Monday, November 30, 2009

Geldiiik.





Bodrum'u anlatsam, sığmayacak buraya. Bodrum kışın bir harika!

Bunda Feride'nin rolü, yine çok büyük.

Ben arkadaşıma kavuştum. Yine Birsen Teyze imzalı harika evlerinde misafir edildik. Bu ev üç katlı, en üst katta Feride, alt katta Feride'nin annesi ve babası, en alt kat ise bu ara boş idi. Ama boş ev denemez çünkü sanki sadece anahtarla kapatılmış kadar yaşanmaya hazır, atmosferi sıcak bir ev bulduk karşımızda.

Girince birden 20 yıl öncesine döndüm, ve o eve ilk gidişimi hatırladım.

Sonraları Feride'yi hep gördüm, ziyaret ettim, ama en alt katta hiç kalmamıştım.

İşte bu güzel "anı" başlangıçtan sonra tatilimiz şahane bir hava eşliğinde, sohbetler, ve Feride'nin beş yıl önce başlayan ve şimdi artık tam oturmuş "raw" mutfağı eşliğinde nefis yemek organizasyonlarıyla sürdü. Ben de öğrendim, not ettim, ve çiğ mutfak için yapılacaklar listemle geri döndüm. Feride ise iki kilo vermiş!

Ve temiz havayı ilk öncelik ilan ettik, karı koca. Bir yolunu bulacağız. Çünkü "mis" gibi havaya doyamadık. Do ya ma dık.

Hımmmm. Bayramın ateşli hikayesi:

İlk gün denize gittik. Ve Nehir denize girdi neşeyle. Girdi girmesine ama çıktığında çok iyi koruyamadık ve gece ateşlendi! Yazarken bile utanıyorum ama Dr R.'yi ertesi gün aradığımda bir güzel azar işittim zaten. Ne diyeyim. Borular çıkınca onu suya sokma isteiğm o kadar ağrı basmıştı ki, ve onun "üşüdüğünü" belli edeceğine inanmıştım ki, atladık. Şimdi rahat yazıyorum çünkü, ertesi günkü Özel Bodrum hastanesi ziyaretimiz, grip testinin negatif çıkması, ve boğazda görülen kızarıklık, ve antibiyotikle devam etti. Ve çok şükür o geceki ateş devam etmedi, ve ucuz atlattık.

İda, Feride'nin İsveçli kızı!, çok dilli olmanın verdiği karışıklıkla, doğal olarak henüz konuşmadığından "çığlık"larla anlatıyordu derdini çoğu kez. Ve Nehir kendinden küçük bir çocukla ilk kez bu kadar zaman geçirdi. Ve bence çok iyi oldu. Başta şaşırdı ama sonra alıştı hatta saçını okşayarak ablalık yapmaya bile çalıştı. İda ise eline yiyecek olarak ne geçerse Nehir'le paylaşıyordu. Hatta bir o ısırıyordu, bir Nehir. Yaaa. Engel olamadık. Güvencem, Nehir'den bir yaş küçük İda'nın yaşadığı ortamda şehire göre çok daha az virüs taşıdığı varsayımıydı. Ve okula giden çocuklara oranla.

Cumartesi uçaktan iner inmez, ve bayramın ikini günü tenhalığına havaalanında az çalışan da eklenince bir saat sonunda gelebilen bavullarımızı aldıktan sonra, bu kez Kurtköy'den kendimizi Nurgün'lere attık ve sonunda Nehir, Pelin ve Mercan'la da buluştu! Harika bir gün, ve açık hava sonunda akşam bir de Nene'yi ziyaret edip, kendimizi kadınbudu köfte (Leyla "neden kadınbudu, erkek budu yok mu" diye haklı sorusunu soruverdi), revanilerin içinde buluvermez miyiz. Bir haftalık çiğ yemek faslı Türk yemekleriyle şenlendi.

İşte bayram tatilimiz.

Nehir bugün soruyordu, "Baba İstanbul'a gidecek mi?" diye. 13'üne az kaldı. Yolculuk gözümde büyüyor. Hafif gitmemiz şart.

Günlerimiz normalleştikçe, Dr. Russell'ın "Üç ayda bir taramayı bile istemeyeceksiniz" lafı kulaklarımda çınlıyor, hatta işitme testini yaptırmayalım, üç gün üstüste uyumasın diyorum bugünlerde. Nasıl olsa olan olduysa da oldu, ve şu anda anlaşılır bir dert yokken, kurcalamaya, ve Nehir'i yormaya gerek yok diye düşünüyorum.

FotoNot: Nehir Sapanca'da. İda ile İda'nın mekanı mutfak tezgahında, Bodrum Kalesi, veee Nehir sonunda "su"da. Soranlara anlatıyor, "Denize girdim, diresing çeync de yok".

...

Derken bugün Fatma bir ölüm haberi verdi. Zamansız, bir çocuk ölümü. Geçen yıl nüksetmiş. Bizde araştırma görevlisi olarak çalışmış Gökçe'nin kardeşi. Başka bir tür. Ama ateş düştüğü yeri yakmıştır yine. Allah rahmet eylesin. Ailesine sabır versin.

...

Sunday, November 22, 2009

Off We Go...

Ayda Hanım, elimi kaldırıyorum ama oldukça hafifledim gibi, umuyorum.

Ama arıları gezdirmek lazım misali, bitlerim de çok uzun süredir buradalar. Onları alıp, heeep birlikte Bodrum'a gidiyoruz. Feride ve İda'yı görmeye, oksijen depolayıp, sohbet ve muhtemelen başka tahmin edemediğim çocuklara dair "şey"ler depolayıp, belki onları depolamaz, yaşarız sadece, döneceğiz.

