Tuesday, March 29, 2011

Yaprak

Azizim...

Cornell'in otobüsünden bildiriyorum. Ön beş sıra ve arka sıralar olmak üzere internet bağlantısı var. Ne diyeyim, teknoloji, gelişti.

Yolculuk: NY'a... Yaprak'i görmeye. Biraz yarenlik etmeye. Üç güncük.

Yaprak'ı tanıyalı çok olmadı. Hastanede bizi Nehir'le ziyaret edişini hatırlıyorum. O da kanserle mücadele ediyor. Derler ya, aslanlar gibi! Bana telefon ettiğinde, "Geleyim, size moral veririm" dediğinde, kendi kendime, "Yaw, alem biri, o mu bize moral verecek, ben ona veririm" diye düşünmüştüm. Sonra Nehir ile kaldığımız o minik odaya, biz yeni hastaneye yatmıştık, Nehir kötüye gitmeden önce, kapıdan genç bir kadın girdi. Enerji dolu. Tesadüf en yakın iki arkadaşımın çok yakın arkadaşıydı, ama ben adını duymuş olmama rağmen tanışmamıştım.

Eh... sonrası, hayat bizi umulmadık bir ortak paydada buluşturdu.

Yaprak'ı bazen Nehir yerine koyuyorum, Yaprak'ın annesini anlıyorum. Bazen Yaprak, ben oluyor, küçük kızı İstanbul'da, Zeyno'su. Zeyno, Leyla oluyor. Sonra, Zeyno ben oluyorum, Yaprak babam oluyor.

Sonra Yaprak çok tatlı bir arkadaş oluveriyor! Hatta şimdi yoldayken, "Bir fırsatım olursa, Duane Reade'e gireyim, güneşten korunma kremimi alayım" derken, bu kez işte o dışarıdan ziyaret eden arkadaş olmuşum. Belki koşu için bir ayakkabı da bulurum, yolda bir mağaza görürsem.

İşte Yaprak'a giderken, tüm bu roller içinde, otobüste, Amy Winehouse dinliyorum...

Aslında aklımda Ms. Devers'ı anlatmak vardı. Unutmayayım... Ama o ikinci yazı olsun. Bu, Yaprak'ın gülümseyen yüzünü, yumuşak sesini, müthiş mücadele gücünü anlatsın.

Ha, bir de tesadüf, otobüs şöförü, Fred...tanıdık. Mahmut'a beni kahve içmeye gönderen, hani. Bu otobbüse binmek dert yaratmıyor. Ama Presbyterian'da inmiyorum. Cornell Club'ta, yani Manhattan'in başka bir yerinde iniyorum. Anılar, anılar, anılar.

Amy Winehouse, Beady Belle olmuş..."Ghosts" çalıyor.

Yaprak'çım saat sabah 7.44. Yoldayım!


Tuesday, March 22, 2011

Bisiklet: Yine

Aslında dünyada olup bitenden kopuk bir blog kaldı burası. Yani etrafa bakınca, ne oluyor böyle diye düşünüyorum. Sonra, burada, bu küçük kasabada, biraz uzakta olmak, iyi hissettiriyor. Bir çeşit kaçış. Ama bir yandan da, zaten bıraksın bizi hayat biraz, kendimize bakalım.

Bir de yazılı bir kural olmuştu, Şebnem'cim yazınca vakti zamanında, burası Nehir'i yeri olarak kalsın diye. Evet, şimdi de öyle. Burası benim Nehir köşem, anne köşem. Nehir'in anısının yaşadığı yer.

Artık hava durumu yazmayayım ama. Havadan sudana döndü. Zaten, hava ısınıyor, ısınıyor, pat yine soğuyor. Takibi zor. İşte Ithaca havası da böyle. Değişken. Ruhumu yansıtıyor.

Ama pazar günü aylardan sonra, Leyla ile bisiklete bindik! "Özlemişim anne!!" diyordu. Yeni bisiklet parkurumuz, Cass Park. Seda ile yürüyüşler yapmıştık ilk geldiğimizde, gölün kenarında. Sonra ama gitmemiştik çok. Evin etrafı yetmişti. Şimdi ise, yeni evin bol yokuşlu, ve dik yokuşlu cenabında bisiklete binmeye çalışmadım bile. Yani egzersiz yapma isteğimin bir sınırı var. O da yokuş. Vitessiz ve kondisyonsuz... gerek yok.

Gölün etrafında tur attıktan sonra, bir de güzel piknik yaptık, anne-kız.

