Friday, October 29, 2010

Cadılar Bayramı

Geçen yıl, 31 Ekimde Nehir'le İstanbul'a uçmuştuk...Houston'a gidişimizden tam bir yıl sonra. Tedaviyi bitirip.

Ithaca'ya geldiğimizden beri geçen yılı hatırlatan şekilde balkabaklarıyla çevrildik. Dün gibi aklımda, Nehir'le Whole Foods'a her gittiğimizde, minik balkabaklarından almak isteyişi, benim de alışveriş sepetine koyuşum, ama sonra ona çaktırmadan geri bırakışım.

Sözünü ettiğim mutluluk ile ilgili kitabı yavaş da olsa okuyorum. Güzel noktalar, fikirler var. Biraz da bildiğimi düşündüğüm kavramlar üzerine yeniden düşünmemi sağlıyor. Roman gibi hızlı okuyamıyorum.

Aklımızın, beynimizin nasıl geçmiş zamandaki boşlukları doldurduğunu, ve aynı şekilde geleceği de nasıl hayallerle şekillendirdiğimizi anlatıyor. Doğal olarak iki durumda da "gerçek" durumdan farklı hayaller ortaya çıktığı, yanılgılarımızın olduğunu anlatıyor. Gerçek hayalle örtüşmüyor çoğu zaman. Hele gelecek uzaktaysa, hayaller soyutlaştıkça, iyice uzağa düşüyor. Örnek vermiş. yeğenlerinize bakmak üzere söz veriyorsunuz, "yardım", "iyilik", "bebek" hayaliyle. Ama o gün gelip çattığında, iş oyuncak bulmai yemek yedirme, uyutma, ağlama sesleri arasında beklemediğiniz, hayal etmediğiniz bir hal alıyor.

Şöyle bir soru sorarmış insanlara. En büyük çocuğunuzu aniden kaybetseniz, iki yıl sonra neler hissedersiniz. Kendinizi nasıl hayal ederseniz, iki yıl sonra.

Merak ettim tabi, yanıtları.

Çoğunluk, herkes, nasıl yıkılacaklarını, mutsuzluklarını anlatmış. Gilbert ise diyor ki, oysa iki yıl sonra sadece bu olay olmayacak hayatınızda, başka olaylar da olacak, sizi mutlu eden. Tek bir olay olmayacak yani. Örnekler vermiş, güzel bir elma yiyeceksiniz, bisiklete bineceksiniz...

Hep dediğim, inandığım bir şeyi bu kez okudum. Hayatımız tek bir olay üzerine kurulu değil. Bu aklımızın yerinde kalmasına yarıyor. Güçlü olmak da aslında bu demek. Tek bir olay tüm hayatınızı kontrol ederse o zaman mutsuzluğa hapsolmak işten değil. Yani Nehir'in yokluğu benim için çok ama çok zor, bir yandan da hayatımda başka şeyler olmaya devam ediyor. Beni mutlu eden. Bizi.

Yine de zaman zaman hayatı ileriye sarıp, yaşlanmış ve her şeyi geride bırakmış olmayı diliyorum. Burada da sanıyorum hayalim, mutlak huzura kavuşmak.

Ah, Gilbert şunu da anlatıyor. Geleceği hayal ederken, şimdiki hallerimizin etkisiyle hayal ederiz. Yani muhtemelen ben şu andaki huzurumla, yaşlılığımı da huzurlu hayal ediyorum. Oysa bilemeyiz tabi, nasıl bir yaşlılık bekliyor beni.

Yine iş dönüp dolaşıp anları yaşamaya geliyor.

Bugün Leyla'nın bir arkadaşı bize geldi. Danimarka'lı. Aralarında konuşuyorladı. Diyordu ki Leyla'ya, "Benim de annem arkadaşım geldiğinde bana Danimarkaca kızıyor"...tam Leyla'ya, "Lütfen gülerken sütü püskürtme" demişken ben. Komşum Carole'ın uyarısıyla daha çok fotoğraf çeker oldum, Leyla Ithaca'yı ileride hatırlasın diye. Bugün arkadaşıyla çektim. Sanki renkleri dışında tıpatıp aynı iki kız çocuğu oturuyordu karşımda. Başka ülkelerden, ama gülüşleri, güldükleri şeyler, anneleriyle ilgili fikirleri...

En komiği ise. Bugün ikisini almak için okula gittiğimde ise çıkmalarını bekliyordum, kapının dışında, birkaç veli ile birlikte. Leyla kapıdan çıkarken, arkadaşına, "Annemi bulmak kolay, pembe saçlı" deyiverdi. Tabi diğer veliler de dönüp, bana bakıp, sonra da bir kızın annesini böyle tanımlama biçimine hep birlikte güldük. Valla, daha önce akıl edememişim. Nehir'cim sen ne tatlı bir kızdın, bana bu fikri verdin. Seni tüm bu balkabakları, cadılar bayramında kostüm giymiş çocuklar arasında çok özlüyorum. Pembe saçlarıma her baktığımda, senin beni görüp gülümsediğini hayal ediyorum.