Önce arabayla gidecektik, derken Leyla, "Anneee, emin misin, Nehir'le sekiz saat" deyince....hmmm...dedim, ve doğru söze ne denir, kendimize de eziyet olmasın dedik, ve bugün uçup, cumartesi dönüyoruz. Yani genel bayram kalabalığna çok karışmadan.

Bir ihtimal, Nehir deniz kıyısında ıslanır bile!

Herkese sağlık dolu, sevdikleriyle beraber, güzel bir bayram diliyorum. Hatta bayramlar!

TeknolojiNot: Bilgisayarımı da dinlenmeye bırakıyorum!

Friday, November 20, 2009

Bit Geyiği!

Sınırsız eğlence!

Bitler turbulansa girdiklerinde yerlerinden zıplar mı?

Peki ben bu bitlerin bir bölümüyle Amerika'ya dönersem, beni "citizen" bölümünden alırlar mı?

Ben hem buraya gelirken, vedalaşma anlamında, gelince ise "hoşbulduk" anlamında bol bol sarıldım? Kaç kişi???

En son terapistimde görüldüler, en hoşu! Terapiye gidip, bitlenip geliyorsun, flaş flaş flaş!

...

Bir şekilde, dişim ve bitim sayesinde "kendime" yöneldim. Yani bu da bir çeşit kendine yönelmek ise!

Ama bugün en güzeli, ya da sabahki Şebnem, Kadriye ve Hande buluşmasından az olmasın diyelim, sevgili eşimle, Tünelden Taksim'e, yemek ve tabi ki İnci molası vererek yaptığımız gezinti idi. Kızlar anneanne ve dedeye gitmişler, biz de Seattle'dan beri ilk kez üç saat başbaşa idik.

İnci: İstanbul'da çocukluğumdan arta kalan, içerisi bile değişmemiş nadir yerlerden...Bugün İstanbul'a dönmüş oldum. Asmalı Mescit'teki "Antakya" (yazamadım doğrusunu), çok iyiydi gerçekten. Alo Acil Asmalı Mescit'teki Kebapçı Nerde Hattından Hande (yine) doğru yönlendirdi. Ayda'cım seni Amsterdam'da "kafe"lerden rahatsız etmeyeyim demiştim!

Nehir'im bugün yerlere bir şeyler fırlatmadan sakin bir gün geçirdi. İnci'de kulaklarını çınlattım, Nehir olsaydı bayıla bayıla yerdi diye. Almadım, yine de. Anneanneye gittiğimde, kızları almaya, Nehir neşeyle "Kurabiye yaptık" dedi. "Hadi bir tane de babaya götürelim" deyince, mutfaktan elinde iki kurabiye ile geldi, birini ısırdı, sonra diğer bütüne baktı, ve yemeye başlamış olduğu yarımı işaret ederek "Bunu babaya verelim" dedi diğer bütünün de tamamının yedi! Neyse bir yarım getirebildik bari!

Abla ise sonunda okula gitti. "Annee, iyi ki gitmişim bugün Makro'ya gezi varmış" dedi. Hmmm, bir süpermarket gezisi, gerçekten çok ilginç. Sağda gördüğünüz domatesler hormonlu, sütler GDOlu...işte şu küçük reyon "organik", yani GDOlu olabilir ama belli olmaz belki de değildir...Artık şansa. Nitekim "iyi" durdukları için brownie vermiş öğretmenleri, "küçük" , hah dedim, biliyorum o katkılı fabrika çıkışı ürünleri! Demediiim.

Çünkü evin ana gündemi, bit savaşları!

Thursday, November 19, 2009

Bit Yeniği!

Sır çözüldü.

Ben son dönemde birlikte olduğum Hande, Seda ve Bilge'ye sorayım derken, Seda patlattı: Yeğenim Deniz uzun süredir kaşınıyor imiş....veee, inceleme sonucu:

Ben bu güzel bitleri Seattle'dan almışım.

Yani made in USA.

Ve yaklaşık iki buçuk aydır da benle koloni, Seattle-Houston-Fort Worth-İstanbul hattında gezip durmuşlar. Bilmiyorum jet-lag sorunu yaşadılar mı??

İşin komiği. Ben St John's Wort kullanmayı Seattle'a gitmeye yakın, almayı unutarak, ve Seattle'a da yanımda götürmeyerek bırakmıştım. Sonrasında kaşıntılar başlayınca, işte almayı bıraktım, şimdi de stresten saç diplerimde egzama oldu herhalde deyip, şampuan değiştirip, daha sık yıkar olmuştum!

Aklıma gelmesi mümkün değildi. Okul çocuğu değilim ki!

Nasıl oldu Nehir almadı? Hele birlikte ve başbaşa yatarken?? Sanıyorum saçının kısa oluşu, belki de tedavi onu korudu. Sivrisinekler de uzun süre ısırmamışlardı.

Arada kaşınanlar olursa bir bakın derim yine de. Yani bir de gelince sarılıp durdum. Neyseki insanlar gripten bizi korumak için çok sarılmadılar! Ve bitler sıçramıyor.

Acaba yatağımızı alan, muhtemelen Meksikalı aileler ne oldu?? Of offf, herkese iş açtık.

İyi haber: kuş gribi, domuz gribi var da bit gribi yok henüz.