Bu sabah, yine aylar aylar sonra, bir avukatla görüştük. Görüşmeyi yazmayacağım ama karşımıza anlayışlı, iyi niyetli biri daha çıktı. Zaten bazı günler iyi başlar ya. Erken saatte olunca randevumuz, Starbucks'a girdik. Sabah 8.00. Aaa, Carole karşımızda. Arabasını servise bırakmış, zaman geçirmek için girmiş. Kahvemizi aldık ki, baktım bu kez Christine, küçük kızı ve kocasıyla. Onu da aramak istiyordum bu aralar. Nehir'in doğumgününden sonraki halim geçsin diye bekliyordum. Biraz gülerek, kısa hal hatır sohbetiyle başladı günümüz.

E, sonrasında, Leslie'nin "Bence bir görüşün" diyerek, tavsiye ettiği avukat da, iyi bir insan çıktı. Zaten kriterim basitleşti iyice. Anlayışlı, sevecen, profesyonel ama hala insan biri olsun istiyordum. Öyle biri. Ayırdığı zaman için bizden para almadı. Esasen de zaten, zamana bırakın dedi. İyi, dedik. Zaten, geçen hafta, ve görüşme öncesindeki halimden gördüm ki, ben de artık Mahmut gibi, ne avukat ne doktor, ne de hastane görmek, duymak, konuşmak istemiyorum.

Nehir'im, Nehir'im, Nehir'im.


Thursday, March 17, 2011

Baharın Belirtisi

Toparlandım.

Sayılır.

Bugün hava birde 60lara çıktı ve güzel bir güneşli güne döndü.

Ben kışta kalmaktan memnundum halbuki. Sanıyorum, kış, Nehir'siz olmaya alıştığım bir mevsim oldu, burada. Kar altında yani.

Bugün, bu güzel havada, Leyla'yı okuldan almaya gittiğimde, bahçede oynamak istedi. Diğer çocuklarla birlikte. Okulun oyun bahçesi cıvıl cıvıldı. Kimi çocuğun kardeşleri de gelmişti. Bir iki bebek.

Ben yine koptum. Bahar zorlayacak sanırım. Zaten mevsim geçişleri kolay değildir...bizdeki geçişler biraz daha da zor.

Olacak. Bisikleti koyacağım yakında arka plana, binmeye başlayalım. Zamanıdır.


Saturday, March 12, 2011

Nehir'im

Tatlı Nehir'im,

En güzelini ablan düşündü tatlım.

Bugün de Birgül, Levent, Mina, Meral ve yaşıtın Can ile birlikte minik pembe mumlu bir pasta üfledik. Senin için. İstanbul'da da, anneannen, deden, halan, Mina ile Sarpi, Aydo Enişte'n, Bilge ile Selin seni yalnız bırakmadılar. Bilge, "Nehir'in Bahçe"si yazmış, renkli bol çiçekli diye, fotoğraflar gündermiş bana....

Düşününce: Olmadı böyle demekten başka bir şey çıkmıyor ağzımdan. Olmadı. Hiç olmadı hem de.

Bu akşam, marketten çıktım ki, hava kararmış. Aklıma Houston geldi. Yazın sıcakta, akşam seninle gittiğimiz Whole Foods'u hatırladım birden. Derken, bir anne gördüm, arabayla çocuğunu iterken... İçimden bir şey oracıkta koptu yine.

Benim güzel gülüşlü, güzel gözlü kızım, hep benimlesin, bizimlesin sen.



Thursday, March 10, 2011

Nehir'imin Kekleri...


Bugün, İpek de bize katılınca cupcake yapımı daha şenlikli, ve güzel geçti. Mühendis olarak, bir ölçüyü iki buçuk ölçüye çıkarıp, bir yandan da gramları bardağa, ve kaşık ölçüsüne çevirme işini, Leyla ile İpek birlikte yaptılar!

İpek'çim, teşekkür etmiştim değil mi!!!! İpek'e, yaşı icabı ancak "tweet"le ulaşabiliriz ama! Ya da sms, kısa mesaj!
Sonuçta üç tam bir bölü sekiz gibi ölçüler, ya da peki, bir yumurta iki buçuk yumurta nasıl olur, gibi sorunlarla, kafa yorarak, yaptık.

Zihnimde, Nehir bize neşeyle eşlik etti. Tam onun seveceği gibi bir işti bu. Hem yapması, hem de yemesi. Gerçi, iki buçuk ölçüden çıkan 30 tanenin, 25'i okula gideceği için, Leyla bir, baba bir, İpek ile ben ise, İpek'in koyduğumuz, tereyağ, şeker, ve krem peynir miktarlarını görmesiyle, bir taneyi ortadan ikiye bölüp paylaştık.