Sunday, October 24, 2010

Sandra'cım

Sandra'lar ilk misafirimiz oldular. Bizi New York'a gittiğimiz ilk gün karşılamışlardı RMH'de. Mark, Nehir'in yaşıtı, ondan sadece bir ay büyük... Nehir'in arkadaşıydı. Dı.

Mark, gece 11'de gelmişlerken, kapıdan girdi, ve hemen Nehir'in çerçevedeki fotoğrafının karşısına dikildi, öylece. Biz bakakaldık.

Küçük bir çocuğa, başka bir küçük çocuğun ölümü nasıl söylenir ki.

Olmuyor işte...

Sonrası çok güzeldi.

Cumartesi günü, dört yaşındaki kızlarını bir tür beyin tümörüne nedeniyle tedavi görürken kaybetmiş ailenin düzenlediği yardım etkinliğine gittik. Belki de Sandra'larla gitmemiz bizim için de kolaylaştırdı gitmeyi. Ve Mira'nın annesiyle tanışmak benim için çok çok iyi oldu. Yine tatlı bir kadın çıktı karşıma, çok benzer süreçlerden geçmişiz, hatta Sloan'dan da geçmişler, bazı tedavi eksiklikleri yaşamışlar... hiçbir yan etkisi yok denilen bir ek tedavi sonucu, kan değerleri düşen ve bunun farkında olmadan bir seyahate giden Mira, zatüre oluyor ve kaybediyorlar. Christine ile tanışmak yine Ithaca'nın bizim için doğru olduğunu gösterdi. Benim sonra yapmak istediğim katkılara yol gösterecek bir buluşma oldu. Yine görüşeceğiz.

Açık havadaki bu etkinlikten sonra ise damak tadımızı Tayvan yemeğiyle geliştirdik, ve evde sessiz film oynadık. Mark ve Leyla ise saklambaç oynadılar. Ben onları izlerken, yanlarında Nehir'i, koşup, gülerken hayal ettim.

Christine ile sohbet ederken gözleri doldu bir an. Kızlarını kaybedeli, iki yıl olmuş. Biraz daha fazla. İki buçuk yıl. Anladım yine. O acının bizi bırakmayacağını. Ama yine Christine'de gördüm, annelerin gücünü, ve kayıplarından öğrendiklerini diğer aileler için faydalı bir şekle nasıl soktuklarını.

...

Pazar günü ise İthaca'nın meşhur şelalerinden birini gezmeye, ve "farmer's market"a gittik. Ve çok güzel geçen iki günden sonra Sandra'ları yolcu ettik. Cuma gecesi New York trafiğinden çekinmeyip, bizi görmeye geldikleri için teşekkür ederek. Mark "yine geleceğim" dedi! Dur dur dedik, biz de çok yakında sizi görmeye geleceğiz!

7 Kasım'da, Cengiz Amca, New York Maratonu'nda koşacak, RMH yararına. Bu bizim için çok anlamlı, çünkü acaba koşsam mı, koşabilir miyim dediğinde, biz New York'ta idik. Hep istediği bir şeydi ve Nehir için bunu yapması çok anlamlı idi. Anlatmaya gerek yok, RMH bizim Nehir'le geçirdiğimiz güzel günlerimizin, gezilerimizin, anılarımızın kaynağı. Bize ve bizim gibi diğer ailelere verdikleri desteğin boyutu kelimelere sığmaz.

Nehir'le birlikte gidip Cengiz Amca'ya "haydi" demeyi çok istiyorduk, şimdi hepimiz biraz buruk olsak da, Cengiz Amca'ya yine gideceğiz, ve hem RMH yararına gerçekleştirdiği yardımı, hem de bu maratonu koşarak gerçekleştirdiği kendi kişisel başarısını kutlayacağız!

Aklıma gelmişken, elimizde pembe balonlar olmalı!






Thursday, October 21, 2010

Farklı Olmak

İki keredir aynı şey oluyor. Yazmalıyım. Geçen gün komşumla yürüyüş yaptığımı yazmıştım. O gün Leyla'yı bırakıp, eve geldiğimde, ne olduysa, yine bir şarkıydı sanırım, evin önünde, arabadan çıkmadan ağlamaya başlamıştım. Tam o sırada komşum aramış, ve hadi yürüyüşe gidelim demişti... Bugün de evde sakin sakin otururken, RMH'den tanıdığım bir anneye e mail yazarken, yine ağlamaya başladım ve yine Carole aradı, öğlen yemeğe gelir misin dedi...
...

İkidir beni çıkartıyor bulunduğum ruh halinden ve sohbet ederek rahatlıyorum. Hem de çok tatlı sohbet. (Hande'cim gel senin de olsun). New York'ta büyümüş, değerleri o kadar aynı ki.

Farklı olmaktan sözettik.

Neden mi? Çünkü Ithaca'da en büyük lezbiyen grup yaşıyor. Yani Kaliforniya'dan sonra sayı olarak en çok buradalar. Benim için ilginç çünkü açıkfikirli ben, bir bu konuda zorlanıyorum. Çünkü Leyla'nın okulunda da var, öğretmenler. Ve bu eşcinsellik konusu şimdiye kadar konumuz olmamıştı. Burada ama bir zaman gelecek sorular.