Nehir'im toparlıyor. Dün uzun saat parkta oynadı. Sanıyorum ancak kendine geliyor. Evde merdivenleri çok rahat çıkar oldu. Bir de adlı adınca yaramaz oldu. Bize kızınca eşyaları yere fırlatıyor, gözümün içine baka baka. Ben ise "irrasyonel" davranışlar karşısındaki "anlamayan" bakışımla hiç etkili olamıyorum. Biz kızınca, karşımızda dansediyor. Yani güç savaşında yeniğiz. Kızlar uslu, erkekler yaramaz tezi bir kez daha çürüdü. Çocuğuna bakar. Halası üzülüyordu, Mina bir şaplak atacak, Nehir ne yapacak diye. Cevap veriyorum: Bana vuracak.

Ah, ne bileyim. Kafası da karışık. Bugün bana masal anlattı. "Bir varmış bir yokmuş, bir küçük Nehir varmış" diye başladı, "Anne ve baba yorgunmuş" diye devam etti, aralarda "dressing change" girdi konuya, "baba işteymiş" eklendi...

Henüz olup biteni biryerlere oturtmaya çalışıyor. Bir yandan bu eve alışmaya. Bize ev gelen burası, ona hala yabancı. Anlamak ve anlamamak, uyum ve uyumsuzluk bir arada. Biz de kimi zaman yardımcı oluyoruz ama esasen onunla, Amerika'daki hayatımıza kıyasla, daha az ilgiliyiz. O da ilgi çekiyor sanırım.

Evet, bu olmalı. Alıştığı ilgiyi, "karıştırarak" çekiyor.

Doğa çözümünü üretiyor.

Leyla ise bugün isyan etti, "Hep onun tarafını tutuyorsun" diye.

Anne bitlerini temizlerken bir yandan "normal" hayat düzenine başlamaya, ve evdeki hali anlayıp, yeniden "hakim" olmaya çalışıyor. Beki de o nedenle eve yardımcı istemiyorum. Fiziksel ve ruhsal düzenlemeler oluşsun öncelikle."Dışarı" etkiler başlamadan.

Keyifler iyi. Oğuz Amca'sı domuz giribinden yatan hepa filtreci iyileşmiş mi??? Burada havadaki "gaz" oranı akşamları dayanılmaz. Sudan geçtim, solumak istiyorum.

Bitliii, bitliii diye "dalga" geçenlere nanik yapıyorum! Yakında bayram ziyaretleri yapacağız, kolonicek!

Tuesday, November 17, 2009

O-oh

Hmmm, iki haber var esasen.

Birincisi dun terapistimde bir döküldüm bir döküldüm. Tüm taşları saçtım ortalığına, tüm duygularımı, hikayeyi de anlattım.

Sonuç: İlaca şimdi gerek yok, ara ara görüşelim, mesela gelecek pazartesi! dedi. Sonra da "Bu yıl finansal olarak da zormuş sizin için, benim de çorbada tuzum olsun" dedi! Ben de şaşkın, "Orta bir nokta bulalım bari" dedim, tesadüf, tam da yanımdaki parayı telaffuz etti! Çok komik. Visualization bu olsa gerek!

Çıkışta eve kadar bir saatlik trafik yolculuğum müzik ve neşe içinde geçti. Her şeyi bırakınca öylece, arabadaki CDler neymiş hiçbir fikrim yok iken, baktım, hatırladım, müzik keyfim yerine geldi.

A tabi, sahne biri unuttum: Ben saat ikide kapıyı çalıyorum, ve sekreter bana şaşkın bakıyor, ben tabi randevuyu yanlış hatırladığımı anlıyorum ama "Bugün mü bari, kaçırmadım di mi" diyorum ve neyseki saat beşte imiş-miş.

Bu da hiç hesapsız Nurgün'le harika bir kahve sohbetine yol açıyor!

Yani dün "anne" günüydü. Nehir'in en uzun dün bırakmış oldum. Annemlere gittiğimde almak için, hiç ağlamadan, boynuma sarıldı. Küçük bir çocuğun sevgiyle boynunuza sarılması gibisi yok!...bence. Dışarıda olmak, kendimle bir günün çoğunu geçirmek beni daha "sabırlı" yaptı dün.

Bu sabah ise...da na na nannn...

Banyo yaptım, saçımı tararken havluya küçük bir canlı düştü! Bir anda 1979 yılına dündüm, ve "Bit" dedim. İnanmak istemedim ama basbayağı benziyordu. Hemen uzman anneme "Anneeee yetiş" dedikten sonra... bir baktıkki, gerçekten de bir bit.

Annem, hemen bir "anti bit" şampuanı aldı...derken ben Alo Acil Bit Hattı, Hande'yi aradım. Hande kısa bir özet geçip, zırt diye bana "iyi" bir bit tarağı getirdi. Ve ben şampuan sonrası taradım da taradım...kaşınmaya başlamışsınızdır!

Uzatmayayım. Ben ne zamandır kaşınıyor, ama bunu strese bağlı egzama diye yorumlayıp, bir vakit ayırıp da dermatologa gidemiyor-idim.

Bityeniği ise şu: Bu bit Made in USA mi, yoksa Made in Turkey mi? Yoksa dünya vatandaşı uçaktan mı??

Bilmiyorum. Kızlar şimdilik temiz.

Herkesi arayıp, sakin bir sesle, böyle böyle bitlenmişim dediğimdeki çığlıklar duyulmaya değerdi. Bir saniye sonra idrak ediliyordu hep! Derken aklıma Bilge geldi! Veee Bilge'yi arayınca, "Dur yaw ben de kaşınıyorum bir haftadır" deyince, ben içimden "O-oh" dedim...Sonuç pozitif!