Oldu mu derseniz... yani tam Nehir'imin seveceği gibi oldu. Pespembe!! Leyla da çok memnun, yarını heyecanla bekliyor. Ben kızım için elimle bir şeyler yapmış olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Mutfakta üç nesil kadın, hep birlikte, Nehir'i hatırlayarak, onu düşünerek bir "aş" pişirdik. Bu çok güzel bir paylaşım. Çok değerli. Ben mutfağın içindeki bu tür deneyimleri de şimdi şimdi tadıyorum. Meğer ne güzelmiş.

Bu duygusal kısmını bırakırsak, "sonuç" derseniz, lezzetleri güzel oldu, ama iki sorun var, Hande'cim!!! Bir, kağıtlar keklerden ayrılmak istemiyorlar! Ve "frosting"i koymak için, havalı, İsviçre yapımı, nesneler işe yaramayınca, fotoğrafta da göreceğiniz gibi (yemek fotoğrafı çekmenin de ustalık gerektirdiğini yazmış mıydım, "gri" tepsi nasıl ama??), iş spatula ile sürmeye kaldı. Ve etrafta gördüğüm, havalı frosting manzarası olmadı. Bu da ne demek? Hande'cim, bu işler de pratik istiyor. Biraz da beceri, sanırım. Yani Hande'si! Geçen yıl Nehir için ne güzeldi pastayı yapışın, ve Nehir'le tadışımız. İki yaş için Houston'daki uğraşın... Canım arkadaşım, bugün yine çın çın çın ettin herhalde.

Beceri dedim de. Akşam Leyla'ların okulunda "yetenek gösterileri" vardı. Leyla, bir ara, geçen yaz, hastanede, İngiltere'nin, "Britain's Got Talent"ini izlediği için, benim tahminim, katılmak istemedi. Ben de okulda piyano olduğunu bilmediğim için, bir şey diyememiş oldum.

Genel olarak, katılan tüm çocuklar, kendi hazırladıkları gösterileri sundular. Ben en çok kendi yazdığı şiirleri okuyan küçük kızı sevdim. Yardım aldı mı bilmiyorum ama çok güzeldi. Hem şiirler, hem de okuyuşu. Tam yaşına göre idi. Dans edenler, jimnastik gösterileri, şarkı söyleyenler ve keman, çello, piyano, flüt çalanlar vardı.

Bizde yıl sonunda olan gösteri, burada daha önce, anladığım kadarıyla.

Ve Leyla'rın okulunda, "çılgın" mart ayı! Kıştan bunaldıklarını düşündükleri çocukları bahar öncesinde hareketlendiriyorlar. Çok sevdim. Öğretmenleri bir çizelge verdi. Bir gün, "deli saç" günü, bir gün "lolipop", bir gün, bugün, okula oyuncak hayvan götürme, yarın, ekose veya çizgili giyme günü...diğerlerine bakmam lazım. En sonunda ise okula pijama ile gitme günüymüş!!!

Nehir'im için bol çocuklu, şenlikli, pembe, şekerli günler. Onun seveceği programlar...

Canım kızım, seni çok özledim.

Monday, March 7, 2011

Kazmalar Elimizde

Ama uzun ip yok.

Dün gece yeni bir kar, ve bugün okullar tatil. Dışarıyı bir buçuk saat temizledik, lakin hala arabanın sol, tarafı kar içinde...

Leyla, bu kez yağan kardan gerçekten etkilendi, "Ithaca'yı şimdi seveceğim artık iyice" dedi.

Ben ise, bu kar işi, egsersiz falan, nasıl derler...havlu attım!



Saturday, March 5, 2011

Yazmaktan Alıkoyamıyorum Kendimi

Nerde kalmıştım?

Bu bloga nedense duygularım ya yerlerdeyken, ya da yukarılardayken yazmayı seviyorum. "Stabil" iken çok yazmak gelmiyor içimden. Halbuki o "normal" hep sevdiğim hal.

Rüyam.

Nehir'i ilk kez rüyamda gördüm, iki hafta önce. "Annecim seni seviyorum" diyordu.