Kendimi geliştirmem gereken bir alan. Biraz daha esneyeceğim. Zaten yargılayıcı olmadım hiçbir zaman ama bir şekilde "görmeden" büyüyünce, şimdi bu seçimleri kızıma nasıl anlatacağım, zor geliyor.

Derken bu konunun toplumda gördüğümüz diğer farklılıklardan başka olmadığını idrak ettim. (bravo bana yani...biraz basitleştirip yazıyorum haberiniz olsun) Kaynak ne olursa olsun, toplumun dışında, genelin dışında olmanın zorluklarını konuştuk. Azınlık hali. Zor. Dışa düşmek çok zor. Cesaret isteyen ve bir o kadar da güç isteyen bir iş. Genelin ise yargılayıcı olmadan birlikte yaşamayı öğrenmesi... ben bu yıl öğreneceğim. Zaten hoşgörülüyüm, biraz daha olmalıyım. Leyla bu konuda şanslı, çünkü bana göre çok daha çeşitli insan görüyor iki yılki deneyimleri sayesinde. Down sendromlu veya başka engelli çocuklarla birlikte, eşcinsel çiftler görüyor (bunu henüz idrak etmedi, yani soru gelmedi), değişik ülkelerden, dinlerden aileler, farklı ırklardan insanlar.

Bütün farklılıkların eridiği, eriyebildiği nadir yerlerden birindeyiz. Ve buradan bakınca, TR'deki meseleler, başka bir devre ait miş gibi geliyor. Ve TR'nin bu kadar yıldır bu işlerin içinde ilerleyememesi çok acı geliyor. Esas meseleler yerine, ekonomik gelişme, eğitim, sağlık gibi, politik kısırdöngüler içinde "haybeye kürek çekiyoruz".

Ne bileyim. Koskoca bir ülkeyi sarsmak mümkün değil ama. Bırakın bunları, hadi işimize bakalım demek. Hepimiz için amaç aynı olmalı, Türkiye'yi temel ihtiyaçların karşılanması açısından eşit hale getirmek.

Ama...burası farklı mı. Değil. Yani Amerika'nın geneli. Ya da diğer ülkeler. İskandinavya, Amerika'nın birkaç yeri farklı, yoksa al birini vur ötekine. Ama dokunulmayan bazı alanlar var, yargı sistemi, seçim sistemi gibi, bize göre daha iyi işleyen... Hiç değilse temel özgürlüklerin herkes için korunduğu düşünülüyor...

Bu biraz farklı bir yazı oldu. Ama bir küçücük yerde ufkum ne kadar genişleyebiliyormuş...

Ve Nehir. Carole, kızları için yapmış olduğu, albüm kitaplardan Nehir için yapabileceğini söyledi. Bu fikir çok hoşuma gitti. Yaptığı elişlerinin de fotoğrafını çekeceğim. Belki söylediği tatlı sözler. Ben de ona anlattım Nehir'i bugün. Nasıl pembeyi sevdiğini, elbise giymeyi, yeni bir elbiseyi giydiğinde yüzüne oturan o kendinden memnun ifadeyi, giyemediği ayakkabılarını yatakta yanında tuttuğunu, cenazesini, tabutunu...yine ağladım tabi.

Bir de erkekler merak ederler kadınlar nelerden sözeder onca saat diye. Yani nerden girdik nerden çıktık bilmiyorum, Leyla'yı almaya geç kaldım tabi!

Haftasonu ise bir aksilik olmazsa Sandra'lar geliyorlar. İlk yatılı misafirlerimiz...Ne iyi ettiler. Hem de Türk Bakkalına uğrayıp da geleceklermiş.

Monday, October 18, 2010

Mumlar

Mumlar dün içindi. Nehir'in binemediği bisikleti bırakmak istemedim. Tatlım benim, Nehir'i bisikletimin arkasında, çekilen küçük arabalarda taşımayı çok istemiştim.

Bu sabah bu kez yan komşumla yürüyüş yaptık. Çok tatlı biri, ve benim kafamda biri. Böyle zamanlarda ortak değerlerin din, din ve ırktan bağımsız olduğunu, başka şeylerle, eğitimle de geldiğini görüyorum. Ve dünyaya aynı şekilde bakıyor olabilmenin güzelliğini anlıyorum.

Üstüne, bir de öğleden sonra bu evi bizden sonra kiralamayı düşünen Fransız akademisyen geldi. Dört yaşında bir kızı varmış. Onunla da anneliği, akademisyenliği, Avrupalılığı, Amerikalılığı, akademisyen olarak, konuştuk. Hissettiğimiz suçlulukları..."Bizim okula gel, sen, her gün suçluluk ölçeği üzerinden kadınlar olarak kendimizi işaretliyoruz" dedi...Anne olarak duyduğumuz, akademisyen olarak duyduğumuz, eş olarak duyduğumuz....

Ah işte, tüm dünya kadınları birleşelim demek istiyor insan!

Bisiklet için hava soğumaya başladı. Temiz hava, hareket iyi de, bir de şu var. Ya o soğuk hava yüzüme üfleye üfleye cildim, kurur, kırışırsa! Onu da hesaba katmak ve bazı zamanlar evde güzel bir çay eşliğinde cheesecake yemek lazım.