Basit bir tercih yapacak olursak, domuz girib vs bit....ben bit diyorum. 1979 yılında annemle babam yok iken bu iş abimle başımıza geldiğinde, eğlenmiştik. Anneannem ve babaannem şaşkın, biz, abimle, bilgiç bilgiç, sayar gösterir, eğlenirdik...Bugün anneannem ve babaannemin şaşkınlığı vardı bende...nasıl, nerden, ne zaman...5N1K.

Sağlık raporu: Leyla'nın ateşi ilk geceden sonra yükselmedi, öksürük devam etti, evde...Nehir antibiyotiğini bitirdi, ama doktoru arama işini yarına erteledim. Aslında bizim doktorlar istememişken kan tahlili anlamlı gelmiyor, hele virus yuvası hastaneye gitmek bu iş için...bari bir hafta olsun da anlamlı bir sonuç çıksın dedim...ne bileyim.

Gördüğünüz gibi bizde "aksiyon" eksikliği yok, nerde az ihtimal orda biz. Buyrun bekleriz!

PecanNot: Ah Pecan cım ah diyeceğim. Mühendis değilim, ne hoş ki! Doktora için ise haklısın, çok uzun ve meşakkatli bir iş, ve özellikle sonu herkes için zor oluyor. Değer mi? Bilmiyorum bu tip hesaplar ancak ölme noktasında tutar herhalde. Ben yolun başındakilerine, "İyi düşünün, yapmayın" dedim, diyorum çok. Heleki, "esnek iş", "akademisyenlik, anne olmaya uygun bir meslek", "özel sektörden sıkıldım" veya "mezun olunca ne yapacağımı bilmiyorum, bari doktora yapayım" gibi nedenlerden şüphe edersem. Politiklik aynı, çünkü örgütlerin içinde var (ben örgütçüyüm bu arada, ne demekse). Sonra da iş bir pozisyon bulmak, ve çok haklısın devlet bir zor, vakıflar da ayrı. Ve bu yıl zor. Çok çok kolay gelsin diyorum. Sana bize CVni gönder diyeceğim ama bilmiyorum kadro işlerini! :)))

Sunday, November 15, 2009

Oksijen Temalı Gezilerimiz II

"Pecan" biraz daha karamsar yazmıştı uyum sürecini, Neşe biraz daha umut verdi.

Uyum, tabi, her alanda aynı şekilde olmayacaktır. Pecan'ın sözünü ettiği "iş"le ilgili uyum-uyuşamama-zorlanma durumu bana uzak. Hatta, ben de o masaya yapışanlardan mıyım dedim. Yok yok değilim. Ama üniversitelerde oda mühimdir. Her öğretim üyesi, hele ki devlet üniversitelerinde, bir gün kendine ait bir odası olacağı hayaliyle yaşar. Ben de "enn" sonunda, az da olsa, bir kademeyi aşıp, "büyüyünce", odam odam canım odam, bari odamı kaptırmasam haline girdim çoğunluk gibi.

Benim uyum sorunum "teknik çevre" ile ilgili. Şimdi elimde bir su arıtma tesisi şeması ve beklediğim "teklif" var. Hem mikrop, bakteriden, kurtuluyoruz, klorlayarak, sonra da kloru tutarak klordan. Bu klor üzeri kare, sonra da kloru tutma bende şüphe yarattı. Tutamazsak, vay halimize bir kimyasal. Bir de istersek kireçlenmeyeceğiz. Ben toplam maliyeti henüz görmeden tahminle, "Biz kireçle yaşamaya alışığız" dediğimde, arıtmacı bey güldü. Calgonit var. Ki ben de yok. Ama birden pufuduk pufuduk olamayan havlular, ve her türlü yumoş reklamı gözümün önünden geçiverince, bir an "acaba" mı dedim.

Okuduğunuz üzere "hal"im daha iyi. Bundaki en önemli neden, dilimi ısırdım (ger çek ten), Nehir'in "ilk" ateşinin muhtemelen basit bir viral enfeksiyon olup, geçmiş olması.

Başka bir neden pek de yok.

Bir yandan organik sebze, meyve bulabiliyor, "gezen" bir de tavuğumuz oluyor, iki cumartesidir.

Ama şansa diyeyim, ya da her zamanki hal mi bilmem, hava çok kirli. Özlem, geçen gün koyduğum vapur fotoğrafına, İstanbul fotoğrafı ne güzel diye yorum yapınca, ben vapurun "kıç"ı görünen fotoğraftaki, Kartal kıyıları üzerindeki hava kirliliğini de çekmiş olduğumu farkettim, üzüldüm.

İşte bugün bu meyanda, Belgrad Ormanında yürüyüşe gittik. Oksijen aldık. Keşke bir de depolayabilsek.

Su deposu yerine, hava deposu. Yaw, Japonların yok muydu "pure" oksijen kürleri, bak şimdi yazarken aklıma geldi.

Ne bileyim.

Bir öyle bir böyle. Şimdi esasen hala enfeksiyondan korunma, gelecek günleri az kaygıyla geçirme işlerimiz var.

Derken, Leyla'nın sabah başlayan öksürüğü, akşam sıklaştı. Ve biraz da ateşi çıktı. Zrytec, çinko, beta-glucan, balık yağı, pastil gibi bir karışım verip, ardından da yarın odasında kalması gerektiğini söyledim. Önce acımasız geldi, sonra bizim hep karantinada olduğumuz günler aklıma geldi, hastane odasında. Kendi odasında, oyunları, kitapları ile iyi vakit geçirebileceğini düşünüp rahatladım. Tabi okur sormaz mı, peki siz anne baba olarak bir maske bile takmazken, bu ne turşu diye. Mahçup gülümserim sadece. Umarım Leyla akıl edip de sormaz bu soruyu. Ne de olsa henüz "teenager" değil.

