Wednesday, September 30, 2009

Gün 103:

Uykum geldi, bekletmeyeyim.

Durum:

Nehir öğlen halasına bakıyor, "Annem o yatakta yatsın, biz seninle yatalım".

Akşam olduğunda, uyku öncesi kahkahalar atıyor.

Bir başka durum:

Tantrum, iki kez, yarımşar saat.

Bir öyleee, bir böyleee. Accutane mood "swings" yapıyor. Mudur? Nehir mızmız mıdır? Terrible Two mudur? Acep nedendir? Bilinmez niyee.

Akşam, parkta bizi İlik Nakline "admit" eden doktoru gördük. Dört çocuklu minyon kadın. Bugün anlaşıldı ki, aynı zamanda gelişkin bir kas düzeyine de sahip.

Ha bir de, hala sayesinde nurtopu gibi, bu biraz balyoz, üç bavulumuz oldu. Nasıl derler bilirsiniz, gökten üç bavul düştü, biri halaya, ikisi Hande'ye. Kalan eşya ise Bilge ve bize, as in bütün ev!

Nehir'im sağlıklı, mutlu ve çok sesli!

BilgeNot: Bilgecim sen yorum yazmadan bir önceki gece bir rüya gördüm. Biz Mahmut'la tatile gitmişiz, Patara ve Bodrum karışık, çocukları da size bırakmışız! Ama deniz kenarındayken anlıyoruz ki sizin evde işler pek iyi değil, başınız şişmiş, size "çaktırmadan" gelip, çocukları alıyoruz!!! Ha ha ha! Hele senin yorumda yazdığın "ben yardım ederim" cümlesini okuyunca çok güldüm. En küçük çocuklu ve yardımsever arkadaşım!

Tuesday, September 29, 2009

Gün 102: the "Hala"

Sabahımız iyi bir niyetle başladı. Anne evde kalıp, çalışıp, Nehir de bir yandan oynasın, "normal"leşelim istedi. Evdeki hesap çarşıya uymadı, telefon, melefon, SKYPE, MKYPE, odur, budur, bu mudur...öğle yemeği, hafif bir uyku denemesi, "ailecek", o da olmadı.

Kalktık havaalanına gittik. Nehir yolda uyudu. Gittiğimizde hala inmiş, ama çıkmamıştı, malum, gümrük, bavul vb. Hala çıktığında Nehir uyanmıştı.

Keyifle eve geldik. Hala yine dikkatli, hemen duşa girdi, Nehir'i hiç öpmedi. Duştan sonra parka gittik, Parka gidişimiz saat 6yı bulmuştu. Nehir "Halanın elinden tutacağım" diye beni bir kenara "koyduk"tan sonra, biraz oynayıp, halaya nasıl koştuğunu, kaydırakları, salıncakları gösterdi ve yemeğe gittik.

Flash flash flash: Açıklıyorum, hani bana yapışık olan Nehir acaba nasıl çözülecek endişem var ya, "yersiz" imiş. Arkasına bakmadan gideceğe benzer küçük hanım. Meğer o da bıkmış 11 aydır bir bana bir babaya bakmaktan.

Peki yemeğe nereye gittik, 10 puanlık sorusunun yanıtını kim verecek?

Baba.

Hande de tahminim verir.

La Turquie: Dix Points

Le Royaume-Uni: Dix Points.

"Le Factory du Cheesecake"

Ah benim o güzel, Fransızcalı ortaokul yıllarım, onları kimler aldı, dicem ama lisede Fransızca yerine seçmeli tercihimiz olan "resim" dersini seçen, ve pek çok isteyen, üstelik elinden br fırça darbesi çıkmayan o kız ben idim. Şok şok şok. Fransızca veya Resim tercihi olan bir lisedenim. Kimse gelip kurtarmadı bizi. "Kızlar Fransızca"ya diye bir kampanya da yapılmadı.

İşte the "Hala" etkisi. Neşemiz yerinde. Aydo'ya çok teşekkür ediyoruz, ve Mina ile Sarp'ın babaannesine!

Hala ve yeğeni uyudular.

Anne sabahki çalışmasına kaldığı (!) yerden devam edecek.

OkurlaraNot: İltifatlara teşekkür ederim. Kocam okumuştur umarım! Ama söylemezsem haksızlık ederim, gerçek şu ki, kronik hastalıklarla mücadele eden tüm ebeveynler güçleniyor sanırım, "can havliyle". Hani bir reklam filmi vardı, "Yıldırım düşse tutar mısın?" diye...Tutarım, tutarız. Yine de Nehir'i izlemeniz beni çok duygulandırıyor, Nehir'im için çok mutlu oluyorum. Teşekkürler.

Monday, September 28, 2009

Gün 101: 101 Dalmaçyalı

Yatmak üzereyim, Nehir'le. Olur da, olacak gibi, uyuya kalırsam diye yazayım dedim.

Bugünün aksiyonu "dressing change"idi. Sabah CVS'e gidip banyo için su geçirmez "kapak" aldık, eve geldik. Ben sabah çarşafları yıkamıştım, onları koyarken, Ilgın aradı, gelmişlerdi bile. Ilgın'cım bugün yardıma geldi.

Ve. Çığlık çığlığa bir nefis bir dressing change ile Ilgın'ı, neyseki evli ve çocuklu, bunalttık. O bunalmadıysa da salonda bu çığlıkları dinleyen Ilgın'ın annesi Nadide Teyze ve Ilgın'ın kuzeni vardı. Nadide Teyze adı gibi hassastır. Gözlerini açarak soru sormasını çok seviyorum. Anılarımdaki Nadide Teyze, ilkokulda evlerine gittiğim, evleri sıcacık ev yapımı ekmekler kokan, duvarlarda resimler...Ilgın'cım hatırlattı, arkadaşlığımızın başlangıcı 1976. "Yaş"landık. Ama çok güzel, yıllar sonra biraraya gelmek, yardımlaşmak, sohbet etmek. Ve tabi dressing change yapmak! Çığlıklar hiç bitmeyecek gibi duran bir tantruma dönüşmüştü ki en sonunda Ilgın bozuk para kutusunu aldı, sallayarak ses yaptı ve Nehir sustu. Müzisyen arkadaşım.

Sonrasında llgın'lar kendilerini Galleria'ya, tahminim attılar, biz ise yemek yiyip, uyuduğumuzda saat üç olmuştu. Kalkınca grileşmiş bir gökyüzü bizi karşıladı camın ötesinde. Biz de evde kaldık. Zaten ben yorulmuştum. Ev ise, sabah filtresine ve freyonuna kavuşmuş, serinlemiş, halaya hazırlık toplanmış, "misafirperver" olmuştu.

Hala uçakta, iyi yolculuklar! ilk gelişi, çok daha başka bir "hal"di bizim için, bakalım Nehir'i nasıl bulacak, saçlarını Nehir için kasım ayında kısa kestirmiş hala!

Nehir'im oynuyor:

"Şimdi, Leyla bugün okula gitti, o şey yapıyor, Leyla, şey, parktan sonra, eem, parlak parlak şeylere gideceğiz, birazcık şey ya, oynasan, yorulsan, dedene gitsen, uyusan, kalksan, "aslo", "oyndan", "oyuncan", vermiyor musun, orda şey var mı, ne ne ne ne, "kamilo", öyle bişey vardı, hah, bay bay, iyi geceler. Babayla oynuyormuş, baba işteymiş, o da onun işini yapıyormuş, o da onu seyrediyormuş, baba baba demiş, n apim demiş, şimdi ondan şey yapacaz dedi. Alo Ilgın, Ilgın Teyze, kitapları ne yapıcan, yemek yapar mısınız bana, bay bay. Orda bir amca varmış, o onlardan yemek isteyecek, bakalım diyecek, ne yapim diyecek, istiyorsan yapabilirsin deriz....

Babası, şey, konuşma, eeeh, ne sorim, eee bir yemek alır mısınız, bay bay, iyi geceler. Em, şey, gel babası, anneyle kitap okuyoruz da ben kalktım yanına geldim annenin, bay bay. Eeee, şeeey, nerde babası telefon, orda orda rafların üzerinde, Leyla'nın işlerinin üzerinde, bay bay iyi geceler, kapatıyorum, "düt". Hala da geldi, hala seni öpüyor, "muck muck". Baba bay bay ben işe gidiyoruum, gidiyorum ben işe. Kızım gidiyoruz."

Valla sürüyor "rant"ing, benden bu kadar kayıt.

LeylaNot: Leylacım bugün Sinan Amca'ya diş dolgusu için gitmiş. "Annee, biliyor musun, iğne yapmadılar" diye anlattı da anlattı. Ben "belki farketmemişsindir, yapmıştır " dedim, o heyecanla "Hayıır, her şeyi yaparken anlatıyordu" dedi. İlk uzun dişçi koltuğu deneyimi çok güzel geçmiş. Sinan'cım eline sağlık! Bir ara ben de boşuna gelmiyordum sana, karşımda çizgi film, duvarlar rengarenk, uyuşturma iğnesi, çocuklar için, sızım sızım, az az, uyuşturuyor. Leyla dediki, "Hediye almadan çıkmama izin vermiyor" dedi, Zıp zıp bir top almış bizimki.

Sunday, September 27, 2009

Gün 100: Karada Yüz!