Hayatın tadları!

Saturday, October 16, 2010

Arka Plan

Pandalari değiştirdim. Yoğun bakım günlerini hatırlatıyordu. Nehir'e sarılmayı nasıl özlediğimi, o zaman da, şimdi de...

Dünkü yağmurlu havadan sonra, bugün hava kuru olunca, Leyla ile bisiklet turumuzu yaptık. Eh, bizim bisiklet düzeyimizde, ve benim ahmak ıslatan yağdığında bile şemsiye açma alışkanlığımda, tahmin edileceği gibi, havalar etkiliyor tabi, gezintilerimizi. İdeali Leyla'yı her havada bisikletli olmaya alıştırmam, ama artık o kadar ideal anne olmayayım. Aklıma küçücük bebeklerin yüzlerini buruştursalar da annelerinin, babalarının bisikletlerinin önündeki sepetlerde gidişleri geldi, Kopenhag'taydı. Ne yapalım bisiklet yolu vardı da biz mi binmedik, yani. Ya da dümdüz bir coğrafya.

Evde kalacağımız bir günken, Meral, çaya gelin dedi. Elimiz boş gitmeyelim diye, yolda bir pastaneye uğradık, ve "patisserie" isminden anlaşılacağı gibi, ama Ithaca'da bulmuş olmaya yine de şaşırmış şekilde, sanki Fransız bir pastanesine girmiş gibi oldum. Ekler aldık. Ama yazmamın esas nedeni, 25-30 yaşlarındaki tatlı kızın, saçlarıma, "Ne kadar güzel saçlarınız var" deyişiydi. Pembe, gönlüm sende! Şimdilerde ilk zamanki fuşya renk yerini daha açık pembeye bıraktıkça, "normalleşiyor". Hele burada! "Genç"leştim! Biraz da aykırı bir duruşa sahip oldum. O işte komik yani, pek sayılmam ya da hiç olmadım... Değişiklik oldu. "Beni kategorize etme".

Meral'e gitmek ise bugün ilginç oldu. Nehir'e aynı yıl doğmuş oğlunu, ilk kez bugün gördüm. Kasım ayında üç yaşında olacak. Nehir gibi, uykusundan ağlayarak uyandı, annesinin kucağında kaldı uzun süre...ahhh...acaipti ne bileyim. Ama bir yandan da çocuklarla konuşmayı çok seviyorum. Çay koyarken, bana çaydanlığı nasıl tutmam gerektiğini gösterip, sonra da, "Gud jaaab" derken gülümsememi tutamadım. Ya da elimden tutup, bana oyuncaklarını gösterirken. Sanki tüm çocukların ruhları bir gibi, her çocukla birlikteyken, Nehir benimle oluyor. Bazen zor gelse de, aslında mutlu oluyorum. Bugün hele, Leyla da bizimle olup, Can'la, her zamanki yumuşaklığı ile oynayınca, özlemiş olduğumu anladım. Leyla'nın nasıl sevecen bir abla olduğunu. Nehir çok şanslıydı.

Yarın Nehir'i toprağa verişimizin 40ıncı günü.

Thursday, October 14, 2010

Home Alone

Az yazıyorum. Biliyorum. Aslında başladığımdan beri günlüğü aksatmamayı görev edinmiştim. Sonradan hatırlamak istediklerimi kaybetmeyeyim diye, merakta bırakmayayım diye...alışkanlık olmuştu. Şimdi, farklı. Bazen sayfayı açmak zor geliyor. Bir ara arka fonu değiştirsem dedim, onu da yapamadım. Kendime hoşgörümü arttırdım, zaten vardı, iyice arttı. Zorlamıyorum. Görev haline gelmesin, burası...ama paylaşım alanı olarak hala seviyorum.

Yani bir düzeni kalmadı benim için. Ara sıra güncellemek, söyleyecek bir sözüm olduğunda yazmak gibi. Ve sizlerden haber almak. İlginç bir şekilde, şimdilerde e postayı tercih eden de arttı. Sanıyorum hepimizde bir ne yapacağını bilememek var. Burada yazılanlar Nehir içindi, şimdi bakıyorum sadece ben değil, sizlerden de zorlanan var. Eh işte iyi olan, kural yok, dilediğimizce haberleşelim öyleyse.

Yazasım olmadığı bir PMS dönemindeyim. Biraz daha zor geçiyor, belki içindeki duygusal durumdan, belki de mevsim geçişinden...ama mümkünse bir köşede kıvrılıp kalmak istiyorum. Ama kendimi dün zorla eliptical'ın üzerine çıkardım. Bugün de bir spor danışmanlığı randevum var, ona gideceğim. Aslında, nerden işaretlediysem formda, sanki bir işaret koymam gerekliymiş gibi. Bakalım belki enerjimi yükseltir. Alet edavatlı spor oldum olası sevmedim. Ama bedene biraz bakmak gerek.