İşte istanbul'da yoğun grip altında geçen günlerimiz.

Thursday, November 12, 2009

Hmmph: Ateş

Ne mi oldu.

Baba hasta idi, derken ben hastalandım, ve biz eve kimse almayalım, çocuklardan uzak tutalım derken kendimizi sakınmadık ve dün Nehir ateşlendi.

Öğlen, 37.7 yi görünce ben, çare yok, Dr. R.'i aradım (isim yazmayayım TRde sorun olur belli mi olur). Doktor da , göreyim, deyince, saat altı gibi, babayla götürdük, Leyla'yı anneanneye bıraktık.

Hemen kan tahlili yapıldı. Doktor, lökositler düşük çıkarsa hastaneye yatırmam gerekir dediğinde yüzümün ve ruhumun aldığı buruşukluğu görmeliydiniz. Hiç uyuşturmadan "cart" diye yaptıkları kan tahlili sonucu lökositler yüksek çıktığında, rahat bir nefes aldık. Bu kez sorun, bizim antibody protokolunu hiç bilmeyen (doğal olarak) doktorun, çok yüksek lökosit (normalde enfeksiyon belirtisidir) değeri nasıl yorumlayacağı idi.

Neyseki, eve gidin, kötüleşirse gelirsiniz, bu şansı verelim dedi, ve eve geldik.

Nehir'e hiç kıyamadım, bir daha bir hastane yatışına, bir yandan da Leyla'yı yine, "pat" diye endişe ile evde bırakıyor olmak fikri germişti beni.

Geriliş o geriliş diyebilirim.

Eve gelince, hemşiremiz Marcelle'i bulup, konuştuk, o beni rahatlattı, "Muhtemelen viral bir şeydir" diye. Sonra SKYPEde Özlem'e danıştım, o da gece boyunca nelere dikkat edeceğimi söyledi.

Nehir gece yarısı ateşlendi, ama sonra ateşi çıkmadı, ama ben genel olarak "çöktüm". Yani yo rul dum. Bir daha bir daha bir daha...

Bu evle büyüyen iş yükü, yaklaşan ikinci dönem, Nehir'i böyle hassasken onu bırakma bırakmama ikilemi, kime bırakmalı sorusu...kafamın içi doldu.

Baba "Gülümsemiyorsun" diyor.

Bu sabah okula toplantı için gittiğimde, çok iyi geldi. Arkadaşlarımı görmek, akademik düşünmek, metroya binip, yürümek...iyi geldi. Annelikten uzaklaşmak.

Bunu yaparken Nehir'in babasıyla olduğunu bilmek. Hiç aklım kalmadı. Eve geldiğimde Nehir neşeyle kapıdaydı.

Sonra Leyla geldi. Nehir, Leyla okula gidiyor diye, eve geldiğinde onunla uğraşıyor! Bana yapmadığını ona yapıyor. Leyla odasına gidip kapısını kapatınca, bu kez iyice keyfi kaçıyor. Bu arada banyoda oyuncak tabaklarını yıkarken, bir de ne göreyim, İSKİnin suyunu içiyor lıkır lıkır! Hissettiğim öfkeyi, "frustration"ı anlatamam. Acaba bir bakteri, bir mikrop aldı mı...yine mi hastalık...derken "çöktüm". Ama çökecek yer kalmadı, zaten dipteyim.

Baba beni "Enerjisi yerinde bak, sevinelim" diye uyardı, haklı olarak. Evet, bir iki gün cansızken, bugün ilk kez canlandı. Tam canlandı. M A Ş A L L A H.

Yine de yorgunum ve yatıyorum erkenden. Enerjimi, kendimi, neşemi geri istiyorum. Aslında hepsi bende saklı biliyorum. ELMAAAAA!

Tuesday, November 10, 2009

Park-ing, Bu Kez İstanbul'da (Accutane Beşinci Tur Bitti)





İstanbul'da nefis bir hava. Sabahları. Akşamları ise çöken kirlilik.

Sabah uyanır uyanmaz, havayı kokluyorum, temiz olunca camları açıyorum. Oldum olası temiz hava derdim vardır. Bunda belki de dokuz aylıkken araba egzosundan zehirlenmiş olmamın bir etkisi vardır, bilmem.

Dün öğlene doğru hava güzel iken, Bebek Park'a yollandık. Hande-si'ne de uğradık, ve tam vardık ki Nehir uyudu. Biz de kahvelerimizi aldık, ve bir banka yerleşip, Nehir arabada uyurken, mecburen (!) sohbet ettik. Kahve alırken, bir anda hastane günleri aklıma geldi. Sanki çok geride kalmış gibi, halbuki, tam bir ay oldu, son gidişimiz.

Uykudan sonra ama Nehir keyifle oynadı, biraz. Kumda "abla" küreğini verince, utandı, gülümsedi. Keyfimiz yerinde, Leyla'ya yetiştik akşam.

Hava durumu çarşambadan sonra hava sıcaklığı düşecek dediği için, ben de azimle bugün yine yollandım, yine Hande-sini aldık. Ve Nehir yine uyudu!

Bu kez kahveye nefis büfe tostu da eklendi! Ne diyeyim, tost özlemiş değildim ta ki, birden "Aaa, tost yaw" diyene kadar. Nehir bu kez tam iki saat uyudu arabada. Ben, "Ne oluyoruz " dedikçe, Hande "Bir şey yok, uyuyor çocuk" dedi. Sonuçta, GMCSF'ler uçmadan bir gün önce kesildi, ondan önceki iki hafta ve üzerine jet-lag normal, sanıyorum.

