Tuesday, November 30, 2010

Komşuluk: Carole

Şanslıyım.

Carole ile hemen yakınlaştık. Daha önce de yazmıştım. İki komşumuz da, Leslie ve Carole, bize gelir gelmez yakınlık gösterdiler. Ev sahibimizin etkisiyle sanıyorum. Ama esasen kendi hassasiyetleriyle...

Bu sabah Carole geldi. Nehir için bir fotoğraf albümü yapmak istediğini söylemişti bana. Ben fotoğraflardan bir seçki yaptım. Bugün ise Nehir'in yapmış olduğu elişleri ve resimleri fotoğrafladı. Ve oyuncaklarını. Başını ve karnını bantlmış olduğu minik canavarını. Bebeklerini. Eşyasını. Su şisesi, crocsları, hastanede giyemediği için yanında tuttuğu bale ayakkabılarını, çantası, gözlüğü, Leyla ile benim ona yazmış olduğumuz mektupları, Emre ve Ela'dan gelen kartlar. Nurgün'le İstanbul'da yaptıkları resimler...Ve saç bantlarının, kolyelerinin, bileziklerinin durduğu kutu. Nasıl da seviyordu, bakıp, seçip, takmayı. Bizde dijital kopyası olmayan, RMH'nin çektiği fotoğraflar...

Biraz ağladık. Ama kendi başıma yapamayacağım bir işi, birlikte yaptık.

Böylece Carole da biraz tanımış oluyor Nehir'i. Ve Nehir için bunu yapmak istemesi beni çok duygulandırdı. Bir kez daha bu yolculukta ne kadar güzel insanlara rastladık diye düşündüm.

Nehir'im, ah seni nasıl özlüyorum. Hele şimdilerde başlayan Christmas havasında. Christmas'ın benim için bir anlamı yoktu aslında, ta ki, önce Sasha Hanım'la başlayan ağaç işi, sonra da Amerika'nın, hastanede geçirdiğimiz günlerin getirdiği Santa merakı. Geçen yıl, kontroller için Houston'a gittiğimizde Nehir, pembe, minik çanta seçmişti, yılbaşı ağacı için.

Bu yıl ağaç yapmayı kaldıramayacağım. Aslında 2010 yılına veda ediyor olmak da beni çok üzüyor. Sanki Nehir'den biraz daha uzaklaşıyorum hissine kapılıyorum. Aramıza biraz daha mesafe girecekmiş gibi. Zamanda da geride kalıyor artık.

Derken Yeşim'in sözünü ettiği, Giving Tree 'ye baktım. Bilmiyorum tamamını süsler miyiz, ama Nehir için konmuş o süsleri görünce, ve adları. Çok duygulandım. Nehir çok sevildi, seviliyor. Bu yıl o ağacı süsleyelim öyleyse. Tüm mücadele eden, kendilerinden çok daha büyük mücadele veren, birbirinden güzel çocuklar için.

Yemek kitabı ve Ağaç. Böylece Bizim için tüm hastalıkta yanımızda olan Amerika'lı aileler, ve yaşadığımız tüm dostluklar, tanımış olduğumuz tüm güzel çocuklara geri vermiş olalım. Özellikle de nöroblastom araştırmasına katkıda bulunuyor olmak, bana çok iyi geliyor. "Şifa" için.

İnsanlığın sınırları yok.

Wednesday, November 24, 2010

Teksas'ta Yemek Kitabı

Yarın burada Şükran Günü. Başlangıcı tatsız olsa da, bahane ile Sandra'larla buluşuyoruz. Ve geleneksel "hindi" yemeğini birlikte yiyoruz. Yani misafirimiz var. Bu yıl Ithaca en çok tercih edilen tatil yörelerinden biri oldu!

Nehir için çok anlamlı bir yardım kampanyasına minik bir destek verdik.

Bu yolculukta güvendiğim, bilgisiyle bize yol gösteren sevgili Mark Dungan bir süre önce duyurdu. Nöroblastomdan etkilenen çocuklar onuruna veya anısına ailelerin gönderdiği tariflerle bir yemek kitabı hazırladı. Satışından toplanacak gelir ise Nehir'in de almış olduğu ch14.18 ile ilgili bir araştırmayı destekliyor olacak.

