş.

Sonra da, sandviç yerinde sıra üniversite konularına geldi. Artık, "ivy" lig okullarını biliyor bizimki. Kim gidebilir kim gitmeyeceğe benziyor dedik. Mesleklerden konuştuk. Araştırmacı olmak veya uygulamacı olmak, anlattım. Mühendis örneği üzerinden gidince, uygulamacı olmayı tercih etti, "Daha eğlenceli" dedi. Doktorluktan sözettik. Cerrahlıktan. "Nehir doktor olurdu, çünkü çok iyi biliyordu hastaneleri" deyince ben, "Biriniz olsanız isterdim ama belki Nehir de bıkmış olurdu" dedim. "Haa, evet", dedi gülerek.

Derken arkamızdaki 80lerindeki kadın, pat diye Leyla'nın şapkasındaki minik kulağı çekti. Bu kadını daha önce de görmüştüm, sı sık buraya geliyor, anlaşılan tek başına yaşıyor. Güldük.

Dönüşte, İstanbul'u özlediğimizi konuştuk. "Anne, ben buradan gidince de üzüleceğim ama bir yandan da sevineceğim" dedi. Eh, hayat ne siyah ne beyaz. Duygularımız hep karışık, hep karmaşık. Kızım öğreniyor, ben de.

Bugün Nehir'in fotoğraf albümünü bitirdim. Ve sipariş ettim. Bir tane de "sisters" yani kızkardeşler yapmaya başladık Leyla için Leyla ile. Carole'un fikri yine.

Hadi bakalım arka plan, değiş tonton! Zira giysiler yerleşti, gereksizler bavulda! Bu kez Avrupai bir kar sahnesi!!! Bizim yeni, nispeten sıkışık ortama, sokak manzaramıza uygun.

Friday, January 21, 2011

Yeni Ev

Taşındık ve oldukça yerleştik. Gibi. Background'tan anlaşılabileceği gibi giysileri asmak kaldı. Asalım, güzel bir kar manzarasına döneriz. Aslında eşya olmayınca, bavulları topla, bavulları aç gibi oldu. Yalnız bu kez zorlayan, yaşayan ve dolu bir eve gelmiş olmak. Yani eşyayı yerleştirmeden önce bu evi toplamak gerekti. Ya da bizim kutulara ev sahiplerinin eşyasını koyup, onlardan boşalan yerlere de bizimkileri koymak. Bize yer açmaya çalışmışlar ama 1975'ten beri yaşanan bir ev...düşünün birikmeyi.

Ah şu biriktirmeler. Ben pek hoşlanmam. Sadece Nehir doğunca Leyla'nın oyuncak ve giysilerini saklar olmuştum.

Şimdi ise...

Bu eve gelirken de Leyla'nın ve benim giymediklerimizi bir kilisenin otoparkına konmuş olan giysi bırakma kutusuna koydum. Plastik torba içinde ve ağzını lütfen bağlayın uyarısıyla, bu kadar basit.

Kitaplar da yine plastik torbalarda bu kez "Kütüphane Dostları" diye bir yere bırakılıyor.

Her şey "çevriliyor" yani. Bunu çok seviyorum.

Gerçekten de göçebeliğe alışmışız. Çok zorlanmadık. Leyla Jo'sunu özlüyor ve eski evi daha çok sevdiğini söylüyor. Ben de. Ama az bir süre için önemli değil nerede olduğumuz. Bunu Leyla'ya da anlatıyorum. Jo ile zaten görüşebildiklerini söylüyorum. Nitekim bugün buluşuyorlar, okul sonrası.

Evle ilgili tek derdim karanlık olması. 100 yıllık bir ev, sokak da eski, yani evler daha sıkışık. Hem güneş alışı az, hem de evdeki koyu ahşap yoğunluğu, filmlerdeki "şatovari" bir karanlık yaratıyor.

Eh, evi biraz benimseyebilmek için bizden birşeyler koydum. Malum RMH'de de böyle bir kriz geçirmiştim. "Nesting" (yuva yapma?) dürtüsü başgösterdi yine. Nasıl bir güdüdür bu...tut tutabilirsen. "Lime green", açık yeşil kanape minderi, yanına pembeli minder, ve fotoğraflarımız yerleşti. Carole'in akıllı önerisiyle ev sahiplerinin aksesuarlarını, nasıl düzenlendiklerinin fotoğraflarını çekerek, kaldırdım. Elimden geldiğince gözümü ve kalbimi az yoracak bir hafifliğe getirmeye çalışıyorum. Çalıştım. Bitti.