Dün gece ise, yine gördüm. Bu kez, tedavi bitmiş, üç aylık taramalarda temiz çıkmış. Sokakta, ben peşinde yürüyorum, o da, yürüyor, koşuyor, oynuyor... Aklımdan, "Peki tüm bu tedavilerin sonraki etkileriyle nasıl başa çıkacağız, ama çok beceri yitirmiş gibi durmuyor, ne de akıllı bakıyor" gibi birşeyler geçiyor...

Sanıyorum, aklımda olmasını istediğim, olmalıydı dediğim senaryoydu bu.

Sabah uyanınca, bir an şaşkındım. Sonra farkettim rüya olduğunu. Tersi olmalıydı aslında, Nehir'in yokluğu bir rüya olmalıydı.

Yapacak bir şey yok.

Aslında iyiyken yazıyorum. Bu rüyayı yazınca biraz "cızz" ettim ama...

Leyla bugün uzun bir doğumgünü partisinde. Önce bir iki saat havuza gidiyorlar, sonra da "spa" yapacaklar ve "sleepover"... Pek neşeliydi giderken. "Sleeping Bag", mayo, havlu, yastık, ıvır zıvır ile haftasonu kaçamağı fikri hoşuna gitti çok. Kapıda bırakırken, Bonnie, ev sahibi, dediki, "Hadi size de Mahmut ile iyi eğlenceler, çok yapamıyorsunuzdur"... Yani bizi az tanıyan bir anneden bunu duymak çok hoşuma gitti. Yani, sıradan, "Merak etmeyin, Leyla'yı" ya da, "Bakalım 7 kızla ben ne yapacağım" demek yerine bu cümle. Kulağıma ne kadar güzel geldi anlatamam.

Biz de zaten, hazırlıklıyız.

Hava soğuk mu demiştim. Bugün 50 dereceye çıktı... Yani 10 derecelerde. Nasıl "ılık". Yani, küresel ısınma böyle bi şey sanırım: Bir aşağı, bir yukarı.

Tamam tamam sustum.

Böyle bir şarkı vardı.

Susmuyordu nitekim!

Friday, March 4, 2011

Bloglama-Bloklama

Bugün, Gülnur, yazmış, Zeynep herkes wordpress’e taşınıyor demiş. Ben de deneyeyim dedim. Bir yandan da biraz daha bana ait bir yer peşindeyim. "Kendime ait bir yere taşınmak istiyorum".

Ama bu hafta iki kez yazmaya yeltendiysem de, okursuz blog blog değil, canım Nehir’imin Teyzeleri olmazsa, TR dışındaki sevgili blogseverleri unutmayarak tabi, arada kaldım.

Şimdilik ikinci adresim: http://nehirimle.wordpress.com/

Bu wordpress teki, “Hello World!” başlangıcı çok hoşuma gitti. Gerçekten de varolmak ile ilişkili düşündürtüyor insanı. Yani, bir sosyal paylaşım ortamında sesimizi, -kimliğimizi duyurmazsak yok mu oluyoruz. Tuhaf geldi, blogspot yasaklanınca. Nehir-im bir varmış bir yokmuş, kayboldu. Acı çok acı… Ama işte ne yaparsın Nehir-im, bizim ülkemiz de böyle bir yer, sap ile samanı karıştırmak da tam da böyle bir şey. Beğenmediğin bir iş mi var, uzatmayalım, yasaklayalım. Hiiiiç yok. Biz ne yapıyoruz. Bu yaptığımızın sonunda birileri etkilenecek ama. Ama önemli değil ki, zaten “blogger” dediğin de kimdir. Yazmasınlar. Gerçi düşünüyorum da, böyle bir düşünce silsilesi olduğunu düşünmek bile iyimserlik olacak.

Nehir-im, bizim memleketimizin gelişmesi lazım. Eğitimin yaygınlaşıp, zihniyetlerin çözülmesi lazım.

Hadi bizden haberler:

Burada kış bitmedi. Son kardan sonra yeni bir kar yağmadı ama bir soğuk, bir soğuk, “şapkasız çıkmıyorum”.

Özlem, merakla sormuştu, “Ne oldu, sabah 7de gittin mi spora?”… Ha ha, ilk gün biraz geç gittim. Ama, evet gittim. Ve bir iki hafta önce hissettiğim o yorgunluk da yerini yeni bir enerjiye bıraktı. Bırakıyor. Bu ara zaten düzenli sporun faydaları üzerine, tesadüf, yazılar çıkıyor. Biri, bir şekilde spor sonrası bazı kimyasalların ortaya çıkmasıyla oluşan “runner’s high” durumu. Yani kendimizi fiziksel olarak iyi hissetmemizin kimyasal açaıklaması var imiş. Hep bilinirdi de, serotonin değilmiş de başka bir şey, mi. Nasıl, güzel anlattım sanırım. Benim için sonuç önemli, iyi geliyor. Ve de yeni bir fare çalışmasında koşmanın genç kalmada etkili olduğu yazıldı.