Handecim ben ileri doğru sayınca, git gidebildiğin kadar, sanıyorum sen eksiye düşeceksin!!

Bugün hava yine ısındı. Sonbahar buralara bir hafta geldi gitti sanırım. Ya da vazgeçti. Pumpkinle kandırmak yok, 70 istiyoruz. Zor attık lendimizi parktan kitapçıya. Üstelik 70 derecenin verdiği rehavetle evin havalandırma bakımını da es geçmişim. Bugün bir anda AC soğutmamaya başladı. Pervaneler tam gaz çalışsa da, beni Accutane lere bir hal olur mu endişesi aldı bile.

Ve beni sıcak çarpıyor, 80 sınırım, üzerinde yorgunluk çöküyor üzerime.

Kitapçıda önce, ben kahve, Nehir çukulatalı süt keyfi yaptık. "Çocuklar neden kahve içmez?", "Leyla neden içmez?", tipik soruları eşliğinde. Sonra kitap baktık. Eve gelince dün akşamki köfteler ve humusun kalanını yedik.

Sonra Nehir uyuduğunda, önce babayla, sonra da Feride'yle lafladık. Feride'cim websiteleri önerdi, "whole" bir konuşma idi. Özlemişim. Derken Nehir uyandı, babasıyla konuşmak istedi, "çarpı" olduğunu anlattım. O sırada Feride"nin "chat"indeki gülümseyen yüzü gördü, gülümsedi. O da Feride'ye seçti iki tane, biri hani saçlı olan, diğeri ise "party"ing, "ikon can" bu olsa gerek. Zar zor ayrıldık SKYPeden.

Sonra ben biraz ıvır zıvır ayıklaması yaptım, Nehir oynarken, Feride mercimek köftesi yapıyorum deyince, ben de mercimekli pilav yapayım dedim. Pirinçler pişmedi de pişmedi, Nehir acıktı da acıktı. Küçük bir kendini yere yatıp, debelenme sahnesinden sonra, kısa sürdü ama, yoğurtla başlamaya ikna oldu. Midesi yemek görünce, düzeldi. Kase dolusu mercimekli pilavı yedi! M A Ş A L L A H. Uyandığında da brokoli istemişti!

Yemek işini çocuklar evde beceriyorlar da, okul bozuyor sonra!

Sevgili Nurhan geçenlerde bir "link" göndermişti. Whole Foods, bir aşçı ile birlikte, okullarda sağlıklı öğle yemeği diye bir kampanya başlat-mış, Houston'da. Linkin üzerine Whole Foods'a gittiğimizde, kampanyaya destek verdim. Paketleyici çocuk, şaşırdı, hemen yapmama sanırım, soru sormadan- bilmiyordu ki okumuştum zaten-, "You're awesome!" dedi! Gülümsetti beni. I know I am!

Şaka bir yana, Nehir'e bir kitap almıştım, "I Like Myself" diye, şirin bir domuz nasıl kendini sevdiğini anlatıyor, her şekilde, her zaman, yanlışlarına rağmen, nasıl çaba gösteriyor vs.

Nehir oyun oynarken kendi kendine konuşur oldu, "Kendimi seviyorum" diyor. O da gülümsetiyor. Şebnemcim acaba yükselen aslan burcu, hafiften kendini göstermeye mi başladı. Ha ha.

Bu ara ikinci "evcilik" konuşması, "babanın işe gitmesi". Bir haftadır bu konuyu çalışıyoruz. Bugün de lego adamları almış, "baba işe gidiyordu". Çocukların kendilerini ifade edebilmelerine bayılıyorum.

Akşam yemeğinde ise, mercimekli pilavın arasında, durdu durdu, "Rahatlaaa, ommm, anne sen de, rahatla, ommm" demeye başladı, gözlerini kapatarak. Eh, yaptık akşam meditasyonumuzu. Aklıma Aziz Nesin'in "Şimdiki Çocuklar Harika"sı geldi. "Şimdi" değişse de, hep aynı döngü, ve çocuklar hep bir harika!

ŞebnemNot: Şebnemcim, "nazar" ile ilgili yazdığın cümle beni sarstı, çok doğru buldum! Ben de senin ağzını ellerinle kapatarak gülmeni, al al oluveren yanaklarını, ve çocukluğundan beri değişmeyen kendine has o yürüyüşünü çok özledim, "isyan" halinde. Senin de sanatçı ruhun o zamandan belliymiş. Biraz aykırı duran, sınırları zorlayan. Kalbi gözlerine yansıyan arkadaşım! Niye değişti Facebook fotoğrafın!

Saturday, September 26, 2009

Gün 99: Ha Gayret Az Kaldı


Halanın gelişine.

Yaw ben kendimi ifade edemiyorum, ülkemin eksiklikleri var. Hele bu yıl acı içinde, tıpta, kanser gibi karmaşık hastalıklarda bu eksikliklerin derecesini ve vahametini gördük.

Nehir'in de hala bağışıklık sistemi eksiklik durumu. Kan değerleri yerine gelmeye başlamış da olsa, genel olarak, "immuno suppressed" diyorlar. Yani, hani allah korusun, bir "flu" da alsa, durumu nedeniyle baka çocuklara göre ağır geçirebilir.

Ve fakat.

Birincisi, yurdum. Benim derdim, nasıl olsa, ne yapılsa, ben ne yapsam da birazcık iyiye gitse bu işler.

İkincisi, Nehir insana, arkadaşa hasret. Çok seviyor birileriyle olmayı, ve Türkçe ortamları. Bu biraz, yeni doğmuş bebek hali. Nasıl ki, öpülmez, uzak durulur, dikkat edilir. Aynen öyle.

Buraya gelmek üzere havaalanına giderken, Feride ile konuşuyordum telefonda. Demiştimki, "Sanki Nehir'i bir kez daha doğurmaya gidiyormuşum gibi, öyle hissediyorum". Evet, doğdu, tam da "yenidoğan" gibi hassas.

Bu ara, son bir iki haftadır, başucumda duran, 40 yaş hediyem fotoğraf albümüne takık. Alıp alıp bakıyor. Kıbrıs'taki halime, "Kocamansın" diyor, "Sen karnımdaydın" diyorum, yeni doğmuş haline bakıyor. Bilge'lerdeki hamileliğimin son zamanına. Hoşuna gidiyor, "Karnımda" olmak.

Tabi bir de 80 li yıllar, meşhur mezuniyet fotoğrafları var ki, "Anne saçların nasıl" diye kıkırdıyor, o kabarık saçlara! Ben ise vatkalara bakıp, iç geçiriyorum. O vatkalar ayrı satılır, kazaklara da konurdu!!!

Bu iki satırlık paragraf hali ne kadar sürecek bilemiyorum. Bu sabah parka gittik. 12 gibi, güneş kendini iyice gösterdi, hava ısındı. Bugün parkta, yine "halk"tan bir grup, toprak taşıyarak, yürüyüş parkuru etrafında düzenleme yapıyordu. Genç çocuklar, anne-babalar. Ağır ağır el arabalarına yükledikleri killi toprağı, uzunca bir mesafe taşıyıp, eksilen yerlere ekleyip, eziyorlardı. Aklıma geldi, hiç birimiz o kadar yıldır, herhangi bir iş yaptık mı diye. Sivil harekette o kadar geriden geliyoruz ki...

Şebnemcim, beni uyarmadan, "başka blog konularına saptın yine" diye, ben döneyim Nehir'ime.

Nehir ile parka gitmeden baba ve ablayla konuştuk. Abla hiç yüz vermedi, Wii oynamakta idi. Bir anda, kuzenler, hala, enişte, dede, babaanne, abla, baba karşı tarafta birarada olunca, hatta sanıyorum yaşıt kuzen babaya biraz yakınlaşınca, "ip koptu", ve ağlayarak, "kucağıma" diyerek kendini yere attı Nehir.

Zor geldi.

Ama tabi çocuk hali, geçti hemen, bilgisayarı kapattıktan birkaç dakika sonra. Biraz ağlamasına izin verdim. O da çok uzatmadı neyseki.

Park dönüşü uzun süredir gitmediğimiz, Uptown'da, yemek yedik. Yine mac and cheese yedi, ve tabağını bitirdi.Sonra güzel bir uykudan sonra, bu kez akşam yemeği için, Ilgın'larla, yeni bir Türk Restoranına gittik. Ha ha, baba bilmiyor burayı. Yeni bir çiftle daha tanıştım, Gürcan ve Rachel. Aslında Gürcan'ı bir akşam görmüştüm ama ayaküstü. Bugün sohbet de ettik. Üstelik Nehir arada katılma çabası gösterse de genel olarak, sandalyesinde oturdu, benim de konuşmama izin verdi.

Çünkü,

Nehir Altay ile oyuncak paylaşma paylaşmama arasında önden pide, üzerine sigara böreği, ardından İnegöl köfte ve pilavını yedi. Köfteler bitmedi, ama pilavın hepsi bitti. Hatta bir ara bırakmışken yemeği, garson almak üzere hamle yapınca, "Doymadım" dedi, ve kalan pilavın hepsini yedi, köftelerin etrafından dolaşarak.

Ben de yüzyüze sohbet ettiğim ortamları çok özlemişim. Tipik hareketle Amerikalı eşe rağmen bol bol Türkçe konuştuk. Bu ayıptan bir türlü vazgeçemiyorum. Nehir de yemeğin sonunda ayrılmak istemedi, ama Tekin'in elinden tutup, arabaya kadar yürüdü.