Yine de terapistime gideceğim. Bu ara üzerimde şöyle bir ruh hali var, "Biliyor musunuz başımıza ne geldi deyip, ağlamak istiyorum"...geçti denmesini duymak. Ya da benim aklıma gelmeyen "cuk" bir laf. "Flow" etkisi yaratsın, biraz beni bu alacakaranlık ruh ahlimden çıkarsın.

Nehir'im ne yapıyor. Bugün "Dükkana" gidelim dedi, "Giysi bakmaya". Amerika'daki rutine dönmeye çalışıyor. "Burası evim değil" diyor kızarsa. En çok da sabahları babayı ve ablayı yolcu etmekte zorlanıyor. Ve Maksi'den korkuyor. Maksi gelen geçene, ve eve gelenlere havladıkça, iyice korkar oldu. Evden çıkınca, kapıda elleriyle kulaklarını kapıyor, halbuki Maksi bize havlamıyor! Denize ise özel bir merakı yok, ben şaşırıyorum. Gemiler daha çok ilgisini çeker diye düşünmüştüm, bizimki Houstonian olmuş meğer! Yeniden İstanbul'u ne yapıp sevdireceğiz, çaresi yok!

Bana yazıp, yemek kaynakları için bilgi verenlere teşekkür ediyorum. Aslında ben de organikte çok zorlanmayacağımızı anladım. Cumartesi günü almış olduğum, "free-range" tavuk o kadar lezzetli oldu ki, Whole Foods'tan güzel oldu. İkidir ise palamut yiyoruz.

Şimdi iş, perşembe sabahı su filtresi randevusu ve beklediğim hava filtresi haberinde.

Yavaş yavaş toparlanıyoruz. Nehir'in günlerini hareketli, keyifli geçirmesine çalışarak bir yandan. Yarın onu parka bu kez uyku tutmadan götüreceğim artık!

ÖzlemNot: Arkadaşım sen benim sesimi ve sorularımı özlemişsindir! Ben de senin yanıtlarını özledim!

NazlıNot: Nazlı ne iyi etmişsin! Müziğimi hatırladım ve hemen Fizy "playlist"imi çaldım, üstelik en son hastanede bölük pörçük, sorunlu dinlemişken burada çok güzel oldu.

FotoNot: Fotoğraflar pazar günkü Heybeliada Ziyaretinden. Nehir'in genel uyuma pozisyonu, biraz daha yatar hale getiriyoruz merak etmeyin.

Friday, November 6, 2009

Kayıttayız: Sosyalleştik

Hoşgeldiniz mesajlarınıza ve tüm iyi dileklerinize çok çok teşekkür ederim-ederiz.

Bugün itibariyle eşyamız yerleşti...gibi.

Uykumuz yerleşti...gibi.

Halimiz iyi...gibi.

Gibi çünkü, bende paranoyak haller var. Bu gece birden Nehir'in karnı, karnı değil, eski yeri diyelim, şiş gibi geldi. Hala da kafam takık. Biliyorum, değildir, aynı yerde de olmaz...ama bir anda elim ayağım boşaldı. Bu durum en iyi tabirle sıkıcı.

Konuyu değiştiriyoruz.

Bendeki evi toplama ve evde kalma isteği, jet-lag, ve yağmurla karışınca, alışık olmadığımız bir halde evdeydik. Sadece salı günü bir saat, evin yakınındaki parka gitmiştik. Evet, bir şekilde kalabalığa karışmama isteğim vardı. Sanki bir adadan şehre gelmişiz gibi, İstanbul'un kalabalığı, trafik gürültüsü, akşam muhtemelen yanan ucuz kömür kirliliği, veya egzosla karışık koku derken, içim kapanmıştı.

Üstüne üstlük, şu yeni tarım yürütmeliği, arkasından beklenen yasa, tuz ve biber olmuştu.

Nasıl yapacağız dedim: Yine organik, ve "gerçek" organik bulma çabaları, "free range" tavuk yoksulluğunda tavuk...eve hava filtresi, su filtresi lazım işleri...

Derken güzel yurdumun gerçeği yüzüme yapıştı: En temel gereksinimleri, barınma, yeme, içme, deki zorluklar. İyiye gidiş değil de cahillikle artan tuzaklar.

Leyla Müzik kitapçığındaki marşları gösterdi, birkaç gece...Çıktık açık alınla...Türk Önde Türk İleri...Kaldı mı bu marşı, "içi dolu" söyleyen. Yapan. Çabalayan. Kendini ileri götürme çabası dışında "memleketi" ileri götürmeye niyetli birileri...

Velhasıl, şu hastalıkla başgösteren karamsarlık hali beni esir aldı.

Yoruluyorum, basit şeylere ulaşmadaki yaşadığımız güçlüklere, çıkarılan engellere.

Hande, "Yapcak bir şey yok, burası böyle, yapacaksın" diyor. Ne bileyim bu koyuyor insana. Çıkmazı bilmek üzüyor. Yaparım elbet ben. Bir şekilde çözüm arayışlarına girdik bile. Arkadaşlarım da kaynak ve yol gösteriyor. Keçi sütünden peynir, zaten alırdım, bir parça daha iyi olabilecek bir yoğurt, kendi beslediği ineklerden günlük süt getiren bir kadın tel-i, tavuk, filtre arayışı, öneriler...