Her işte bir hayır vardır. Ah bu cümle yine geldi hayatımıza. Sevmez olmuştum.

Önceki eve, ilkönce, gitmemiz çok yerinde olmuş. Eylül ayından beri iyileşmemde çok etkili oldu. Her zaman sevgiyle anacağım oradaki günlerimizi, yürüyüşlerimi, kanepeden dışarıda gördüğüm sincapları, gelen geyikleri, açıklığı, ferahlığını. Komşularımızı.

Leslie de çok tatlı, o da yarın akşam yemeğe çağırdı. "Bizi bırakmadığınızdan ve hala görüşebiliyor olacağımızdan emin olmak için" diyerek. Aslında bizim kendimizi iyi hissettiğimizden emin olmak için. Çok düşünceli, çok duyarlı.

Bu evin bir faydası, İstanbul karışık gelmeyecek artık. Ve gider gitmez kaç yıldır yapmadığım kağıt, ıvır zıvır temizliğini yapacağım. Orayı da hafifleteceğim. Burası ders oldu.

Ama tatlı ev sahibini de anlıyorum. Neredeyse 70 yaşında, Norveçli, profesör. Hala sabah sekiz akşma altı çalışıyorlar karı koca. Ve akşamları da evde çalışmaya devam ediyorlar. Okula da yürüyerek gidip geliyorlar. Evde geçirdikleri kısa zamanda benim şimdi gördüğüm fazlalıkları görmeleri mümkün değil. Zaten ben de İstanbul'da görmüyordum. Görsem de temizlik, ve atma işine ayıracak zamanım olmazdı. O kağıtlar, fotokopiler, öğrenci kağıtları, ödevler, fişler birikir de birikir...

Benim için evdeki en iyi şey, eski, ve hala iyi çalışan bir stereoları var. İşte benim gibi müzikle beslenen biri için bu çok güzel oldu. Buradakiler etraftaki öğrenci evlerinin gürültüsünden şikayet ediyorlar ama beni nasıl tutacaklar bilmiyorum. Şöyle "bas", "bas" dinlemek istiyorum.

Ve Bonnie. Kedi. Henüz birebir ilişkide değiliz. Ama ona da bir tarak aldım. bakalım bana taratacak mı kendini. Bir de Türkçe mi, İngilizce mi konuşacağım şaşırdım. herhalde ses tonudur anladıkları dedim, Türkçe sesleniyorum. O da yeni bir dil öğrensin.

Şimdi kısa notlar.

Kar yağışı sürüyor. Artık eksilerdeyiz. Çok güzel bir hava var. Sabahları kar temizliğine alıştım iyice. Bugün ilk ben yaptım sokakta. arabayı da çıkarmıyorum iki gündür, okula yürüyoruz. Köşebaşına geldiğimizde, oradaki gönüllü, arabaları durdurup çocuklara yol açan Annie, "Siz yenisiniz" (hey, you are new on my block) diyerek hem kendini tanıttı, hem de bizi tanıdı. Bravo dedim, çok dikkatli, iyi bir şey.

Leyla hem futbol, hem basketbola devam ediyor. Baskette geçtiğimiz haftasonu karşı takımı 30'a 6 yendiler! Valla bu yılın sürpriz takımı oldukları kesin. Karşı takım yine fizik olarak daha üstündü ama bizimkiler daha iyi savunma yaptılar ve düşünerek, oyun kurarak oynadılar. Laf aramızda Leyla 6 sayı attı, ve çok iyi savunma yaptı, top çalmalar falan. Bir ara takımarkadaşı, koçun kızı, beşinci sınıf, "Go Leyla Go...and everybody" (Haydi Leyla ve herkes) diye tezahürat yaptı! Bakalım bu haftasonu nasıl geçecek.

Mahmut her işi nasıl yapacaksın diyor, ama bu çocuk ligi işine de takıldı kafam. Çok eğleniyorlar.