Bu sabah ise, İpek ile tenis oynadık. Düzelteyim hemen, o beni oynattı. Yalnız, altta kalmayayım, elimden gelenin en iyisini yapayım, koşayım derken, nasıl bir hareket, yüzüm kırmızı bir lambaya dönmüştü bitirdiğimizde ve ben hiç terlemediğim kadar terledim. Sabah, ben teniste yorulmam, sonrasında kardiyo yaparım diye düşünmüşken, sonrasında, sadece ve sadece duşa gidebildim.

Derler ya, “Yarasın”. Tam öyle bir durum. Haftada bir yapacağız. Ve cumaları. Ha, saati söyleyeyim, sabah 8 ile 9 arası.

Çook seviyorum erken saatleri, erken kalkmayı, günü etkin geçirmeyi.

Kütüphane nasıl gidiyor derseniz, o da iyi.

Peki şuna ne demeli. Çarşamba günü, dört kişilik bir masada otururken, yanıma pat diye, genç bir delikanlı oturdu. Pek de bir Türk’e benziyor. Bir iki dakika bekledikten sonra, acaba İngilizce mi sormalı, sormamalı mı diye düşündükten sonra, “Türk müsünüz?”, dedim. Pat. Ha ha. Koca kütüphanede, doktora öğrencisi bir Türk’ü yakalamışım. Ya da o beni. Hemen, serde hocalık, artık biraz dışarı vurur olmuş, “Hangi okul, aaa matematik doktorası mı? Uygulama, danışman seçimi doktoranın en önemli noktası, çok yaşlı mı, üretken de olmalı”…kütüphanenin dışında sohbet ettik. Tenis oyuyorum deyince, aaa, hadi seni İpek’le tanıştırayım, tenis oynarsınız deyiverdim. Çünkü hem İpek, hem de Barış, bizim güzel Ithaca’mızı sıkıcı buluyorlar. Tesadüf, İpek de beni arayınca, Collegetown da hep beraber kahve içtik. Böylece İpek benim eskide kalmış, köhne tenisimden sıkıldığında bir partner daha bulmuş oldu.

Yani hocalık mı, annelik mi, ablalık mı… Doktora öğrencilerini bir kenara koyuyorum hep ben. Yol aynı. Kaygılar.

Güzel bir Ithaca dedikodusu yaptık. Geçen gün bir sabah, Leyla ile Collegetown’da kahvaltı ettik. Bir baktık, yine genç bir kız, siyahlar içinde, elinde topuklu ayakkabı, yürüyor. Leyla tabi, hemen, soruyor, huaaa, bu ne diye. Daha önce de bir kez elinde topuklu ayakkabısıyla, sabah çıplak ayak yürüyüen bir başka genç kız görmüştük. Ve geçtiğimiz haftasonu iki ayrı yerde iki ayrı genç öğrenci, alkolden, ölü bulundu.

Yani bunları görünce…Ivy lig, mig, o yaşta evde olması daha iyi gibi, Leyla’yı göndermeye bile çalışmayalım bir yerlere gibi, nerden geldiğini bilmediğim, bir yasakçı ve kontrolcü zihin beni hapis aldı!!!!

Nehir’in doğum günü geliyor. Ne yapacağız derken, dün Leyla, “Anne, kardeşimin doğumgününde okula kek götürebilir miyim?” dedi. Önce, çok anlamlı gelmedi, sonra da tam aksine ne kadar güzel bir fikir diye düşündüm. Nehir’ciğimin doğumgününü, ablası ve arkadaşları kadar kim güzel kutlayabilir. Çocukca bir kek heyecanı, ne de güzel yakışır miniğime. Leyla’nın en çok Nehir, değil, “kardeşim” demesi hoşuma gidiyor.

Şimdi Hande’den cupcake tarifi alacağım. Üzerlerini de, Leyla “pembe” süsleyelim, dedi, tabi ki pembe süsleyeceğiz. Haftaya cuma günü, sabah okulda kutlayacağız. Akşamı da, tesadüf, yemek ve tiyatro gösterileri var, yine Leyla’ların. “Festive” olacak yani.

Hadi artık durayım. Bir şeyler daha vardı, anlatmak istediğim ama…