Michael Jackson'ın "Scream" klibi vardı bir zamanlar, Janet Jackson ile, fırlatırlar, bağırırlar, işte bu ara öyle bir ruh halindeyim. Bağırmak ve tabak kırmak istiyorum.

İşte böyle halim pek yaman iken, "kızzlaaarrr" ile buluştum bugün. Kızım da babasıyla Bebek Park'a gitti. Yani Nehir Türkçe konuşan çocukların arasında ilk kez girerken, ben de bütün bir yıl beni, bizi ayakta tutan arkadaşlarımla buluştum.

Anne kız "mutlu" döndük. Nehir "Denizin yanında niye park var" demiş. Ah güzel kızım dünyanın en güzel parkı da o yüzden! "Yok böle bişi" cinsinden!

Ben salata yerken, Hande tatlıma karışırken, her bir arkadaşıma sarıldım, hasretle sevgiyle, onlar bilmiyor minnetle.

Lütfen eski neşeme, TR sevgime kavuşayım. Dert etmeyeyim şartları bu kadar, elimden geleni yapayım, gelmeyen için yorulmayayım. Akışa bırakayım kendimi. Şükredeyim sadece bugüne geldiğimiz, ve kavuştuğumuz, kızımız sağlıklı ve mutlu olduğu için. Evet, masada neşeli yemek yerken Nehir "Anne Whole Foods"a gidelim diyor, Leyla gülerek, "Burada Makro var" diye düzeltiyor. Ve Nehir'in peşinde koşmasından sıkılıp, "Anneee, durumumu anlamıyorsun, ben de ben de diyen biri sürekli" diye serzenişte bulunuyor.

"Benim hala umudum var, İsyan etsem de istediğim kadar".

Her şey bir yana, Nehir'im sağlıklı ve mutlu!

Monday, November 2, 2009

Hurrayyy, İstanbul'dayız




Yazamadım.

Çünkü toplandık da toplandık. Sonra baktık hala toplanmamışız, biraz daha toplandık. Ve toplayamadıklarımızı kutulayıp Nursen Teyze'ye bıraktık. Bu işleri gece yaptığımız için, son gece dörtte yattık. Ve haliyle yazmak deği,l bilgisayarımı bile açmadım. Bilge olmasaydı toplayabilir miydim. Ha yır. Meğer Bilge bavul toplama işinde çok becerikliymiş. Ben stresli o rahat yerleştik olabilecekleri.

Nursen son gün kaç kilometre yaptı ona sormalı, ama bizim arabayı bırakma, fazla eşyayı garajlarına koyma derken Houston'u dört döndü. Teşekkür etmek az gelir. En son bizi havaalanına bıraktı...vedalaştık. Yakında görüşmek üzere deyip.

Arada ne yaptık şu anda anlamı kalmadı, sadece benzin bitip son klinik kontrolü sonrası yolda kalmacamız var, bir güzel yağmur altında ama pek uygun bir yerde. Triple AAA ise yardıma geldi, iyi ki yaptırmışım. Belki de bilinçaltı, yaptırdık bak kullanamadık dememek içindir. Ama Mahmut'a kalırsa daha önce de yaptığım bir şey, hala öğrenememişimdir. Ama olsundur çünkü hep uygun yerlerde kalıyorumdur.

Peki nasıl uçtuk? Nehir heyecanlı mı heyacanlı idi. Uçuş ise tam dolu idi. Hatta son gece dörtte yatıp iş yaparken, online check in yapmadığımız için Bilge az kalsın, "yer yok" diye uçamıyordu. Biraz "gate"de ne yapacağız şimdi diye bekledikten sonra sonunda uçabildiğimizde rahatlamıştık. Yani psikolojik olarak. Çünkü verdiğimiz bavulların üzerine bir de Cevat Kelle durumunda olduğumuzdan, Lufthansa 747sindeki sıkışık koltuklara sığmakta zorluk çektik. Nerde THYnin güzelim Airbusları dedik.

Nehir Amerika saatiyle gece 10 gibi uyuyup, 12.30, 1 gibi (AM) uyanıp bir daha da uyumadı. Küçük bir çocukta adrenalin var mıdır bilmem, Özlem'cim bilir, ama Nehir İstanbul'a kadar uyumadı. Frankfurt'ta inince neşeyle, bavulunu çekiyordu seke seke. Frankfurt'ta tekrar binince ise, tüm öz hazırlık konuşmalarına rağmen, kucağımdan inip kemer bağlama itirazı bir tantruma dönüştü, ve tantrum ön koltuktakı orta yaşlı, tahminim hayata gözleri bulunduğu yaşta açmış hanımın "şşşt"iyle perçinlendi. Ama ben Houston-Frankfurt arasında sadece bir buçuk saat uyuduğum için, Frankfurt'ta, hem de Airbus'a binip, ayaklarımı uzattığım için, iki saat deliksiz ve hiçbir şey duymadan uyudum. Uyumuşum. Bu arada Bilge Nehir'le kitap okumuş, kahvaltı etmiş, oyun oynamış, ben uyandığımda ise Nehir DVD iziliyordu.

Nehir havaalanlarında maske ile idi. Houston'da "special assistance" diye daha az kuyruklu bir güvenlik kontrolden geçtik. Benim aklıma gelmezdi, Bilge ayarladı hemen. Bu arada güvenlik benim bavulumu açtı, bir baktılar kavanoz kavanoz "erzak". Arada parlak kağıttaki, dondurularak kurutulmuş blueberrylere şaşırdılar, X-rayde anlaşılmamış. Derken Accutane vermek için yanıma aldığım "paste" i görüp, bu olmaz dediler, ama o ana kadar sesi çıkmamış ben atmaca gibi atlayıp, "Olmaz o bana lazım dedim", "Peki" dediler.