Benim çok hoşuma gitti bu fikir. Ama malum benim yemek halim, önce duraksadım. Sonra da bu kitaba, Nehir anısına sütlaç tarifi verdim. Mahmut'un nenesinin tarifini "Nehir's Greatgrandmother's Turkish Rice Pudding" olarak gönderdim. Her tarifin yanında çocukların fotoğrafları da var. Kitabın arka kapağında da çocukların fotoğraflarından yine bir kolaj. Nehir'im gülümsüyor.

Bu kampanya ile Nehir için, New York'tan sonra, Teksas kaynaklı bir kampanyada yer almak da bana çok anlamlı geldi. Nehir için üç yer önemli oldu, İstanbul, Houston, New York. Üçleme böylece tamamlanmış oldu.

Türkiye'den sipariş etmek olmaz sanıyorum, ama Amerika içinden belki destek vermek isteyen olur diye, biraz gecikmeli, buraya koymak istedim.

https://www.lunchforacure.org/cookbook_secure.aspx

Bağlantısıyla ulaşabilirsiniz. Ve yılbaşı için yakınlarınıza hediye alabilirsiniz.

Not: Tüm öğretmenlerin öğretmenler gününü kutluyorum.

Monday, November 22, 2010

Ithaca'da Türk Filmleri Gösterimi

Zeynep Erden Bayazit, Amerika'nın küçük bir kasabasından bildiriyor. "Evet, sayın seyirciler, bazı küçük bütçeli filmler İstanbul'daki salonlarda kendilerine yer bulamazken, bu küçük kasabanın üniversite film salonunda Türk Filmleri gösterimleri oluyor."

Ne diyeyim. Üç film birden hem de. "Başka Dilde Aşk", "Kıskanmak- Zeki Demirkubuz" ve "İki Dil Bir Bavul". Ama biz cuma akşamı Leyla'yı sevgili İpek'le bırakıp (İpek kimdir, yakında), hokey maçına gidince... film işi biraz zora girdi.

Mahmut'çum bana iyilik yaptı, ve dün ben hiç değilse birine gittim. "İki Dil Bir Bavul". Urfa'nın bir köyünde çekilmiş, iki belgeselci tarafından... belgesele yakın. Yeni mezun bir ilkokul öğretmeni, Demirci köyüne tayin ediliyor. Sadece Kürtçe bilen çocuklarla olan ilk yılı.

Bir şey yazmak zor. Bildiğimiz bir olgu, böyle izlemek, yaklaştırmış oldu. Aslında çok iyi bir fikir, çok zengin bir malzeme. Daha çarpıcı da olabilirdi, görsellik bakımından. Teknik olarak biraz eksikti. Belki de bu haliyle daha da iyi yansıtmış olmuştur, eklemeden, eksiltmeden.

Yüzde yüz belgesel değil, "çok yakın" demiş, yönetmenlerden biri. O nedenle nasıl yorum yapacağıma karar veremedim. Belgeseli tartmam zor. Alin yazmış, ya da yorumlamış, onu okumalı, veya dinlemeli.

Ama her şekilde, şu önemliydi benim için. Giden öğretmenin, karşısına sadece Kürtçe bilen bir öğrenci topluluğu olacağını bilmeden gitmiş olması. Bocalaması. Muhtemelen de eğitiminde "yabancılara Türkçe öğretmek" yok. Ben buna takıldım. Türkçe'yi nasıl öğreteceğini bilmiyor. Bir yıl sonunda çocukların geldikleri yere takıldım ben. Hani çocuklar sünger gibi, her şeyi öğrenebilirler ya, burada zor. Tabi şartlar da zor. Ama devletin bu öğretmeni hazırlamış olması gerekir. Hiç hazır değildi. Bunu üzücü buldum. Gencecik bir öğretmen için çok zor bir başlangıç. Yazları buralarda gönüllü çalışmalar yapmak iyi olur diye düşündüm.

İzleyen bir Amerikalı, "Ama neden anadillerinde öğretim yapmıyorlar, Türkçe konusunda ısrar ediyorlar" dedi. Karışmadım.

Çıkışta, eve gelince de, kütüphaneden kiraladığımız Fatih Akın filmini izledik. "Yaşamın Kıyısında". Artık yazmam gerekir ki, sıkı sıkı takip ettiğim, farkında olmadan, en sevdiğim yönetmen oldu. Her filmi güzel. Her şeyiyle güzel. Şu ortalama Almancam da bir bu işe yarıyor. Fatih Akın filmlerini altyazısız izliyorum.