Annenin falında güzel bir ay çıktı.

FotoNot: Babası kızını özlemiştir. Kızı da onu özledi. Sormaya devam ediyor, "nerde?" diye. Ben de anlatıyorum, o yine soruyor. Fotoğraf, Ilgın'larla buluşmadan önce, kendi aldığı elbise ile halinden çok memnun idi.

Friday, September 25, 2009

Gün 98: İstanbul'u Dinliyorum Gözlerim Kapalı

Evet. İstanbul'daki aile trafiğine uzaktan bakmakla yetiniyorum.

Gözlerim ise kapalı, çünkü uyumak üzereyim. Sabah park, öğlene doğru, sonra Nehir'in uykusu, derken ev toplama, akşam yemeği. Akşam yemeği kayda değer. İki buçuk "hemp" tortilla, humuslu. Pratik, yararlı. yattığında su içip duruyordu Nehir'cim.

Ben banyo yaparken, o da "tütü"sü ile dansediyor, "Anne banyodan çıksana" diye babası burada olsa gerçeğini yapacağı, bağırış taklidi yapıyordu.

Mahmut'çum açıklıyorum, bu kız bizi parmağında oynatmış. Oynatıyor. Çocuklar bunu hep yapıyor.

Yatarken de bana dönüp, "seni çok seviyorum" demez mi. Eh, parmağında oynatacak ya, "altlık" hazırlıyor. Yarına sanırım.

Ve canım Türkiye'm. Şebnemcim, her ne kadar özellikle ilk günler, aylar maddi manevi bunalmışken, Nehir'i bir an önce buranın sağlık sistemine dahil edelim, mümkünse TCH'in dibinde bir eve yerleşelim diye aklımdan sıklıkla geçirdiysem de, vatanım da vatanım. Zihnimde sıralı arkadaşlarım! Yakınlarım! Boğaz'ım, güzel insan'ım, anılarım, yaşamım.

Ama bir yandan da gelişmekte olan ülke şartları. Evet, o kısmı çok zor. Bugün Hande ile konuşurken, "Yaw" dedim, "Dayanamadım, Whoe Foods'tan alacaklarımı aldım, goji berri, organik raw bal, raw, doğal bir şeker, kimyasalı olmayan şampuan...." Sonra hatırladım çocukluğumuzu, "yurtdışından" gelen, "nescafe, kaset, çukulata"ları. Güldük. Hala taşıyoruz, sadece içerik değişti. Hani her şey var artık Türkiye'de derken, meğer yokmuş.

Ben galoş, el yıkama, pürel, gelen kişi sayısında kısıtlama, "çocuğunuz kızamık, kızamıkçık, veya su çiçeğine maruz kaldı mı" soruları, aksırma, tıksırma var mı, buldum, Nehir'e maske!!, ile biraz biraz bulusuruz diyorum yine de. Bunun diğer ucu ise Nehir'in gitgide yabanileşmesi. Kastettiğim "no party" idi. Bir de ben "anneli" gruplara başlar mıyım diyordum. Vazgeçtim. Mümkünse açık hava. Bir de doktorlara sorarım tabi. Şu anda hastane çıkışlarında, zaten, "izolasyon gerekli" uyarısıyla bırakıyorlar bizi her seferinde.

Eyvah, saat 12.11. Balkabağı! Evet, evet o birkenstock lar benim prensim! Bakın ne de rahat oldu!

Thursday, September 24, 2009

Gün 97: Balkabağı, Pumpkins

Babanın gidişiyle sonbaharın gelişi bir oldu. Hava durumuna da bakmayınca, yağmur var, yağmur yok şekline döndü hayat burada. Anlaşılan Houston eylülde yağmurlu oluyor imiş. Ha ha, got this right.

Babası bu işe çok bozulacak ama bizim kız, 2.5 yaş itibariyle alışveriş seven bir kadın oldu. İnanması güç çünkü ben pek değilimdir. Zaman zaman bastırır ama zamanımı alışveriş yerlerinde geçirmem. Yolda giderken, girmeyi severim. Leyla da pek değildir. Şimdi şimdi sevmeye başladı.

Peki Nehir'im nasıl böyle oldu. Amerika! Burada, kitapçı, whole foods...esasen her yere birlikte gittiğimiz için, alışveriş hayatının önemli bir parçası oldu. Yani İstanbul'da çocuk-lar olmadan gittiğim her yere şimdi hep birlikte gidince, alıştı.

Peki ama şu yine de ilginç: Parktayız, Nehir şekillerin önünde durmuş oynarken, 2 yaşlarında bir kız çocuğu geliyor, dansediyor, sayıları harf sanıp, "ay bi si di" şarkısını (Nehir kadar değil tabi) söylemeye çalışıyor, bir yandan da üzerindeki fırfırlı eteği ile dönüyor...Nehir ne diyor beğenirsiniz: "Anne, ayakkabıları güzelmiş". Ben "nassı yani" diye bakıyorum, gerçekten de çok şirin, kız kız "sketchers" ayakkabıları var. Nasıl mı biliyorum, annesine soruyorum.

Bu sabah hava yağmurlu olunca, kağıt havlu almak ve Nehir'e de kendi değişiyle, "ladybug" -uğur böceği- yağmur çizmelerine uygun yağmurluk bulur muyum diye Target'a girdik. Ne mi oldu? Çocuk giysilerinin orada arabadan inen Nehir, eline askıları alıp alıp, etekler, paçası dantelli tightlar, elbiseler, bluzlar...bana da kendince büyük olanları uzatıp (beş yaş), "bu da senin için", arada "bu da Leyla için" diyerek...tabiri caizse kendini kaybetti.

Çıkmaya yakın benim başım ağrıyordu.

Yağmurluk da yoktu üstelik. Kağıt havluyu ise almayı unuttum.

Eve geldik, pizza ben yedim Nehir pek yemedi...sabah omlet üzeri goji berry çılgınlığıyla toktu herhalde...ben advil, Nehir emzikleriyle yine uyumuşuz. Ve yine saati şaştık, dört buçukta uyandık. Hava açmış gibiydi, "yağmur yoktu", parka gittik. parktan sonra Whole Foods'a. Her yer balkabağı doldu bu hafta itibariyle. Nehir girişteki değişik boy balkabaklarını elleyip, küçük olanlardan bir veya iki tanesini alışveriş sepetine atıp, ancak öyle giriyoruz içeri. Ben de sonra kasada bırakıyorum tabi.

Akşam yemeği için mac and cheese aldıktan sonra, ve ceviz, eve geldik. Doğrusu Mahmutçum biz nasıl yiyorduk orada, bana şimdilerde Whole Foods'ta yemek hiç hijyenik gelmiyor. Evde yemek yiyip, biraz birlikte oynadıktan sonra, saat 10'a doğru uyudu Nehir.

Baktrimi de accutane i de "goji bliss" ile alıyor. Doğrusu iki çay kaşığında 186 kalori olan bir şey, ve üç günde yarım kavanoz bitti, küçük kavanozlar, anne pek memnun. Kilo alacağa pek benzemiyor ama gün içinde iyi bir kalori alıyor.

Bugün yine arabada soruyordu, "uçağa gidelim mi"...deniyor arada. Peki der miyim diye.

Şimdi ciddi konu. Ben Nehir'e İstanbul ile ilgili planlar anlatırken, Nurgün yazmıştı, bekleyenler çok diye.

Bir iki haftadır sevgili Nurhan'ın linkini göndermiş olduğu bir başka blogu daha takip eder oldum. Texas Children's da bizden hemen sonra, Mayıs ayında tedavi görmeye başlamış, "Layla" adında bir kızın annesi yazıyor. 8 yaşında bir ablası, bir tane daha 3 yaş belki, bir kızkardeşi var.

Okudukça çok şanslı olduğumuzu anladım. Layla şu anda yeni bir enfeksiyon nedeniyle hastanede. Biz bu işi çok şükür çok az enfeksiyonla geçirdik, m a ş a l l a h. Bu, biraz da izole hayatımızla gerçekleşti. Beni İstanbul bu nedenle korkutmaya başladı. Bugün Özlem'le konuşurken dedi ki, altı ay daha izole tutmaya çalışın, zaten Leyla olacak dedi. Doğrusu bir yandan çocuklarla olmasını çok istiyorum ama okul zamanı, "flu" zamanı, risk almaya da gerek yok. Yani diyeceğim, biraz sıkı tutmaya çalışacağım. Aşırıya kaçmadan. Ama herkesten bu konuda anlayış bekliyorum. Zaten baba işe gelip gittikçe, Leyla okula gidip geldikçe, yeterince "bug" gelecek. Kasım ayına girmiş ve açık hava imkanlarının azalmış olması kötü oldu. Ama her işte bir hayır vardır. Belki bizi, ister istemez herkesi daha hassas olmaya itecek bu durum.

El yıkama. Girişe pürel koyacağım dedim, valla koyacağım. Yavaş yavaş döneceğiz normale. Ama istemediğim bir şey var, o da enfeksiyon nedeniyle hastaneye gitmek. Üstelik borular çıkınca farklı antibiyotikler kullanılıyormuş, ve sanıyorum onlar kadar geniş etkili, hızlı etkili olmayabilirler.