Spor salonu lisans öğrencisi dolu. Ne diyeyim, "bizim zamanımızda", İstanbul'da bu işler yoktu. Öylece takılırdık, kantin, "manzara"...Belki de manzaraları olmadığı içindir, ha ha. Gerçi, "bizim zamanımızda", güney kampüs, kuzey kampüs shuttle da yoktu, ve dersten derse o yokuşu inip çıkardık. Hımmm, tabi otostop yapmadığımız zamanlar. Üniversite günlerini hatırlamak hoşuma gitti. Ah ya, yaşlanmak böyle bir şey sanırım. Eyvaaah, anılara dönüyor günlük yaşam.

Hemen başlığa geleyim. Sevgili İdil'in uyarısı üzerine, nasıl oluyor bu iler diye baktım. Anlaşılan aslında bir yasa yok. İki eyalet dışında. New York'ta yok. New York Times da eski bir yazıya denk geldim, nasıl çok sayıda çocuk olduğu, yalnız kalan, bilinmeyen anlatıyordu. Esasen, çocuğa bağlı diyorlar. Olgunluğuna. Çevreye. Doğrusu, Leyla'nın biraz büyüdüğünü hissetmesini de istiyorum. Biz büyürken çok daha rahattık. Bakkala gider, gelirdik...şimdiki çocuklar evden okula, servis, "sokak" yok. Ne bileyim, buradaki küçük ve göreceli olarak güvenli koşullardan yararlanalım. Tabi cep telefonları oluşu bir güvenlik. Komşu oluşu bir güvenlik. Ama aklıma gelmeyen başka şeyleri okudum. Acil bir iş olduğunda ne yapacağını biliyor mu? 911i arayabilecek mi? Kapıyı açmasın dedik ama birisi içeri girer mi?? Seda da bu konuda uyardı. Burada olmuyor öyle işler ama tabi. Neyse zaten sıkça yapacağımız bir iş değil, o gün de kısa bir süre idi, ve komşuların evde olduğunu biliyordum. Ve cep telefonundan aradım, o da aradı.

Ama uzmanlar 10, yaş, 11 yaş diyor, kimisi 14 yaş. Birisi yazmış, bir teenager'ı bırakmak daha mı güvenli diye ki, hiç düşünmemiştim. O da zor olabilir. Çocukla ilgili. Bir başkası demiş ki, benim çocuğum yiyeceği üçüncü kurabiye için bile telefon eder izin alır. Ki, bu tam Leyla. Bence çok bile izin alıyor. Ama bu bizim için bir avantaj, şu anda. Nasıl olsa gün gelecek, kendi yolunu bulacak ve biz adamdan sayılmayacağız. O zamana kadar tadını çıkarsak iyi olur. İyi huylu kızım.

İşte "Home Alone" durumu böyle.

Leyla ile her gün bisiklete biniyoruz. Sevdiğimiz bir yol bulduk. En başı hafif yokuş, ama sonra biraz düz, derken hafif eğimli, ve dönüs yolu tamamen aşağıya doğru eğimli, yani çok eğlenceli. Leyla bir haftada bisikletine daha iyi hakim olmaya, ve artık yokuşlarda inmeden çıkabilmeye başladı. Yol kenarından gidiyoruz. Kaldırımdan. Ama "stop" işaretlerinde duruyoruz. Trafiği de öğreniyor bir yandan. Arabaları beklemeyi öğreniyor. Garajdan çıkacak arabalara dikkat etmeyi. İkimizde de kask! Bu işi yaptığımıza çok memnunum, İstanbul'da yapamadığımız bir işti. Site içerisinde değil de araç olarak kullanmak. Kaçıncı yazışım, anlayın ki özlemişim. En son, artık fi tarihi olan bir dönemde bisikletli olmuştum. Ama burası da çoğunluk yokuşlu olunca bilmiyorum tüm şehri dolaşır mıyız. Benim bisikletin vitesleri biraz uyduruk. Geçen gün değiştireyim derken, zincir çıkıverdi. Yani biraz kısıtlıyız.

Eh hadi ben spor reçetemi almaya gideyim!

Sunday, October 10, 2010

Müzik

Jason Mraz çalıyor radyoda. "I won't hesisate, no more, no more, it cannot wait...I am yours".

Bana mutluluk veren bu şarkı şimdi ağlatır oldu. Hafızamda, Houston'da bu müziği keyifle dinleyişim var. Bazen arabada, Nehir'le parktan dönerken. Bazen evde, Fizy'de dinlerken, baba bilgisayarında çalışırken, Leyla ve Nehir oynarlarken, ben yemek maceralarımdan birinde. Ve çok sonra, yoğun bakım günlerinden birinde, sevgili Nazlı yine göndermişti, Fizy bağlantısını, dinlemiştim, gülümsemiştim. Şimdi ise radyoda beni yakaladığında gözyaşlarım beni bırakmıyor.

...

Haftasonu güneşli, hava sıcak. İstanbul'da hava soğumuşken, burada henüz sonbahar. Ağaçlardaki yapraklar değişik tonlara büründü. Sarı, kahverengi, yeşil, kırmızı birarada. Benim ilk Amerika'ya gelmiş olduğum mevsimdeyiz. Yıllar, yıllar önce. Amerika ile doğu yakasında, eylül ayında, bu renklerle tanışmıştım. O zaman da çok sevmiştim bu görüntüyü, şimdi de öyle.