Kapalı saha futbol da çok eğlenceli. Basket sahasında, beşerli iki takım halinde oynuyorlar. Çok hızlı ve eğlenceli geçiyor. Biri kalede, ikisi savunma, ikisi hücum. Hem de futbolda kız erkek karışık. Tabi, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, futboldaki yıldız, güney Amerikalı bir çocuk idi. Çok iyi oynuyordu. Bence bizim takımlar altyapıya alsınlar! Ve güzel olan, birkaç kız da gerçekten çok iyi oynuyorlar. Leyla yeni, bakalım nasıl gelişecek. ama genelde topla ilişkisi iyi.

Şu işi de yapsak diyorum. Zor değil. Okuldan salon ayarlayacağız, bazılarımız hakem, bazılarımız koç olacağız, okullarla biraraya gelip turnuva yapacağız. Tüm yıl değil. 7 hafta basket, 7 hafta futbol vb. Mahalle, değilse de bölge bazlı olmalı, götür getir az olmalı.

Bu arada Damla'nın yorumuna çok katılıyorum. İş yapma/yaptırma konusunda. Zaten ben de öyle yapıyorum, hiç ütü yok! Mahmut'un gömlekleri ona ait. Ben ve Leyla katlayıp giyiyoruz. Yıka ve çık hesabı!

Nehir'im.

Carole tam biz taşınmadan önce, kitabı bitirdi. Ben bir çeşme oldum, üç gün kendime gelemedim. Sanıyorum taşınma, veda duygusuyla birleşti gözyaşlarım sel oldu. Şimdi toparladım. Ama ben Nehir'i rüyamda görmüyorum. En başta kabus halinde, bırakmamak için mücadele eder bir şekilde gördüm birkaç kez. Ama bir türlü güzel bir halde göremiyorum. Bu akılla yaşamak belki de. Aklı bırakmamak. Bir yandan da Nehir her zaman karşımda, fotoğraflarda bana gülümsüyor. Videoları da izliyorum. Sesini duymak, onu görmek bana çok iyi geliyor.

Dün TR'den oğulları yeni teşhis olmuş bir anne buldu beni. Bir zamanlar yazmıştım, hani Meksika kökenli bir büyükbaba vardı. İlik naklindeyken tanışmıştık. O zamanlar, "Gelecek yıl biz burada olmayacağız ama başka aileler olacak" demişti. Evet, bizim mücadelemiz yerini başka çocukların mücadelesine bıraktı bile. Bizim hayatımız devam ediyor, ve bir yerlerde başka bir anne ve baba yavruları için endişe ediyor. Allah hepsine yardımcı olsun. Şans yanlarında olsun.

Çocuk kanseriyle mücadele mutlaka araştırmaya destekle olmalı. Önce şifayı bulmalı, sonra da bunu TR'ye getirme işini düşünmeliyiz. Ama önce, yetişkin kanseri yanında "kaynayan" çocuklarımıza umut lazım!





Thursday, January 13, 2011

Haydi Kızlar Futbola Demişler

Bugün ve yarın toparlanma, ev değiştirme işlerimiz var. Bir iki gündür ise kar yağışı arttı, acaba okullar tatil olur mu dedik, ama olmadı. Evin önündeki karları temizleme işini yapmak ise spor salonundaki kardiyo yerine, temiz havada iyi egzersiz oluyor. Acaba paramız olduğunda kendi yapabileceğimiz işleri devretmekle kendimizi yükümlü mü sayıyoruz? Sonra da yavaş yavaş bağımlı hale geliyoruz. Ya da kendimiz yapınca, "Neden kendileri yapıyorlar?" sorusu, ve şüphesi altında kalıyoruz...

Kendi işimi yapmayı seviyorum. Ama hatırlatırım kendime, buraya ilk geldiğimizde, ilk sorumuz, "Evin araba yolunu kim temizliyor?" idi. Evsahibimiz, orta yaşı biraz geçmiş, çok zinde, tatlı Pam, "Ben kendim yapıyordum" dediğinde ise, yüzümüzdeki şaşkınlık...