Ve accutane. Fulyacım, eczacı arkadaşım dediki, yazdıki, 10luk ve 20lik dozlarda var imiş. Dün Ilgın hatırlatmasa, İstanbul'a dönünce yeniden sigortalı yaşama geri döndüğümüzü unutmuştum. Ama bu dozlarda, küçük hap nasıl bilemiyorum. Bakalım. Dönüş tarihindeki dozaja bakmalı. Çok sayıda hap vermek de zor olabilir.

Acaba bana 17sindeki Neuroblastoma Toplantısını hatırlatan kimdi? Gitsem mi, Seda burada olacak, gitmesem mi bilemedim. Hem TCH, hem Cook's hatırlatıp duruyor. Dr. Russell, Dr. Granger olacak. Bilmiyorum. Baştan beri, buradaki diğer NB aileleriyle biraraya gelme fikri hem iyi hem de çok iyi gelmedi. Nehir'i doğrudan karşılaştırmak istemedim. Daha iyi olsa bir türlü, olmasa başka türlü. Ali veya başka Türk çocuklar başka. TR oldu mu, bilgi paylaşımı, deneyim paylaşımı çok önemli diye düşünüyorum.

AccutaneNot: Houstondaki toplantıda Dr. Reynolds da var. Bunu neuroblastomafoundation.org forumda, "accutane ne kadar kullanılmlaı sorusuna yanıt olarak buldum"

FYI, Mahmut, Özlem.

"The standard length of treatment with Accutane for children with high risk neuroblastoma is six months. However, I have heard of several children that have used it for as long as a year or more. At a conference two years ago one of the researchers that studies Accutane in neuroblastoma said the 6 month term was an arbitrary number. They chose it because they thought it would do the trick and because they knew they could get it into the protocol - not because 6 was the magic number. Unfortunately, they haven't done a study to see if it provides any benefit or any more toxicity to do it longer. There are arguments however. Send me a private message if you would like more info.
BTW, the current German tiral uses Accutane differently than any other protocol. After transplant, the high-risk protocol includes six months of cis-retinoic acid (Accutane), a three month break, and then another three months of Accutane.

http://www.kinderkrebsinfo.de/e1664/e1676/e1758/e7720/index_ger.html

sayda error verdi ama.

Wednesday, September 23, 2009

Gün 96: Ana-Kız

Tabi dünkü uzuuun öğle uykusu sonucu ben de geç yatınca, sabah pek de kolay olmadı toparlanmak. Ama çok iyi haber bugün havanın açmış olmasıydı. Sabah güzel bir kahvaltıdan sonra, hatta ben artık Nehir doydum dese de kalksak "moduna" girmişken, babayla SKYPE'de merhabalaştık. Babanın hali pek bir yorgundu, jet-lag sonucu sabah dörtte kalkmış, günün sonunda pili bitikti. Umarım dinlenmişsindir!

Biz ise parka gittik. Nehir'in enerjisi biraz daha iyi. Çok değil ama ben endişe etmiyorum. Bugünlerde hummalı bir şekilde Dungan'ı okuyorum, bu sıralar neler yapmışlar diye. Bir yerde kızının gözaltı çukurluklarının çöküklüğünün nasıl geçtiğini, yanaklarının renginin nasıl yerine gelmeye başladığını yazmış, her şey bittikten sonra. Bir yerde de antibodilerin bacak ve karın ağrısına, tedaviden sonra da neden olduğunu...bizim ilk günlerdeki durumumuz.

Antibodilerle igili eski yazdıklarını da okudum. Etkili olmaları için belli bir doz alınmaları gerektiği. Ne kadar çok alınırsa o kadar iyi olduğu. 3F8 ile ch14.18 farklarını. 3F8in iyi yapıştığını iddia ediyor imiş Sloan. Bir de vücütta kalma süreleri var. Bunları kendime not yazdım aslında... kafamın bir ucundaki soru 3F8 i hala almak anlamlı olur mu. Biliyorum, Mahmutçum, şu anda uygun, "eligible" değiliz ama aklıma takık. Çünkü hangi antibodi daha iyi tam da belli değil. Bu yeni çalışma sonuçları ama ch 14.18in yanında. Yine de 3F8'i akılda tutmak lazım.

Neyse geveledim. Uzun lafın kısası, Sydney antibodilerin her ikisini de almış, aşıya da katılmış, ekstra doz accutane de almış olunca düşünüyorum ister istemez. Bu işte nedensellik "causality" yok.

Sabah önce parkta sonra İstanbul'a gittik. Babadan selam götürdük. Mehmet Abi'ye rastladık. Murat Abi yoktu, iki hafta sonra TR'ye kesin dönüş yapıyormuş, ben şaşırdım, okuluna yeni başlamıştı çünkü. Gençlik işte. Uzun süreden sonra ilk kez dışarıda oturduk. Sıcaklık 80lerde idi. Ben değişiklik olsun diye Nehir'e nohutlu pilav istediysem de, Nehir üçte birini yiyip, sonrasında çorba istedi. Pide ile tabi! Onun da üçte birini içti. Kalanları paket yapıp eve geldik. Aaaa, hiç merak etmediniz ama söyleyeyim. Nehir sütlaç istemedi! Bilmiyorum niye, ben de sormadım. Anne ise Türk kahvesi içmedi! Hazır sütlacın bahsi yokken sıvıştık.

Şimdi baba ne der bilmem. Ben goji berry li, hindistan cevizli "spread"den aldım. Nehir kemoterapiler sırasında alerjik reaksiyon göstermişti. Ne zamandır denemek istiyordum. Kalorili, ve yararlı bir şey. Goji berry ve hindistan cevizi antioksidan. Sabahki kahvaltıda da yiyip durduğu bu idi. Bakalım henüz bir kızarıklık ya da kabartı yok.

Neden anlattım. Çünkü iki gündür dondurma ile değil bununla veriyorum Accutane leri!!! Bu çok iyi haber. Dondurmadan kurtulmayı istiyorduk. Bir yandan da yağ oranı yüksek yiyeceklerle almayı tasiye ediyorlar, dondurmayla örneğin. Bu "spread"in yağ oranı da yüksek. Üstelik, Nehir kendisi de dondurma istemiyor. Valla ilaç vere vere bıktırdık çocuğu anlaşılan. Bu işe çok sevindim, gereksiz bir şeker yığını çünkü. Yıllardır da "süt" müt satıp duruyor dondurma üreticileri.

Sahi Dungan bir yerde DHA, balık yağından da sözetmiş. Ama miktar günde 1000 ml olmalı imiş, farelerle yapılmış araştırmalara göre...bunu da araştırmalı. Balık yağına yine başlamalıyız. Aslında bu miktarı da hap olarak almalı ama bir çocuk günde kaç tane hap yutabilir.

Bilmiyorum. Ama Dungan'ı okudukça, bu işin, yani tedavinin, devamının olması gerektiğine inanıyorum. Onun kriteri az toksidite ve iyi yaşam kalitesi. Biraz araştırılmış olan yardımcı "şey"leri (treatment agents) bulmalıyız. Bu işten bir yılla kurtulmuş çocuk yok. Nurgün'ü, Hande'i duydum duymasına ama kızlar yok işte. Nehir'in en büyük şansı antibodilere yetişmiş olması ve antibodilerin iyi sonuç vermiş olması. Yani Dungan'ın yaşadığı zamandan bu zamana bile (2003'ten beri), ilerleme var. Ben de bu konuda geldiğimiz noktayı çok iyi buluyorum. Ama "boş" bırakmak istemiyorum. Atlamak.

Accutane, balık yağı, ve supplementler. Ve yeni açılacak olan triallardan haberdar olmaya devam etmeliyiz. Peşini bırakmamalıyız. Her sabah ilk iş Dungan'ı okumaktan vazgeçmemeliyim. Clinical trials.gov, NBHope.org, ve Neuroblastomafoundation.org'u da takip etmeye devam etmeliyim.

Bunları da kendime hatırlatmak için yazdım. Malum hafıza sorunlu bir toplumuz.

Park ve yemekten sonra eve geldik ama öğlen uyumadı Nehir. BU kez saat dört olunca ben de uyutmak istemedim, gece uykusu normalleşsin diye. Ve ben, Nehir'in ve benim giysilerimi ayıklama işini yaparken, Nehir de kendi kendine oynadı. Sasha Hanım'ı hatırlıyorum hep, "Uşacığımın ağrısı yokken, kimseye zararı yok, kendi kendine oynuyor" derdi.

Ama uykusuzlukla, ve etrafa saçılmış, her noktaya sirayet etmiş, oyuncakların arasından geçerken, önce"closet" taki kutuya dizini çarptı, "3 mm" kadar kanattı. Sonra da bir baktım, tahta ve ağır iskemle üzerine düşmüş! Tabi tabi baba şimdi "n'oluyoruz" diye SKYPE'ye sarılır. İyiyiz, antiseptik sürdüm. "Normal" hayat belirtisi!

Bu toplanma sonucu Zeynep Hala'nın bavulu hazırlamış oldu. İyi de o kadar ıvır zıvır "stuff" var ki, vay halimize. Her şeyi değil, olduğu kadar demek lazım. Bize sadece "sağlık" lazım! İnsanın zayıflığı bu, benim. Biraz normalleşince yine dünyevi dertler!!! Dedim ya hafıza sorunu, oysa esas olana sahibiz, gerisi olsa da olur olmasa da. Alooo Zeyneeeep kendine gel! (bu ben Zeynep).