Dün sabah baba ile yürüyüş yaptık, kampüsteki gölün etrafında, sonra da kampüsün içerisinde. Leyla evde kaldı. İlk kez, tek başına kaldı. İki saat. Leyla'm büyüyor. Aslında ne çok büyüdü. Ve ergenlik öncesi dönemde olmasının sinyallerini veriyor. Konuşması, "Anneee" deyişi değişti. eskiden her şekilde bizimle olmayı isterken, artık kendi yapmak istedikleri, tercihleri var. Yavaş yavaş annelik-babalık şeklimizi bu değişime uyarlamamız gerektiğini anladık. "Günaydın".

Bugün yine bisikletle dolaştık Leyla ile. Bunu çok sevdi Leyla. Az yokuşlu bir yol bulduğumdan beri ben de daha çok sever oldum! Dün birlikte bisikletle, öğlen sandviç yemeğe gittik. Böylece bisikleti bir araç olarak kullanmış olduk, birlikte ilk kez. Leyla hemen sınıf arkadaşını anlattı, nasıl hem et yemiyorlarmış, hem de sadece bisiklet kullanıyorlamış, araba sevmiyorlamış. Ha ha tüm cip sahibi arkadaşlarım için çalmış olayım bu paragrafı!! Ama tabi İstanbul'un o meşhur bir haftalık karakışında bir gereklilik olabiliyor. Tabi daha rahat yazıyorum artık, çünkü yorumlara onay verir oldum, hatırlatayım! Yani cevap hakkını kullanmak isteyenler, doğrudan bana yazmış olacaklar.

Aslında yazdıklarıma bakınca, beni çok iyi yansıtıyor. Bir an ağlıyorum, bir an geliyor gülümsüyorum, gülüyorum hatta. Yüreğim değişik duygularla, aklım düşüncelerle dolu.

Yapmaya başladım.

Bu hafta ilk akademik makalemi okumayı bitirdim. Bugün kitap için çalıştım. Biraz üretmiş olmak kendimi iyi hissettirdi.

Uzak yazdığında bir yanıt veremedim. Çünkü bir parça sorumluluk hissettim, ürktüm. Tüm içtenliğimle, hayatın istediğin gibi değişmesini diliyorum, Uzak.

Herkese iyi bir hafta diliyorum, ve Nehir'i sevenleri, sizleri sevgiyle kucaklıyorum.

Friday, October 8, 2010

Nehir'imi Uğurlayalı Bir Ay Oldu

Sakinim. En son dağılacak kadar ağladığımdan beri, daha sakinim. Ama video izlemedim.
Günlerim sakin geçiyor. Sevgili Kübra'nın Finlandiya'dan beni bulmuş olması ne güzel oldu. Tam bana göre iki kitap göndermiş. İlkini hemen okudum.

İki gün içerisinde, "strep throat"tan 5.5 yaşındaki, pembeler seven, kızını kaybetmiş bir yazarın yasla mücadelesi. Kendime çok yakın bulduğum duyguları oldu, bazısı bana uzaktı. İki gün önce oyun oynayan bir çocuğu, o kadar hızlı kaybetmek çok ağır. Allah korusun. Hep düşündüğüm gibi senaryoların sonu yok ve herkesin hikayesi kendine özel. Herkesin acısı büyük. Geçen gün baby Mert'i sormuştu bir yorumcu...Ben sayfalarına girip okumuştum o ara...Bir acaip senaryo da o hikayede, doğuştan diyaframda bir delik var ve o deliğin bu kadar ciddi komplikasyonla sonuçlanması, bedenimizin dengesinin ne kadar hassas olduğunu bir kez daha hatırlattı bana.

Sahip olduklarımıza şükretmeliyiz. Yaşamımıza.

Ann Hood kitabında çok güzel söylemiş, zaman iyileştirmiyor, zaman geçiyor sadece.

Çok doğru.

Bu hafta burada yeni tanıştığım Meral ile buluştuk. Saatlerce sohbet ettik. Çok iyi geldi. Ondan, bundan, çocukluğumuzdan, eğitimden, kadınlardan, erkeklerden, çocuklardan, kanserden...

Sonra dün, karşı komşum ile yürüyüş yaptık. Bir yaşındaki tatlı bebeğiyle. Bir hafta kadar önce, bir kaza sonucu kafatasını kırmış, ve bir hafta hastanedeymiş...Ne kadar korkmuş olabileceğini biliyorum. Ann Hood'un içinde düştüğü dehşeti gözlerimde canlandırabiliyorum. Tarif ettiği yoğun bakım şartlarını anlayabiliyorum.

Nehir'imi özlüyorum. Fotoğraflarına bakıyorum. Muzip gülüşü, tatlı gülüşü, yüzünü komik hallere sokup verdiği pozlara bakıp, gülümsüyorum. Öpüyorum bazen.

Bu acıyı yaşayan başka anneler olduğunu biliyorum. Yalnız değilim. Hepimiz hayata devam ediyoruz, biliyorum. Ama hep o eksiklik hissi ile. Yarım hal ile.

Önümüzdeki dört gün burada hava çok güzel. Bol bol dışarıda olmaya çalışacağız. Komşum Leslie, kışın bazen 30 gün gri olabildiğini söyledi havanın. Korkmuyorum! Bize bu yıl gri yakışıyor. Bizi tamamlıyor, bizi anlatıyor.