Filmin sonunda, uzun bir Türk gecesi olunca...Türkiye'nin karmaşasından uzak kaldığıma sevindim. En ufak bir ek duygusal yük taşıyamadığımı gördüm. Dünkü belgeselde ağlamak istedim. Uçurumlara. Hiçbir ülkede mükemmel eşitlik yok ama bizdeki uçurum da çok büyük. Böyle zamanlarda, umutsuzluk yapışıyor yakama. Neresinden tutsak, bilmiyor insan.

Bu sabah İTU adresime bir e posta gelmiş. Mardin'de üç okula kitap topluyor biri. Hemen "Nereye ulaştırabiliriz" dedim, Leyla'nın kitaplarını. Bilge de her yıl yapardı, bu yıl da yapıyordur.

Özgecan'cım yaw... Beyhan da destek olacaktı. Kitap işini de pratik bir halde hayata geçirmeli.

Bütün iş, sosyal sorumluluk projelerini, genel olarak, arttırmak ve herkesin "düzenli", "örgütlü" bir şekilde yardımlaşma çabasına girmesini sağlamak. Uzun vadede içselleşmesine yardımcı olmak. Herkes kendine neyi amaç edinirse artık. Sağlık ve eğitim.

Bu yıl, NYC maratonunda bir adam vardı. Tüm maratonu süperman kıyafetiyle koştu. Bana da iyi gelecek sanırım.


Tuesday, November 16, 2010

Mutlu Bayramlar

Yazmadan geçmeyeyim dedim. İyi bayramlar demek istedim.

Bugün babaanne ve dede, Nehir'i ziyaret etmişler.

Anneanne ve dede ise burada idiler. Bizimle dört gün geçirip, ayrıldılar. Hava, pastırma yazı dedirten şekilde sıcaktı. Nerede bu Ithaca'nın meşhur soğuğu bilmiyorum. Gelsin, bekliyoruz.

Ithaca'ya gelen tüm misafirleri götürdüğümüz, şelaleye gittik yine. Ithaca, "gorge" ları ile tanınıyor. Buzullar eriyince ortaya çıkmış, "yarık"lar ve şelaleler. Bu kez, Leyla, adını yazmak istedi, yürüyüş patikasının yanındaki taş duvara, milyonlarca yıllık oluşumlar. "Leyla was here" yazdı. Leyla buradaydı. Derken üçümüzü de yazdı. Biraz yürüyünce ise ne görsek beğenirsiniz. Kocaman, kalın harflerle yazılmış, "N B". B harfinin yuvarlaklarının içine ise kalpler çizilmiş.

Nehir'im, "Ben de sizinleyim" dedi, sanırım. Eksik kalmadı.

Keşke böyle basit olsa, değil mi.

Bugün Leyla'nın ilk veli görüşmesi vardı. Türkiye'deki çocuklar çok iyi matematik öğreniyorlar anlaşılan dedi, öğretmeni. Türkiye biraz karışık, standart yok, demedim. Leyla uyum sağlamış. Çok dışa dönük bir çocuk dedi. Kardeşini paylaşmamıştı şimdiye kadar, maratondan sonra paylaştı, dedi. Evet, Leyla maratondan sonra, okula Nehir'in fotoğrafı olan tişörtünü giymek istedi, ve arkadaşlarına maratonu anlattı.

Beni çok şaşırtan ise yazdığı bir yazı oldu. İki sayfadan biraz uzun, bu yaz RMH ile gittiğimiz polis botu gezisini anlatmış. Hem İngilizcesi şaşırttı, ama daha çok bir olayı, detaylandırarak, paragraflar halinde yazmış olması. Bu, çok iyi bir ilerleme. Nasıl oldu, dedik. Öğretmen birinci gün bir saat, vermiş, ikinci gün yine bir saat vermiş. Önce bitirenlerden ise, biraz daha detay yazmalarını istemiş. İşe yaramış, anlaşılan.

Bir sorun: Leyla'nın bildiğini herkesten önce söylemek istemesi. Bu sorun hep vardı, dedim. Ve biraz konuşunca, bir noktada, Zaten test fikrine herkesten çok alışkın, rekabete, çabuk yanıt vermeye, dedi. Güleyim mi ağlayayım mı, bilemedim. En sınavsız okulda bile ne çok öğreniyorlar bu işleri, içselleşmiş. Ms. Devers diyormuş ki, kendi kendinizle rakip olun sadece. Kendinizi geçmeye çalışın.