Nehir'im sağlıklı ve mutlu.

Tuesday, September 22, 2009

Gün 95: A Day Without Dad

Nehir gece uyanınca, ve uyumakta da zorlanınca, bilinmez niye, sabah yağmurlu havanın griliğinde, sekizi buldu kalkmamız. Hava hayalkırıklığı yarattı, park programı yattı. Hani dünkü güneşin arasından yağan yağmur bugün "scattered thunderstorm"a bırakmıştı yerini. Yağdı da yağdı. 96'tan 70'e düştük.

İyi yanı, balkon kapısını açınca içeriye giren, temiz, serin sayılabilecek havaydı.

Biz de acele etmeden kahvaltı ettik. Sonra Leyla'yı bulduk SKYPE'de, derken baba "indim" dedi. Biz Leyla ile konuşurken, "pat" diye karşımıza çıktı. Bu sahne biraz zor oldu. Nehir ellerini uzattı babasına kucağa alınmak için. Sonra da bilgisayara sarıldı, Leyla ve babasına sarılmak için.

Doğrusu biraz havanın etkisi mi, ya da artık babayı bilgisayarda görmenin bende de yarattığı "uzaklık" duygusu mu, ayrılık bugün daha hissedilir oldu. Leyla'nın biz aniden buraya geldiğimizde neler yaşamış olduğunu şimdi biraz daha iyi anladım.

Yine de fena bir gün değildi.

Sabah Mark Dungan'ı aradım. Fort Worth'e ilk gittiğimizde bir e-mail atmıştım ama yanıt gelmeyince, sonra bir daha teşebbüs etmemiştim. Sonra bir ay kadar önce e-mailinin değişmiş olduğunu okuyunca blogta, aklımdaydı aramak. Bizdeki etkisi büyük. Bugünlerde tedavi sonrası Nehir için başka birşeyler yapabilir miyiz derken, Mahmut "Accutane" e neden devam etmiyoruz demişti. Dr. Russell ise yan etkiler nedeniyle düşünmediğini söylemişti.

Bugün Mark Dungan'a sordum. Veeee, Mahmutçum, onlar devam etmişler! Bu konuda yakında NeuroblastomaFoundation.org websitesinde Accutane'i Neuroblastoma hastaları için kazandıran Dr. Reynolds ile bir sunum olacakmış. Bana bu konudaki makaleleri gönderecek.

Anlaşılan, kızı için bu fikri doktorların önüne o getirmiş, kendi araştırıp. Tartışmışlar ve Cook'takiler, Dr. Granger, kabul etmiş. Uzun süre kullanmış, ta ki Sydney' in bedeni artık reddedene kadar. Sanıyorum üç ay kullanıp, üç ay ara vermek gibi bir program ile.

Ben heyecanladım. Ama bizim düşündüğümüz aksine hafif doz değil, standart doz ile devam etmişler. Çünkü Accutane belli bir seviyeye gelmeyince bir işe yaramıyormuş. "Cildi güzel olabilir ama Neuroblastomada etkili olmaz" dedi. Matrak bir adam. Ama ebeveynler için, doktor veya ilaç şirketi taraftarı olmayan, çok iyi bir bilgi kaynağı. Hani şimdi TR'ye dönmekteki en büyük rahatlığım, Mark Dungan sayesinde literatürü takip edebilecek olacağımız. Şaka değil, antibodileri onun blogunda görüp de peşine düştük.

"Bu arada canım Türkiye'mdeki websitelerine ulaşımın engelleniyor oluşunu dehşetle izliyorum". You Tube'da izlemiştik İngiliz babayı, The Last lecture'ı, aşı çalışmalarıyla ilgili sunumları... şaka gibi!

Sabahki bu konuşma bana çok yi geldi. Hemen babayı arayıp anlatmak istedim ama kendimi tuttum, ona biraz uzak kalma, "normal" sohbet etme imkanı vermek için.

Sonrasında öğle uykusu. Bir uyumuşuz, yani karamış havanın da etkisiyle, iki buçuk saate yakın. Dört buçukta uyandık! Bari dışarı çıkalım diye, kızımla alışverişe çıktık. Nehir'e yağmur çizmesi aldık. Ben yeşil olanları beğenmişken, Nehir onları bıraktı, ve kırmızı uğur böceklerini aldı. Biraz büyük oldular ama ayağına giydi ve çıkarmadı. Sulara girip, şap şap yapmanın tadına vardı.

Dışarıda akşam yemeğimizi de yedikten sonra, sekiz buçukta eve geldik. Biraz oyun oynadıktan sonra, saat 11'de ancak uyudu Nehir. Ooops, baba düşünüyordur içinden, "Bir gittim çocuğun uyku düzeni kalmadı". Ne bileyim. Bir şekilde şaştı gerçeten de. İşin fenası, haftanın kalanı meğer böyle imiş, yağmurlu. Bakalım parksız günler nasıl geçecek.

Peki bugüne uygun düştü, hem Aydacım bak bu şarkılar için "cut and paste" e gerek yok.

Bu sabah yağmur var İstanbul'da
Gözlerim dolu dolu oluyor bilinmez niye...

... kalanını zaten bizim nesil ezbere söyler şimdi.

Monday, September 21, 2009

Gün 94: Babayı yolcu ettik!




Sabah 8'de güne başladık. Babayı uçağa bırakmadan önce, Accutane alıp, klinikteki randevuya gitmeliydik. Accutane dozu 1o ml arttı, Nehir'in kilosu arttığı için. 80 yerine 90 ml oldu günde. Bu da bir 40lık sabah, ve bir 10luk ile akşam bir 40lık demek. Sabah gittiğimizde "generic" accutane, yani marka olmayan accutanein 10luku olmadığını öğrendik, "olsun" dedik, ve akşamüzeri almak üzere çıktık.

Kliniğe biraz erken gittik. Bugün yapılması gereken idrar testini garantiye almak için ben sabahtan pamuk toplarını koymuştum bezinin içine, ama gittiğimizde yine torba yerleştirmenin gerekli olduğunu öğrendik. Malum hem sıkıcı, hem de kaçarsa problem...çaresiz yaptık. Kan alındıktan sonra, kafeteryada yemek yedik.

Klinikle ilgili bende tuhaf bir durum var. Otoparktan asansörle birinci kata çıkınca burnuma gelen koku çok hoşuma gidiyor. Temizlik malzemesi ve hepa filtre karışımı, çok "taze" bir koku, kendimi, "sağlık" yerinde hissediyorum. Sonra da böyle bir yeri sevmeye başlamanın anormalliğini düşünüyorum.

Her neyse, yemek yedikten sonra kan değerlerini aldık, ve şanslıyız ki, idrar testi torbaya tam isabet, bizi de havaalanına hiç geciktirmeden saat 13.00'te bitti.

Ve havaalanına gittik. Babayı güvenliğe kadar bıraktık. İyi olan bavullar sınırı geçmiş olsa da, biri 33 kg, biri 25 kilo olmuş, 20şer kilo idi hakkımız, Lufthansa uçuşu olmasına rağmen, kuyruksuz bir check inden anladığımız kadarıyla uçağın boş oluşundan fazla bagaj parası istemedi güleryüzlü görevli.

Veda faslı, Nehir'in "ben de gitmek istiyorum"uyla "ses"lendi. Zaten Leyla'ya da telefonda, "kendi kendime uçağa bineceğim" diyordu. Şimdiden abla kardeş sırdaş oldular, planları birbirlerine anlatıyorlar! Arabaya binip, biraz yola çıkıncaya kadar Nehir'in çoksesliliği sürdü.

Ben "babanın öğrencileri onu bekliyor" deyince de "beklemesinlerr" diyordu. Anne ve babaların işe gittiğini, bizim izin almış olduğumuzu, artık iyileştiğini basitçe anlatmaya çalıştım. Bir yandan da, işe gitmek, ve ayrılık ile "iyileşmesi"ni bağdaştırmasının pek de iyi olmayacağını düşünüyordum, ama aklıma başka bir açıklama gelmedi. Sonunda, otoyolda giderken, havadaki uçağı görünce, "Babanın uçağı" dediğinde artık kabullenmiş, çalan çocuk şarkılarıyla neşesi yerine gelmeye başlamıştı. Derken, güneşin arasından yağan sağnak yağmurla babanın arkasından su döktü Houston!

Biz CVS'e, ilaçları almaya gittik. İlaçlar hazırdı. Ben kredi kartını tam imzalandım ki, 700 doları duyunca afalladım. Baktım, jenerik ilaç 40lık olan 30 tane 250 dolar iken, 10luk olan 20lik kutu 400 dolar!!! Eczacıya, "Hay Allah bu ne kadar pahalı, ne yazıkki jeneriği yok "dediğimde, "Bizde yok başka yerde olabilir, yarına getirtebiliriz, isterseniz" demez mi. Nedense sabah ilgilenen eczacı bundan sözetmemişti. Ben, acaba sabah dozunu akşamla değiştirebilir miyiz bir gün diye doktoru aramışken, eczacı başka şubede buluverdi!. " Bir saat sonra gelir" dedi. Tüm bu iyi niyet bizim kanser hastası oluşumuzu bilmeleriyle ilgili biraz da. Telefon konuşmasından öyle anlaşıldı.