Ah işte uçuş manzaraları.

Ama ennn güzeli, Nehir'in İstanbul'a indiğimizde bağıra bağıra "hurrreyyyy, huuuurrrreyyy, hurrreeyyy" diye bağırmasıydı. Nasıl mutlu idi. Birileri bakıp, gülümseyince bu kez utandı.

İstanbul'a inince kapıdan bir yer görevlisi ile kalabalığın arasında en az kalarak, pasaport kuyruğunda beklemeden çıktık, ve babası almaya geldi içeriye. Sağolsun babanın gözü kimseyi görmedi, ve kızıyla kucaklaştı. Çok da duygulandı. Nehir tekerlikli sandalyede ve maskeli idi. Doğrusu ben de tüm bu yıldan sonra Nehir'in sağlıklı ve mutlu varmış olmasına çpk sevindim. "Se vin mek". Çok şükür.

En son klinik randevusunda Fatih Bey'i gördüm. Ve sarıldım. Aslında Türk de olsa adet değil diye önce izin istedim, sonra sarıldım. "Bundan sonrasını bilmiyoruz ama biliyorum ki en iyisini yaptık" diye teşekkür ettim. Bu yolculuğun en başındaki yönlendirici, bilgiendirici, en önemlisi rahatlatıcı, doktorluğunun dışında yüreği kocaman, güleryüzlü Fatih Bey.

Dr. Russell ile de konuştuk, ona bir nazar boncuğu verince, küçük bir kart ve hediye paketi içinde, gözlerini açarak, "Geliyorsunuz değil mi" dedi, veda mı ediyorum diye endişe ile. Aslında bir kutlama olsun, bu önemli "mihenk taşını" hatırlayalım istediğim içindi.

İşte böyleee. Havaalanında annemler ve Leyla ile kucaklaştık. Leyla hemen, "Ağlıyor musun?" dedi. Ağlamadım. Eve gelirken baktım yine İstanbul artmış. Ufak tefek yenilikler olmuş. Vodafon her yerde olmuş, en azından havaalanı bölgesinde, yeni bir alışveriş merkezi, derken bize yakın taksi durağının kulübesi yenilenmiş. Bizim yokluğumuzdan yararlanıp, evimizin girişine koca bir çöp konteyneri konmuş. Yani misafirleri çöple karşılamamızın özellikle bizim için yararlı olacağı düşünülmüş.

Aslında esasen sanki bir yıl değil, bir haftasonu gidip gelmişiz gibi hissettim eve girince. Ev gözüme süslü ve kalabalık göründü, eşyasız bir yerden gelince. Bavullara "hatırası var " diye yerleştirdiğimiz onca şeyin hatıra kalabalıklığında nereye, nasıl yerleşeceğini henüz anlamış değilim. Acaba Orhan Pamuk'un müzesinde bu koleksiyona da yer bulunsa. Biriktirdiğini bilmeden biriktirenler için.

Nehir ve Leyla uyudu. Leyla nasıl büyük göründü gözüme. Nasıl olgun. Nasıl neşeli, her zamanki gibi. Nehir'e ilk iş, "Artık bu evde zıplayabilirsin, aşağıdan kimse gelmez" dedi. Sonra "Hande sana ne yapmış biliyor musun" deyip, Nehir'in "Pastaaaa" demesiyle, Hande'nin, halanın tavuskuşu, Aydonat'ın ahtapot dediği uçan kelebek hoşgeldin pastasını yedik. Dayı, hala, babaanne, dedeler, anneanne...Herkeste yeni oluşmuş, bizim de perçinlediğimiz bir öpüşememe durumu.

Bu yoğun hareketlilikten sonra Nehir akşam sekiz gibi uyudu, bugün öğlen 12.30 gibi, accutane'i artık daha da fazla aksatmayalım diye, biraz bizim sesimizle uyandı. Ben ise gece normal yatıp, sabah da normak kalkmama rağmen, öğlen bastıran ani uyku sonucu üç saat rüyalar alemindeydim kanapede.

Akşam oldu, bende hafiften bir uyku hali. Yazarken kendimi tuhaf hissediyorum. Türkiye'de yazmak ilginç geldi. Yabancı. Çalışma odamdayım. Ve sanki koca bir yıl geçmemiş. Oysa bu odada başlamıştı doktor arayışımız, telefon telefon telefon...ve hastaneye gidişimiz.

Leyla şimdi "Anneee, duygulanma hemen" derdi. Nehir'im sağlıklı ve mutlu. "Biz nereye geldik" dediği evinde. Ablasına "Müzeye gidelim" ve "Memorial Park'a gidelim" diyor! Bir yandan da hep peşinde hem ablasının hem babasının. Yatağında uyuyor, ben yanındayken! Ara ara uyanıp, "Anneee evimize gidelim diyor", büyük yatakta yine birlikte yatarız beklentisiyle tahminim.

Alışma dönemindeyiz evcek.

Hoşgelmişiz.

FotoNot: Uçuştan bir gün önce: Annesi kızına kocaman bir öpücük kondurdu! Koca bir yılı harika geçirdi!!! Nursen Teyze'nin evinde Bilge ile. Ve sonuncu fotoğraf: Annesi kızını iki saat Nursen Teyze ve Bilge'ye bırakmış, doğumgünü hediyesi SPA'ya gitmişken, Nursen Teyze ile!!!!!!!!!