Öğretmenini bugün uzun uzun konuşunca çok sevdim. İlk gördüğümde, yaşını ileri görünce, biraz "kategorik", soru işaretiyle yaklaşmıştım. Biraz da TR'de hep genç öğretmen görmeye alıştığım için. Çok mütevazi, çok doğal, güleryüzlü, çocukları iyi anlayan biri. Sanıyorum, yaşı da büyük avantaj oldu. Her tip çocuğu görmüş. Farklı okullarda öğretmenlik yapmış. Leyla'ya hiçbir şey söylemeden, bakışlarıyla söz geçirebiliyor. Ama uzun süre işe yaramıyor, derken de gülüyordu.

Ha bir de şuna bayıldım. Bugün "explorer" kavramını öğrenmişler. Amerika'yı da bulan kaşifler konusunda. Öğretmen sormuş, Karşımızdaki binanın ne olduğunu bilen var mı, diye. Leyla, buralarda yeni olduğu için, bilememiş. Ona "keşfetme" görevi verilmiş. Böyle bir konuyu, bu şekilde anlatmış olası çok hoşuma gitti. Zaten, keşifler de buranın ötesini merakla başlamış ya. Baktığın yerin ardında ne olduğunu merakla.

Kızım, umarım ileride iyi bir biliminsanı olursun. Ms. Devers der ki, ne isterse olur. Belki Türkiye'nin "başkanı" olur, dedi, ben de, ben o kadını tanımıştım derim, dedi. Ben gülümsedim, biraz buruk. Biraz zor, diye düşündüm. Sonra da böyle düşünüyor olmama üzüldüm. Bu, yaşı benden büyük kadının, geleceğin kadını için çizdiği yolun, benim annesi olarak çizdiğimin çok ötesinde olmasına üzüldüm. Kendimi ayıpladım. Umarım sevdiğin yolu bulursun kızım. (Örneğin, tıpta araştırmacı... ha ha ha).

Ithaca'da sıradan günlere devam. Kalbim de, havalar da ılıman.

Monday, November 8, 2010

Cengiz

04: 08: 21

Resmi Sonuç.

Cengiz, maratonu bitirdi! 26 mil. 40 küsur kilometre!!!

Ve tüm bu yolda, üzerinde Nehir'in kocaman bakan gözleri... Ağlamadım. Çok sevindim çünkü. Cengiz'in müthiş bir kişisel disiplin örneği çalışmasının iyi sonuçlanmasına sevindim. Bir yandan son birkaç haftadır yollarda geçen "corporate life" arasında bile hedefinden vazgeçmeden, başladığı bir çalışmayı bitirmiş olmasına, bir yandan da kendiyle ilgili arzuladığı bir amacı gerçekleştirmiş olmasına sevindim.

Ve bunu Nehir için yapmasına.

O kadar anlamlı oldu ki. 7 Kasım günü. Nehir'i kaybedeli iki ay olmuşken, Nehir'im tüm New York'u gezdi. Staten İsland'dan başladı, Brooklyn, Queens, Bronx ve Manhattan. Hem de koşarak.

Biz Cengiz'i, önce Brooklyn'de gördük. Sonra metro ile Manhattan'a gidip, 60 ile birinci caddenin köşesinde görmeye çalıştık. Ama o kalabalıkta seçemedik bile. İyi ki Brooklyn'de idik diye sevindik. Sonra Central Park'a gidip, son milinde izledik. Ki artık çok yorulmuştu. Ve yarışın sonunda, bir bankta oturur bulduk! Başarmış! Elimizdeki taşıdığımız minik pembe balon demetini, Cengiz havaya bıraktı... Nehir'im gezmeyi çok sevdiği o sokaklardan yukarı gidiverdi, en sevdiğimiz yer olan Central Park'tan. Yine tam Nehir'e yakışır bir şekilde, şenlikli, güneşli bir günde, coşkuyla.

Teşekkürler Cengiz Amca!!! Sen bir tanesin!


Thursday, November 4, 2010

NY Maratonu'na Az Kala

Son yazdığıma baktım... 29 Ekim. Ben Cadılar Bayramı başlığı atmışım. Ha ha, ironik olmuş. Artık alıştığımız, her yılki resepsiyon hikayeleri arasında.