Nehir'le önce yakındaki Barnes and Nobles'a gittik. Çocuk yerinde oyalanırken, kimsecikler de yoktu, çocuk masasında, iki kitap gözüme çarptı, biri liderlik üzerineydi, ikincisi ise işyerlerinde sosyal ağlar başlıklı idi. Gülümsedim. İkisi de Harvard Business School Yayınlarından. Tam babanın ilgilenip, inceleyeceği türden. Karşıma çıkınca, "Ah" dedim, "Bizimle henüz". Kitapçıda bir saat oyalanıp, sonra Whole Foods'a gidip meyve ve sebze aldıktan sonra, ve Nehir'in isteğiyle balık!, CVS'e geri döndüğümüzde, saat altı olmuş, ilaçlar gelmişti. 400 dolar yerine 125 dolar verdik! Çıkışta aklıma acaba TR'de bu iş nasıl, Accutane kimbilir kaç lira diye takıldı?

Eve geldikten sonra, anne-kız ilk akşam yemeğimizi yedik. Balığı hazırlarken Nehir sandalyede beni izledi. Sonra tabağını ve çatalını sofraya götürdü. Balıktan biraz yiyip, "doydum" dediğinde, aklıma babanın yüzü geldi. Babanın benim Nehir'e yeterince yemek yediremeyeceğim endişesini hatırladım. "Hadi bakalım, sen istedin, biraz daha ye lütfen" dedim, "babası", biraz ekmek, sonra bir baş çiğ brokoli, biraz çam fıstığı, üzerine de bir avuç üzüm yedi!, bilginize. En sonunda ise bir kaşık dondurma eşliğinde accutane.

Saat sekizde uyumak üzere kitap okuduk. İkinci kitaptan sonra, "uyuyalım artık" diye kendi uyumak istedi.

Yemekte "anne kız parka gidelim mi" diyordu. Bugün ona İstanbul'da havanın soğuduğunu,anne-kız biraz keyif yapıp öyle döneceğimizi anlatmıştım. Sorular sorup duruyor, "Leyla ne yedi, baba geldi mi, babanın defterleri nerde, Leyla neden özlüyor kardeşini, biz de okula gidelim mi" ...

EnSadıkBlogOkurumaNot: Bu yıl "yoğun" ve "ilginç" geçti. Sen 37 yaşındaydın. Ben "o" yaşta. Biliyorumki çoğu baba meşru gerekçelerle, işini, kariyerini düşünerek, belki de haklı olarak, çoktan dönmüş olurdu. Nehir çok şanslı. Ben de. Leyla da. Giderayak arkada iş bırakmamak için, benim için, bizim için tüm işleri planlaman, CVS'te küçük kutu q-tips aramaya kadar detaylı "rahatımızı" düşünmen, bana verdiğin nasihatlar, olmadı, yalnız kalmayalım diye Zeynep'i araman, Mete'ye "Yemeğe çağırırsınız" demen...sen harika bir baba ve eşsin. İyiki sana rastlamışım, ve balık oltası almışım. O balık oltasını Galatasaray'dan Tophane'ye inip, sonra gerisin geriye çıkıp almıştım. "Sevgi emek istiyor", böyle bir şey sanırım : ) Ya da Leyla'nın deyişiyle, "ballı"ymışım.

YBFNot. Nehir adına ve kendi adıma, Mahmut'a verdiğiniz destek, gösterdiğiniz anlayış için başta Nakiye Hanım olmak üzere hepinize çok teşekkür ederim. Bu zorlu dönemi birlikte geçirmemiz sizin sayenizde oldu.

FotoNot: Baba-kız pazar günü parkta. İkincisi ise, bugün, kitapçının önünde parketmişken, çalan şarkıda dansediyor Nehir. Çalan şarkı ise güne uygun:

Hey hey skip to my Lou, Hey hey Skip to my Lou, Hey hey skip to my Lou, skip to my Lou my darling.
Lost my partner what'll I do, lost my partner what'll I do, lost my partner what'll I do, skip to my Lou my darling!

Veeee Babaya fotobulmaca: Blog takipçileri de yanıtlayabilir isterlerse.

Üçüncü fotoğraftaki -bu sabah CVS'te annenin "kızım evde iki balonun var, onlar sönünce alırız" demesine rağmen babanın almış olduğu- balon nerede durmaktadır?

a) Evde, salonda
b) CVS'te, çünkü almamışız
c) Havalanında, otoparkta
d) Whole Foods'un girişinde
e) Tam eve gelmişken, son 20 basamakta zorlanınca, Nehir'in balonu serbest bırakmasıyla uçmuş olduğu apartman boşluğunda! Ki bunu gören orta boylu bir komşumuz, bir süpürge sapına seloteyp koyup almaya çalışayım isterseniz dediyse de, anne, "En az iki metre var, o kadar uzun sap bulamayız, (siz çok uzun boylu değilsiniz, uzun babamız da gitti netekim) biz zaten burada oturuyoruz, dışarı çıktığı zamanlar görür artık" dedi.
f) Bildiniz
g) Gülümsediniz
h) Ben de

Sunday, September 20, 2009

Gün 93: Bayram

Nehir oldukça mızmız. Anlaşılır bir durum ama yine de zorlanıyoruz. Hem halsiz, hem de saniye içerisinde gülümsemekten ağlamaya dönüyor. İki yaş mı desem, hastane mi desem, ikisi de. Düşününce çocuk 10 gün neredeyse aralıksız yattı, ve son dört günü bedeni oldukça zorlandı. Sarsıldı.

Babanın da gitmesi ile ilgili sanırım. Tam söylemesek de biraz söyledik, ama zaten sürekli bir toplanma ve gitme diyalogları, bavullar ortada, ben dressing change i öğreniyorum. Zaten bizdeki stresi de hissediyordur. Babaya oldukça kapris yapıyor. Bu akşam yatmadan önce sordu, "Neden öğreniyorsun diressing çeync" diye. Bu kez tam açıkladım, babanın gidiyor olduğunu. Babanın öğretmen olduğunu, okulun başladığını, öğrencilerin onu beklediğini, Leyla'ya gideceğini.

Aslında geçenlerde bir çocuk için, "Babası nerede?" deyince, nasıl da üçlü, hem baba hem anne ilgisine alıştığını, her çocuk gibi "işe giden" bir babası olmadığının, anne ve babaların evde olduklarını düşündüğünü bir kez daha anladım.

Nehir'cim anne de baba da çalışıyorlardı bir yıl öncesine kadar. Şimdi de bilgisayarda "iş" yapıyorlar sen uyuduğunda, bazen uyanıkken.

Yeniden bir uyum süreci gerekecek herhalde, hepimiz için. Leyla bile üç ay boyunca, 24 saat bizimle birlikteydi. Yaz okulu yok, arkadaş gezmesi yok, dördümüz, dört silahşörler şeklinde dolaştık. Bonding mi, alın size bonding. Hatta "zamklı" bonding bu olsa gerek.

Genel hal böyle iken, sabah banyo ve dressing change faslı, bu kez babanın komutları olmadan becerdim. Derken bayramlaşma, SKYPE ve telefon üzerinden. Sonra bu aralar hoşumuza giden çorba karışımı, üzerine uyku. Akabinde son dakika eksikleri tamamlama, ve Nursen Teyze'de akşam yemeği.

Nursen Teyze'de akşam yemeği. Girince mumlu, şık sofrayı görünce, Mahmut'un gidişi şerefine mi derken, Nursen, bayram sofrası diye açıkladı gülerek. Bayram buraya da gelmiş oldu, çok leziz. Nehir'in Nursen Teyze'ye gidip, "Kardeşim Leyla" demesi içimi burktu. Kardeşim Leyla, kızım Leyla, babam, kocam...olsun az kaldı. Buraya gelmek üzere havalanındayken, elim ayağıma girmiş, "perişan" iken, ardı ardına Oğuz, Zeynep, Seda, derken annemler ve Leyla gelmiş ve bizi ilk günlerimizde, en zor zamanımızda yalnız bırakmamışlardı. Öyle ki havaalanına biri gidiyor, diğeri iniyordu neredeyse.

Şimdi de artık canıma tak etmişken, hem Nehir hem ben yorulmuşken, gelenlerin heyecanı sardı şimdiden. Üstelik bunalırsak gideceğimiz Nursen Teyze'miz, Ilgın Teyze'miz, oyun oynamak için de Altay, Erin var.

Her şey için müteşekkirim. Nehir sağlıklı, biraz bitkin ama ağlamadığı zamanlarda, burnundan gülüyor!

Not: Ali Almanya'ya gitmiş, bizce çok yerinde bir karar oldu bu, yakında onun iyi haberlerini almayı umuyoruz.

Saturday, September 19, 2009

Gün 92: Houston Home Houston

Nehir'in gece ateşi düştü, hatta çok düştü ama Nehir'i düşük ateşle sorunsuz görmeye alıştığımızdan önemsemedik.

Sabah 7 gibi baba uyandı, RMH'ye gidip, eşyaları bagaja koyup, gelip bizi hastaneden aldı. O sırada biz de Nehir'le toparlanmış, Dr. Howrey'den kısaca Nehir'e bakıp, her şey iyi, gidebilirsinizi duymuş idik.