Tabi denilebilir ki, işsizlik çok iken bir denge yaratıyoruz. Ama ortaya çıkardığı yaşam biçimini sevmiyorum. Ama tabi karı koca sabahtan akşama çalışıldığında, o yorgunlukla kim garajın önündeki karları temizleyecek, bir de o var. Ama bir süre sonra gereklilik yerini alışkanlığa bırakıyor olabilir mi...

Neyse bunları düşünmeli, (ama ben niye taşınırken bir de bunları düşünüyorum bir yandan, şu aklıma bir çare bulmalı, enerjisi artmaya başladı, doğru, akademik bir yönlendirme lazım, yoksa gevelemeye başlıyorum) ama Özgecan bir "link" göndermiş, spor yazısı üzerine. Onu paylaşmak istedim. Aynen bizim gibi düşünen birileri kızları futbola yönledirme çabası içine girmişler!!

Bakınız...

Saturday, January 8, 2011

Let's go Bulldogs Let's go!

Bugün Leyla'nın ilk basketbol maçı vardı, başka bir okula karşı. Deplasmanda!

Leyla, sevgili komşumuz, en iyi arkadaşı Jo'yu çağırmıştı. Jo da, yani genleri itibariyle sanata çok yatkın, sabah elinde, tezahurat için yaptığı "nesne" ile geldi. Nesne: Kırmızı, büyük bir el, kartondan. Üzerinde Leyla'ların takım adı "Bulldogs" Bir Numara Yazıyor. Tek kalmış bir eldiveni de arkasına yapıştırmış, elimize geçirdik. Ve maça gittik.

Arada soranlar olmuştu, koç meselesi nasıl çözüldü diye. Mahmut son dakikaya kadar beklemişti, başkası çıksın diye. Nitekim çıktı! Başta hem Leyla hem ben bu önemli kariyer fırsatını kaçırdığı için bozulduk ama doğru karar vermiş, şimdilerde iyice anladık. Anlatayım.

Bugün maçta ben ve Mahmut kadar heyecanla maçı izleyen başka anne baba yoktu!!! Yaw, ne yapalım, Akdenizlilik kendini gösteriyor. Hele atmaları gereken basketleri atamadıklarında, "ahhhh" diyorduk. Yani bize göre değil bu işler.

Maça gelelim.

Önden erkek takımlarının maçının birazını izledik. Bu okul siyahi oyunculara sahipti. Ve bir iki çocuk çok iyi oynuyordu. Yani ilkokul öğrencisi olarak topa hakimiyetleri, sürüşleri görülmeye değerdi. Irk olarak üstünler. Küçük yaşta oynamaya, izlemeye başlıyorlar ve tabi ki önlerinde rol modeller çok.

Bir yandan da kızlar ve erkeklerin oyunlarındaki farklılığı konuştuk, "Neden kızlar kakarakikiri, ama erkekler rekabetçi"...Bilemiyorum, esasen kızlar ve erkekler spora aynı şekilde yönlendirilmiyorlar. Hele takım sporlarına. Bakın, etrafınızda kaç kız var, basket oynayan. Futbol oynayan...Cimnastik, bale, tenis, yüzme. Hiçbiri takım oyunu değil. Voleybol sadece. O da ilkokul düzeyinde kaç kişi bilemiyorum. Genelleme tabi...

Amerika'da yaşayanlarınız benden daha iyi biliyorlardır, ben bu amatör çocuk liglerini çok eğlenceli buldum. En azından Ithaca'da. Maç başamadan, BJM'den bir sporcu, "Bu bir eğlence, yenmek yenilmek değil, birlikte iyi zaman geçirmek esas" ana temalı bir konuşma okudu.

Ligte, aileler ön planda. Yani koçlar, hakemler ailelerden. Aslında böyle olunca, bizdeki, özel okullarda bile olan imkansızlıklar ortadan kalkıyor. Maddi bir yük gelmeden çocuk ligi oluşuyor.

Yani adını yazmayacağım, ama Leyla'nın para vererek basketbol dersine gittiği özel klüpteki çalışmalara kıyasla çok daha iyi bir çalışma ve oyun oluyor. Ve takım oyununu öğreniyorlar.