Sonraki akşam da bizim için ilginç oldu. Ya da her zamanki, "Türk" olma hali diyelim. Yaşça bizden büyük iki çift hoca ile yemek yedik. Türkiye'ye gitmemişler. Türkiye'nin bugünkü sınırları nasıl çizildi, sorusu, derken, bizim yerimizde olanlarınız çoktur, ben de hep oldum ya, konuştuk. Tarih, resmi tarih, çokluluk, farklılık... tabi bitmedi. Bitmez de.

Leyla salı günü "sosyal bilgiler" sınavı oldu. Konusu: Yerli Amerikalılar. Yani bizim filmlerdeki "kızılderililer"imiz. Ithaca (adından belli) ve civarında hangi kabileler varmış, nasıl yaşarlarmış, ne yerlermiş, nasıl giyinirlermiş, şimdi ne yapıyorlarmış, harita üzerindeki yerleşim alanları... 100 üzerinden 99 almış. Bir puan, en sonda, "Bu üniteyi ne kadar sevdiniz?", sorusuna, çok, eh işte, hiç sevmedim', işaretlemeyi unuttuğu için, gitmiş. Sonradan verdiği yanıt, "Hiç".

Okurken, sıkıcı deyip durdu. Ama Leyla hakkında hoşuma giden bir şey öğrendim bu sayede. Sıkıcı bulsa da çalışmış, dikkatle okumuş, dinlemiş, ve sorulara (bugün kağıdına baktım) çok güzel yanıtlar vermiş. Bilmiyorum böyle kalır mı, ama çok önemli bir özellik. İşine yaramayacağını düşündüğü bir şeyi, sıkıcı da bulsa, çalışmış olması.

Bir yandan da, neden bizdeki tarih de böyle başlamıyor diye düşündüm. Hala yaşımız kemale erince bile akşam yemeklerinde, "gak" dediğimiz anlar oluyor. Leyla neden önce İstanbul'da kimler yaşamış, neler yapmışlar öğrenmiyor. Diyeceksiniz ki, bizim uzun tarihimizle Ithaca'nınki bir mi. Elbette değil. Ama ben, örneğin, Osmanlı Döneminde farklı halkların farklı şekilde giyindiklerini, kıyafet zorunlulukları olduğunu, taaa bilmemkaç yaşımda tesadüfen dinlediğim güzel bir sosyoloji seminerinde öğrendim. Anadolu ile ilgili tarihe ise acaba ortaokulda mı başladık.

Ne bileyim. Müfredat işi, iş yani. Ama Leyla sayesinde Ithaca'yı, hiç değilse birazcık, Yerli Amerikalıları öğrendiğime, şimdi bize huzur veren bu yöreyi biraz bildiğime çok memnunum. Kabilenin şefini kadınlar seçiyormuş, örneğin! En yaşlı kadın ise yaşadıkları "long house" dan sorumlu imiş. Bir kabilenin önderliğinde "Büyük Barış" sağlanmış. Soru, Bu neden önemli?Leyla yanıt vermiş: Çünkü hayat savaşmadan onlar için çok daha kolay olmuş. (Burayı aç biraz kızım).

Ne diyeyim. Ağlamak lazım. Bu dersi hiçbir millet bir türlü alamamış ya yüzyıllardır. Yazık.

...

Basket.

Leyla İstanbul'da okulda bir türlü basket oynayamadı gitti. Çünkü, 5 yaşında "etkinlik" olarak seçtiğinde, tek kızdı. Oynadı. Öğretmeninin onun elini tutmak istemeyen erkek çocuklar karşısında, Leyla'yı kollamasıyla... Sonraki yıl yine tekti, ben vazgeçtim. Bir türlü başka bir kız olmadı! Neden? Çünkü kızlar cimnastik veya baleye, erkekler basket ve futbola gittiği için. Futbol da keza. Leyla futbol da oynamak istiyor, ama kızlar takımı olmuyor. Bu konuya kafamı takmış, Leyla'yı "Haydi bu işle ilgili birşeyler yap" diye provoke ederkeni yarım kaldı, biz Houston'a geldik.