Ahh, bu arada harika yeni telefonumu tuvalete düşürdüm! Tam pembe saçlarıma yakışan bir kaza oldu...Tabi ki tuvaletten aldım. Ama henüz bir hareket yok.

Ve Yeşim'cim, toplantıya gitmiş olmana çok ama çok sevindim. Senden direktif bekliyorum! Bekliyoruz.

Canım Nehir'im seni yolcu etmek çok zordu tatlım. Seni çok seviyorum.

Monday, October 4, 2010

Nehir'im

Haftasonu hava çok güzeldi. Güneşli. Ithaca'da "elma festivali" vardi. Biz de bu bahaneyle, dışarıda zaman geçirdik. Bol bol yemek "stand"i arasında, müzik grupları, sokak göstericileri de vardı.

Cumartesi günü üniversite öğrencilerinden oluşmuş, erkek bir acapella grubunun mini konseri çok ama çok hoşuma gitti. Çünkü Ken Robinson'un sözünü ettiği tek tip, tek yol gençlerin arasından farklılaşabilmiş, ve okul dışı etkinliği neredeyse profesyonelleştirmiş olan gençleri gıptayla izledim. Hem de aralarında "inek" stereotip'ine uygun olanları da görünce. Bugünlerde "nerd" kelimesini "sıkıcı" olmakla bağdaştıran Leyla'nın kulağına fısıldadım, "Bak, sana "nerd" tipli ama hiç de sıkıcı olmayan bir genç". Bir de tabi, benim dinlemiş olduğum acapella gruplarından farklı, pop, rock söylüyorlardı, ve karşılarında "çığlık" atan muhtemelen okul arkadaşları kızlar vardı. Çok eğlenceliydi velhasıl, her şeyiyle. Ha bir de hala söyledikleri parçalardan en azından bir ikisine eşlik edebiliyor olduğum için de kendimden hoşnut kaldım. LiterockIthaca 93.7 sayesinde. Bu ara sürekli dinliyorum.

Babişko gitmiş olduğu toplantıdan dönünce, bir de süpriz başbaşa yemeğe çıktık. Sevgili komşumuzun kızı, Leyla'nın "buddy"si, Jo, gelip, biz "Elma festivaline" gidiyoruz, gelir misiniz deyince, "Önce, hay Allah biz yeni geldik" dedim, ama Leyla Jo ile olmak için gözümün içine bakıyordu, sonra Carol ile konuşunca, "Aaa, bizimle gelsin, siz de karı koca yemeğe çıkın, dönüşte Leyla'yı alırsınız" programına dönüştü... Yani herkes için güzel bir akşam oldu. İstanbul'da yapamadığımız komşuluğu burada yapıyoruz. Unutmuşum. Çocukken halbuki, çok yapardık. Kah soğan ister, kah domates, okul çıkışı bir komşunun evine giderdik...Özlemişim.

Pazar günü hava yine güzel olunca, yine gittik. Bu kez üçümüz. Leyla biraz söylendi, "Evde kalsaydık, her gün bir yere çıkmasak" diye. Biz de "Havalar güzelken dışarıda olalım, sonra evde olacağımız günler çok olacak" diye çekiştirdik Leyla'yı. Yani "İstersen evde kalabilirsin" i satın almadı.

Tabi, sıkça olan bir şekilde, sonrasında en çok Leyla eğlendi. Gittiğimizde çok iyi bir sokak sihirbazına rastladık. Gerçekten de basit ve bir o kadar da şaşırtan numaralar yaptı. En güzeli, Mahmut'tan aldığı 20 dolar üzerine yarım saat espri üzerine espri yapıp, "Nasıl kazıkladım turisti, Mahmuuss" diyerek, sonunda bir limonun içinden çıkarmasıydı banknotu, ıslak ve ekşi. Çok komik bir adamdı.

Sihirbazı izledikten sonra yürürken ise bir anda Tarkan'ın sesi geldi. "Yakalarsam"...Haydaa. Şuna ne demeli. Ithaca'nın orta yerinde Tarkan eşliğinde göbek dansı! Göbek dansı kursuna giden amatör kadınlar gösteri yapıyorlardı. Bir yaşıma daha gireli çok olmadı ama yine de girdim.

Sonra da sihirbaz kadar şaşırtıcı değil ama zaten yaşça ona göre daha genç başka biri "joggling" yaptı. En son numarası, yanan lobutlarla idi. O arada ise bizim gibi buraya gelmiş bir Türk çift ve 10 yaşlarındaki kızlarıyla tanıştık. Telefon ile görüşmüştük ama dün kısa da olsa görüştük. Burada bile birbirimizi bulmuş olduk.

Güzel bir haftasonu idi...değişik. Anı yaşatan.

Henüz Nehir de olsaydı düşüncesinden kurtulamıyorum. Cumartesi günkü gençleri dinlerken özellikle. Çok seveceğinden emindim. Ya da joggler...muhtemelen göbek dansçıları.

Bugün Nehir'i kaybedeli bir ay oldu. Zaman hem geçti hem hiç geçmedi.