Nehir halsiz ama istekli dışarı çıktı. Doğrusu ben de hiç dışarı adım atmadığımdan bu kez, sabah 8'de ılık, sonunda ilk kez güneşli, harika bir bahar-sonbahar havası çok iyi geldi. Önce kahvaltı ettik. Sonra RMH'ye uğrayıp, Nehir inmeyi reddettiğinden, biz arabada bekleyip, baba odanın kapatma işlemini hızlıca yaptıktan sonra yola çıktık.

Ve açıklıyorum, bu kez Nehir ile ilgili genel tantrum önlemleri çerçevesinde aldığım taşınabilir DVD player işe yaradı! Nehir biraz izledi, sonra biraz uyudu, uyanınca yine izledi, bir iki kez karın ağrısından şikayet etse de, hiç durmadan, ve hiç sesi yükselmeden üç buçuk saat sonunda evimizdeydik.

Dördüncü turda araba işi çözüldü gibi. Belki de ilk hevestir, göreceğiz.

Nehir'i içeri girmeye zar zor ikna ettikten sonra, evimize girdik. Girdikten sonra ise, Nehir oyuncaklarını özlemiş, kendi kendine oynayıp, resim yapıp, üzerine elbise giyip, olduça halsiz, yatakta geçirdiği onca günden sonra yine yürümekte zorluk çeker bir halde ama keyifli dolaşıp durdu evde. Buzluktaki pizzalarla bir öğlen yemeği sonrası baba "alışveriş"e gitti. Bunu da kaydedelim, nadir olan bir hadise netekim. Biz ise evrilip çevrilip, sonunda bir saaat uyuduk. Uyandıktan az sonra baba da gelince, hep birlikte parka gittik.

Parkı Nehir mi ben mi daha çok özlemişiz bilmiyorum. Hava da o kadar güzeldi ki, şurup gibi olan günlerden biriydi. Nehir de bana bakıp, "Hava temiz kokuyor" gibi bir cümleyle beni gülümsetti. Kaydıraklardan kaydı. Merdivenlerde zorlandı. Sarsılmış bir hali var. Güçsüz. Bir saatin sonunda pili bitmişti. Biz de Central Market'a gidip, hafifi bir ev alışverişi yapıp eve geldik.

Nehir uyuduktan sonra ise ıvır zıvır, kağıt ayıklaması yaptık babayla. Babanın bavulları bitti. Ben salı günü gittiğini düşünürken pazartesi gittiğinin ayırdına varmam, pazartesi Nehir için tahlil randevusunu almamla gerçekleşti. Telefondaki kadına, emin misiniz, 21i salı değil mi gibilerinden iki kez sorunca, bilmiyorum işi randevu vermek oan görevli benim hakkımda ne düşündü.

Yarın bayram. İyi Bayramlar Türkiye! Bayram ziyaretlerinde trafikte sıkışıp kalmayın, kalırsanız hayıflanmayın, zira her yıl tekerrür etmekte olan bir olay. Alışın. Leyla'dan öğrenmiş olan Nehir gibi, "ommmmm" deyin!

Friday, September 18, 2009

Gün 91: Hmmm, Fort Worth Cook Hotel

Gecemiz fena değildi. Nehir'in şişliği sürdü. Saat 11'i geçiyordu antibodiler bitti. Kan basıncı normal kaldı. Bir ara, gece 2 gibi, bir baktım başımızda hemşiremiz ve eğitimdeki hemşire, Nehir'e oksijen vermeye çalışıyorlar. Bir an yüreğim hopladı ama sakinleşip, "Durun bi dakka" derken gösterge düzeldi. Fakat ben yine Nehir'i takip eder oldum. Ateş sürdü. Morfinin bitmesi sabah dördü buldu.

Sabah Nehir hala şişti. Ateş sürüyordu. Kahvaltı etmedi. Neşesi de yoktu. Doktor geldiğinde, ateşin ilaçlara bağlı olduğuna inandığını, biraz izleyip çıkabileceğimizi söyledi. Biz de, baba RMH'deki odayı, ben de hastane odasını olmak üzere toparlandık.

IL-2'nun bitmesi saat 2'yi buldu. Acaba dört gibi çıkar mıyız derken Nehir'in ateşi 38.9'a çıktı. Yatağın içine kıvrıldı, dışarı çıkmayı, oyun oynamayı da istemedi, karın ağrısı vardı. Morfinlerin ve genel durumu nedeniyle iki gündür tuvalete çıkmamış olmamanın verdiği tıkanıklıkla yataktan kalkamaz oldu.

Biz de o halde çıkamayacağımıza karar verdik. Yani ev yakın olsaydı, çıkardık belki, ama Nehir'i o halde arabaya koymak pek akıllıca görünmedi.

Saat 7 gibi tuvalete çıkabildi. Ve oldukça rahatladı. Tylenol ile de ateşi düştü. Ama artık kalmış olduk. İyi olan tüm boruları, monitörü çıkardılar. Şimdi yatmak üzereyken keyfi yerinde.

Çok şükür. Geceyi de atlatıp, yarın sabah erkenden çıkabilmeyi umuyoruz.

Nehir'im sağlıklı ve mutlu.

Thursday, September 17, 2009

Gün 90: Ch.14.18, IL-2, day 4

Dün geceyi oldukça rahat geçirdik. Birinci gün eh kötü, ikinci gün kötü, üçüncü eh iyi, dördüncü gün iyi denilebilir. Ha ha ha çıkın çıkabilirseniz bu skalanın içinden. Nurgün işe dönme zamanı derken bunu mu kastediyordu acaba.

Ateş sürüyor, ama kültürler negatif. Ateşin ilaç yan etkisi düşünülse de oyun odasına gidemiyoruz, kurallar gereği. Nehir'in vücudundaki su arttı. Bakalım "lasix" vermeden idare etmek istiyorlar. Göreceğiz. "Parmağım acıyor" dedi, biraz önce şişen parmağını göstererek.

Uzun lafın kısası: Şaka bir yana bu fasılın ucunu görmeye başladık. Geçen sefer alamadığı dördüncü dozu bu kez alıyor. Ah ah. Ha gayret az kaldı.

Uzun lafın iyi haberi: Central line'ini Jed Nuchtern çıkaracakmış. Bu "iş" onunla başladı, biyopsi ve kateterin yerleştirilmesi, onunla bitecek olması doğrusu bana çok iyi geldi fikren.

Nehir'im sağlıklı ve mutlu.

Wednesday, September 16, 2009

Gün 89: Ch.14.18, IL-2, day 3

Birincisi 89'a ışınlandık. Handecim hesaplamış, geriye yönelik düzeltmeyi bir ara yaparim.

Beni iki haftalık bu non-stop hastane kalışı biraz sersemletti. Ama Leyla olmayınca gerçekten de RMH'ye gitmeyi de hiç ama hiç istemedim. Zaten son zamanda üzerimdeki konuşmama isteği, hele de "small talk", iyice ağırlaştı.

Nehir'in antibodilerinin başlama saati 12.30 olunca, yani öğlen, ilk iki saat rahat, sonrası sıkıntılı geçiyor. İlk önce mızmızlığı artıyor, ağrıya bağlı, sonra uyumaya direnci ile uyuma-uyumama, derken dört saat geçtiğinde çiş yapması kesiliyor...vücut su tutuyor, bir yandan da kanın damarlarda kalmasına yarayan proteinlerden albumin azalınca, sızma başlıyor, kan basıncı düşüyor ve ve ve.

Bunlar zaten bekleniyor ama iyi yönetilmesi lazım. Bizim "esas" doktorlar en civcivli saatte, bu kez, gitmiş oluyorlar. Geceki nöbetçi, "on-call", doktora kalıyoruz.

İşte dün akşma da, saat 7-8 itibariyle Nehir'in yüzü iyice şişti. 13.5 kg çıktı, yani 600gr almış bir günde. Akşam 12 olduğunda, ayakları ve elleri de şişti, ve kızardı, derken vücudunda da kırmızı lekeler belirince ben korktum. Damardan dışarı sızma "vascular leakage" hikayesi, ve vücuttaki su bir şekilde nereye kadar "kontrol" altında ne kadar değil bilemediğim, ve sanırım biraz da gecenin getirdiği "karanlık"la düşüncelerim de karıştı. SOnuçta hemşiremiz, baş hemşireyi, o da nöbetçi doktoru çağırdı. Doğrusu ben "on-call" doktorların telefon başında olduklarını düşünüyordum, zira hiç yüzyüze gelmemiştim!

Odaya bir anda dört hemşire, ve saçları oldukça kısa ve beyaz, mavi gözlü, ufak tefek, gözlüklü, bir kadın girdi. O da hiç "yabancı "görmemiş herhalde, bana biraz da sesini yükselterek, bu arada odadaki ışık açılmış, Nehir şaşkın ağlamaya başlamıştı, "DU YU ANDIRSTEND MI, TEL HÖR TET AY VİL NAT HÖRT HÖR" gibi başlayınca, bende hafiften bir saç fırladı, bir yandan da saç telimi indirip kahkahayı bassam mı diye de düşündüm.