Sonuçta çok eğlenceli idi. Karşı takımın kız takımı da fizik olarak çok üstündü. Nasıl oldu ise oldu, ve bizimkiler ezilmedi. Maç berabere bitti. 18-18. Ha ha, skor nasıl? Koç Ike, maçın sonunda, "Karşı takım çok iyi. Geçen yıl, erkek takımına karşı oynamıştık, 44-0 yenilmiştik" dedi. "Erkek takımı da aynı skorla yenilmişti üstelik" dedi.

Şimdi yazarken ise şunu farkettim. Christmas'tan beri biraz burukuz aslında. Ve bugün hem Mahmut hem de ben çok iyi vakit geçirdik. Güldük. Çocuk ligini neden sevdiğim anlaşıldı herhalde. Bizi olduğumuz ana getirdi, "Let'go Bulldogs Let's go" derken biraz kafamız dağıldı.

Haftaya bu evden, başka bir eve taşınacağız. Yani, Özgecan yazmıştı geçenlerde, "Göçerliğe alıştınız nasıl olsa" diye. Doğru. İki yıldır, ne kadar farklı yerlerde kaldık. En çok bu sokağı sevdik. Komşularımız da üzgün. Hangimiz şanslı karar veremiyoruz. Ama bu ev, önce hayır, sonra evet, sora hayır, sonra evet şeklinde giden bir kiralama sürecinden sonra taşındığımız bir ev oldu. Ve bu sayede ben Carole ile tanıştım, Leyla da Jo ile. Kabaca, kampüsün kuzeyinden, güneyine taşınıyoruz.

Ithaca için tabi mesafe algılayışı farklı ama İstanbul'a göre, şöyle diyeyim, Levent'ten, 4.Levent'e taşınmak gibi! Sadece Leyla ve Jo'nun program ve bir ayarlama yapmadan sokakta oynama zevkleri kalmayacak, ama olsun. Şimdi de "sleepover"lar başlayacak. Hatta, "Siz taşınmadan bu evde mutlaka bir sleepover yapmalıyız" dedikleri için, bu gece Jo bizde kalıyor.

Taşınmamızın iyi yanı, Leyla hem okul otobüsüne biniyor olacak, ya da okula yürüyebileceğiz. Ki, kış için daha çok karlı olacağı söylenen aylarda orada olacağız. Evde yaşlı bir kedi var, ona bakacağız. Hem ben hem Leyla bu konuda da heyecanlıyız. Ve evde bir piyano var. Leyla altı, yedi aydan sonra piyano çalmaya devam edecek.

Carole ise çok tatlı. Görüşmemiz hem bir amaca yönelik olsun, hem de düzenli olsun diye birlikte bir ders almamızı önerdi!! İkimiz de yürüyeceğiz ve ortada buluşacağız!

Yani komşuları bırakmayacağız.

Yılbaşı akşamı Carole'ların New York'tan, Üsküdar'dan bize sürpriz yemek getirdiklerini ve bizi yemeğe davet ettiklerini yazmadan bitirmeyeyim. Leyla yeni yıla mantı ile girdi! Sevgili Carole okumuyor, ama gıyabında yazayım, bence ben daha şanslıyım!

Ha bir de, dedemiz okuyorsa, geçen akşam yaptığım tavuk şinitzel ile, Leyla'nın, "Tamam anne, süper şef oldun artık" ünvanına kavuştuktan sonra, dün akşam da kuşkonmazlı risotto yaptım. Yine yıldızlı geçtim. Özgecan'cım kulakların çınlasın. Birlikte yapacaktık. Şimdi neden birlikte yapalım dediğini anladım. Benim hızımı da hesaba katarak, ve ilk yapışımı, iki saatimi aldı! Sohbet eşliğinde daha zevkli olacağı kesin. Ama defterime bir tarif daha eklendi, döndüğümüzde bu kez ben sana hatırlatırım nasıl yapıldığını.

Feride'cim, raw food, İstanbul'a dönüp, vitamix e kavuşunca yeniden başlayacak. Ama anlıyorum ki, yemek pratiği her çeşit mutfak için bir baz oluşturuyor. Tad, biraraya getirme, değişik malzemenin yaptığı etkiler...gibi. Ah bir de şu doğrama işinde gelişsem. En çok zamanımı o iş alıyor. Biraz da blender eksiği tabi.

İşteee, buranın havadisi bu kadar!