Not: Sevgili Axius. Yüzde yüz katılıyorum yazdığınıza, merak etmeyin ben de kendime bol bol telkin yapıyorum.

Saturday, October 2, 2010

Sevgilime

Sevgili Esin, babayla yıldönümümüzü kutlamış. Geçen yıl blogta yazmış olduğum için, taa uzaktan, bizi blog üzerinden takip ederken...

Demiştim, şanslıyız diye. Bugün birbirinden güzel e postalarla başladım güne. Her biri bende çok güzel duygular yarattı. Sevgi, dayanışma, dostluk...

Böyle günlerde dünya iyi bir yer oluyor birden.

Teşekkür ederim.

Teşekkür ederim.

Nehir'i ziyaret etmek isteyen bir baba var. Daha önce de yazan olmuştu. Ben bilememiştim. Zaten bir mezarın yeri nasıl tarif edilir. Zincirlikuyu'da. Üstelik henüz bir adı da yok. Babamın adıyla hala, Prof. Dr. Yaşar Atan. Giderseniz, bir çiçeği olsun. Pembe. Dün Leyla sordu, "Nehir'in taşı oldu mu?" diye, birden. Çünkü nasıl bir taş olacak diye, birlikte bakmıştık ve pembe, kalp şeklinde bir taş beğendik. Nerede mi beğendik o taşı? Westport'ta bir mezarlıkta. Türkiye dönüşü. İnsan böyle acaip detaylara takılabiliyor, hele ben olunca. Nehir güzel uğurlansın, yattığı yer ona yakışsın, geçenler orada tatlı bir çocuk olduğunu anlasınlar.

Hay Allah, ben sevgilime yazacakken, kaydım gittim başka yere. Başka yer ama sevgimiz. Belki de bugünde Nehir'le birlikte olmaktan başka bir kutlamaya ihtiyacımız yokmuş.

Canım sevgilim, sevgili baba...iyi ki varsın. İyi ki geldin. İyi ki biz, "biz" olduk. Hep böyle kalalım.

Friday, October 1, 2010

Küskünlük Hali

Şu işi bir açıklığa kavuşturayım.

Birincisi yanlış yazmışım, kaza yerine hata demişim.

Ama doktorlar ve Sloan hakkında tam olarak ne düşündüğümü izninizle burada yazmayacağım. Çünkü ben de bir hukukçuyla görüşmek niyetindeyim.

Gerçi bir hukukçuyla görüşmeden önce konuşmayı istediğim birkaç kişi vardı. Fikirlerine, tecrübelerine güvendiğim. Konuştum. Çok emin değilim elimizde bir "vaka" olduğundan. Hepimiz biliyoruz, sizler de yazdınız, komplikasyon önemli bir kayıp nedeni.

İşte gelin görün ki, benim bir şekilde en azından bir görüşme yapmaya ihtiyacım var. Ondan sonra bir şekilde daha kolay, hiçbir zaman kolay olmayacak, ama aklımda bir şüphe kalmadan, yine yapmam gereken bir işi yapmış olmanın huzuruyla devam edeceğim.

Merak etmeyin ama bu işe çok kaptırmayacağım. Bana iyi gelmiyor, doğal olarak. Geçmişte asılı kalmak kimseye iyi gelmemişki bugüne dek.

Devam edeceğim.

Karşıma ilginç bir kişi çıktı. Umarım benimle görüşmeyi kabul eder. Hem doktor, hem hukukçu! O konuda heyecanlıyım. Bendeki, esasen öğrenme isteği. Yani benim duyduğum sıkıntılar, bizim hissettiklerimiz meşru gerekçeler mi, yoksa çocuğunu kaybetmiş acılı bir anne babanın beyinlerinin onlara oynadığı bir oyun mu.

Biraz da bu olasılık nedeniyle yavaş hareket ediyorum. Zaman geçmesini bekliyorum, kendimi dinliyorum, kendimi tartıyorum. "Distorted" düşünüyorsam, biraz daha objektif olabilecek kıvama gelmeyi bekliyorum. "Çarpık", "duygusal", bir halden yavaş da olsa çıkabilmeyi bekliyorum. Bu belki de hiçbir zaman mümkün değil ama ancak zaman iyi gelecek.

Bir yandan da sizin yazdıklarınızı okuyorum, arkadaşlarımı dinliyorum. Özellikle de bu konuda bilgili kimseleri can kulağıyla dinliyorum.

Teşekkürler. Sevgili kalite kontrolcü yorumcu (bilemedim nasıl hitap edeyim), amaç çamur atmak değil. Hatta aman çamur atmış olmayalım arzusu da var. Hiçbir doktorun onca yıllık emeği, verdiği şifayı küçümseyemeyiz. O nedenle de, haydiii avukata demedik. Ama olan biteni kendi kafa sağlığım için biraz daha iyi anlamaya ihtiyacım var. Bunlar olur demekle, yaşadığımı aşmam çok kolay değil. Neden olduğunu anlamaya ihtiyacım var.

Hayatta başımıza gelen çok olayı, değişik yollarla geçmeye çalışıyoruz. "Her işte bir hayır vardır"; "kısmet, kader" gibi cümleler işimize yarıyor. Şimdi değil ama.