Eh işte şimdi de buradayız. Malum, Amerika'da futbol, kızların daha çok yaptığı bir spor. Buradaki erkekler Amerikan futboluna gidiyor anlaşılan. Ya da beyzbol.

Basketle ilgili bir e posta geldi. Beşinci sınıf ve dördüncü sınıflardan ortak bir grup oluşturabildik, diyor. Toplam 12 kız. Ama koçumuz yok. Bu cumaya kadar gönüllü çıkmaz ise, olmayacak. Haydaa. Hakem arasalar yüzdeyüz gideceğim. Bana da dert oldu çünkü. 2010 yılında bir kız çocuğu istediği bir sporu yapamaz halde! Ama koçluk... Yani benim basket hayatım, hatırlarsanız, geçen yıl, Fort Worth'de, RMH'de attığım şutlardan ibaret.

Tabi duyuyorum, bizim evde biri var bu işi yapabilecek. Biz de ikna etmeye çalışıyoruz zaten. Leyla ittiriyor. "Cool" olurmuş... Ben de buraya yazarak biraz baskıyı arttırayım dedim. Ne zaman bu fırsat ele geçer, 12 tane bıcırık kız, maçlar yapacaklar!

...

Hava bu hafta, ya da geçen cumadan beri soğudu. Bahçemize bir groundhog geldi. Yani gelmiş. Çünkü ben bahçeye açtığı deliğin, ne tür bir canlıya ait olduğunu anlamadım. Dün ise komşumuz uyardı, "Aman kendine sıcak bir yer arıyordur, eve gelmesin". Haydaaa. Komşumuz, çok da şirin," Bence ilaç döktürün, tabi burada Ithaca usulü, doğal yöntemler de yapan birini bulursunuz, ama çok pahalı olur" dedi.

...

Diğer komşum ile ise dün yürüyüş yaparken, bana nasıl yakındaki küçük alışveriş yerinin sahibi ile anlaşma yoluna gitmeye çalıştıklarını ve burada oturanların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik dükkanların yerini almış olan emlakçı, sigortacı, dişçi gibi kiracıları çıkartmak ve orayı yeniden canladırmak için kampanya üzerine çalıştığını anlattı. Ah, dedim, bizim Levent.

...

Uzunca yazmayınca, birikmiş. Daha da var ama sanırım şu anda aklımdakiler bunlar.

Haftasonu New York'a gidiyoruz. Hatta, yarın okul tatil diye, önce Westport'a gideceğiz. Cengiz Amca burnu kanca, Nehir adına topladığı yardımı Rotary ler aracılığıyla RMH'ye veriyor. Anlatayım. Maratonda yardım amaçlı koşuluyor. Değişik "takım"lar var. RMH'ninki dolmuştu. Rotary'lerde yer vardı. Onlar da RMH'ye bağış yapıyorlar. Bizim Avrasya'da böyle oluyor mu bilmiyorum. Sayfasında bir bilgi yok. Ne kadar iyi fikir ama. Koşmak isteyenlerin sayısı çok olunca, olduğu için, diyorlar ki, isterseniz yardım amaçlı koşun, o zaman koşmanız garanti olur.

Cengiz "Koşsam mı, yapabilir miyim" dediğinde, Debra çok destekledi. Ben de. Bunu gerçekleştireceği için çok mutluyum. O gün başkaları da olacak. Çocuğu tedavide olan bir anne var, iki kız arakadaşıyla koşacakmış. RMH takımı var zaten. Nöroblastom araştırması için destek olan başka bir grup daha var. Bizim için duygusu yoğun bir gün olacak, ama orada olmayı ve "haydi" demeyi çok istiyorum. Bir yandan da Sandra'ya soruyorum yok mu Brooklyn'de, rahat bir kahve, Bebek Kahve gibi falan otursak biz koşmayanlar, hava da soğuk olacak gibi, tam Cengiz geçerken, dışarı çıksak, hani biz de dört saattir ayaktaymışız gibi! Bu yıl iphone bir application yapmış, takip edebilecekmişiz koşanları, madem!

...

"Cengiz Amca Cengiz Amca haydiii, sen yaparsın bu işi haydiii". Bakalım süren ne olacak! Geç olsun da güç olmasın demişler. Bizi pembe balonlarımızdan tanıyabilirsin! Yarışı bitirince ağlarız bir güzel! Güleriz de. Amaan en iyisi şimdiden duyguma karar vermeyeyim.