Velhasıl, çok şükür, kızarıklar "rash", döküntü, benadrille geçti, sızma ve su tutma ise "tehlikeli" boyutta değilmiş. Ayak parmağından anladıkları, oksijen emilimi düşmediği, kalp atışları, nefes alışı düzgün olduğu sürece kontrol altındaymış. Yine de beni pek uyku tutmadı, sonrasında takip ettim Nehir'i. Sabah dörtteki kültürler sonucu, albumin çok düşük çıktı, hemen takviye ettiler ve klinik tablo (doktor diline de alıştık) düzeldi. Bari duş alayım da yatayım derken, duşta bir ağlama sesi, meğer kan şekeri de çok düşük çıkınca bu kez sabah altıda, Nehir'in parmağını sıkıştıra sıkıştıra kan aldılar test için. Arada da dondurma verdiler. Ben de bizim whole foods ürünü kakaolu bir şey verdim. Ama benim canım kızım dondurmayı görünce doğruluverdi! Ve yedi hepsini.

İşte renkli bir geceden sonra sabah toparlanmak güç oldu. Nehir bu kez tuvalet yapamama ve karın ağrısı ile geçirdi iki saati. Sonunda başardı ve rahatladı ama antibodiler başlamıştı artık, oyun odasına gidemedik.

Şimdi akşam altı, asayiş berkemal. Bugün düne göre ağrısı yok. Ağrı ili iki günden sonra azalıyor gerçekten de. Yine de gece 11 buçuk, 12'ye kadar süremiz var. Bakalım.

Gece hemşiremiz yine Ashley'dir umarım. Genç, güneyli, üç haftalık evli, çok şeker biri. Daha önce de bizimle olmuştu. Dün sohbet ettik onunla bayağı, ona kariyer koçluğu yaptım, hafifçe. Tabi bu sohbet Nehir kötüleşmeden oldu. İsmini yazayım istedim, ileride unuturum. Yazınca farkettim, beni konuşturmuş! Ben yine bir yolunu bulup konuşuyorum demek. Kendimi düzelteyim. Özgecan da bana açıklamış, tatlı tatlı, ben aklım sayesinde bin yıl kızlarımla yaşayacakmışım! Eh daha ne ister gönül. Babayı da peşimize takarız artık.

Tuesday, September 15, 2009

Gün 86: Ch14.18, IL-2 Second Day

Ay, yazinca daha ikinci gün mü dedim. İlk iki gün sanki bir yıla bedel. Ağır, mızmız, kucakta geçiyor.

Geceyi fena geçirmedik, kan basıncı sorundu ama birkaç kez ölçerek makul sayılara getirip, sonunda da bir miktar "bolus" ile (bu işi bilemiyorum, serum ama içerik olarak farklı olanları var dicem, Özlem ve Esra düzeltsinler beni). Albumin de düşük çıkınca o da eklendi sabah.

Ve sabaha daha iyi başladık. Yine 12.30 olunca başlangıç saati, bir buçuk saat kadar oyun odasına gittik. Oyun oynarken bir yandan Leyla ile konuştuk, sonra Hande ile.

Sonra antibodiler başlayınca, odada kaldık. Zaten Nehir kendi istemişti geri dönmeyi. Ve bugün itibariyle Tylenolu bile kapsul içine koyunca, heyyyyyyyyyy, Nehir'i tutup, zorla ilaç içirme sahnesi sonunda kalktı seyirden! Hay sevgili Teri Hemşire sen çok yaşa! Bu ilaç işinde çok yavaş ilerledik, koca bir yıl, ama sonunda doğruyu bulduk. Tabi bunda biraz da Nehir'in büyümüş ve yutabilir hale gelmiş olmasının etkisi var. Ve anlattığımızda anlıyor oluşunun.

Günün kalanı, akşam altı şu anda, gıdım dıdım, mız mız geçti. Böyle zamanlarda ben yataktaki Teady Bear oluyorum, yakışıyorum da rolüme! Yapışıklık öyle bir hal alıyor ki, örneğin telefonla konuşayım diye odadan sıvışacakken, "anneee" diye yakalanınca, Dora'daki Swiper gibi, "oh, maaannn" deyip, yatağa geri dönüyorum. Nehir'im yakalar!

Şimdi yazarken gülümsedim ama artık sonlarına gelmiş olmayı, biliyorum bunu yazmaya hakkım yok ama bir daha Nehir'imi basit kontroller dışında buralarda görmemeyi diliyorum. Allah tüm çocukları ailelerine bağışlasın.

...

Duygusal anlardan dönelim. Zira bu durumda da Leyla yakaladı mı, başlar "anne ağlamış mıydın sen bunları yazarken?".

Günümüzün neşesi: Hande ve Seda'nın geliş gidiş tarihlerini ayarlamak oldu. Zeynep de tamam. Bilge'ye de mail atayım! Nurgüncüm ise duruma pek yakışırdı ama abartmayalım, zaten yeterince şımarıklık yaptık. Valla Amerikalı ailelere söylesem, "wow" diyecekler! Desinler değişemem, desinler değişemem....

Hadi bugünü geçirince daha rahatlayacağımızı umut ediyorum. Bugün morfinin dozunu yükselterek hızlanan kalp atışlarını normale indirdiler. Hızlanan kalp atışlarının ağrıya işaret ettiğini düşündü-k.

Nehir şimdi oldukça rahatlamış uyuyor sonunda.

Hadi leylekleri havada görenlere selam olsun! Yorumcularımız sağolsun! Bu iş ya bitecek ya bitecek.

FotoNot: Geçen günkü hastane çıkış fotoğrafı üzerine Sandracım, "mahzun gördüm" diye yazmış...Yok yok, notsuz koyunca bakın ne olmuş...Halbuki bizim kız uyuyor taklidi yapıyor idi.

Monday, September 14, 2009

Gün 85: Ch.14.18, IL-2, birinci gün devam

Handecim sayılar karıştı.

Ben hala aynı gündeyim, akşam yazıyorum. Antibodilere başlamaları 12.30'u bulunca, bugün, saat sekiz ama daha zaman var. Nehir sabahı mızmız, uykuya da direnerek geçirdi. Sonunda saat üç, dört itibariyle uyudu. Arada bir gözünü açsa da, "annee, yanıma gelir misin" diyerek, morfinlerin etkisiyle uyuyor.

Uyuyana kadar "canım çekti" diyerek makarna, kraker ve üç dört parça da çukulata yiyince, saat dört buçuk gibi, "karnım" dedi. Biz ağrısı var diye ekstra morfin verdik. Saat altıbuçuk gibi tüm hepsini benim üzerime, yatağa ve kendi üzerine çıkardı.

Evet, Nehir kasımdan beri ilk kez kustu (ben öyle hatırlıyorum).

Doğrusu aklımdan ilk geçen, üzerimdeki yegane hırka, hemen sonrasında ise Nehir'in dressing ve boruları oldu. Hırka yıkanabiliyor imiş. Dressing ise tişört sayesinde temiz kalmış. Yine de asıl metanetimi korumamı sağlayan bu kez, aklımla bin yaşayayım -bu ne biçim laf, ben kızlarımla bin yaşayayım, aklım da bizimle olsun- Texas Children's da ilik nakli sırasında vermiş oldukları, sakladığım, durulama gerektirmeyen şampuanını bu kez, enfeksiyona karşı da hastanede daha iyi temizlik yapalım diye yanıma almış olmam oldu. Temizlendik.

İyice gevşedi, uykuya devam. Tabi şimdiki derdimiz, düşük kan basıncı. Bundan sonraki saatler kan basıncı işiyle geçecek. Kontrol altında tutmakla yani.

Beklendiği gibi her şey. Sevgili anonim, uykunuzdan olmayın ne olur, dualarınız için çok teşekkür ederiz. Böyle güzel dilekleri okumak gerçekten güç veriyor. Nehir sağlıklı ve mutlu. Ve güçlü.

Gün 86: Ch14.18 ve IL-2, Day 1

Dün akşam internet çalışmadı da çalışmadı.

Dün sabah saat 9'da kahvaltıya, kahvaltıdan sonra Gonca Teyze'lere gittik. Çay için gittik, öğle yemeği, ve Türk kahvelerinden sonra döndük! Gonca ve Metehan bizim için Dallas'taki sıcak yuva oldular, kelimenin tam anlamıyla. Umarız biz de onları İstanbul'da misafir edeceğiz.

Gonca Teyze'lerden çıktıktan sonra, Nehir arabada uyudu, biz de bir saat sonunda RMH'ye hemen dönmek yerine, önce Central Market'a, bu aralar Nehir'in atıştırmayı sevdiği krakerlerden almaya gittik. Nehir mızmız uyandı, bir an RMH'ye döndük diye iyice bızzzzzzladıktan sonra, krakerleri alışveriş arabasına koyunca, rahatladı ve neşesi yerine geldi.

Akşam hastaneye döneceğimiz için benim de canım sıkkındı, Central Market'ın karşısındaki Borders'a da girdikten sonra, saat 8di RMH'ye döndük. Ben "Hadi artık gidelim akşam yemeği için RMH'ye "dediğimde, "Hayır, restorana gideliiiim" diyordu küçük hanım hala.

Neyseki RMH'ye gittikten sonra hastane saati geldiğinde, tekerlekli bavulunu alıp, neşeyle geldi. Kızım beni hep şaşırtıyorsun. Bu kez başka bir odadayız, North'ta. İlk kez ağaç gören bir odadayız. perdeler açık. Gece bölük pörçük bir uykudan sonra, sabah tylenol ile uyandı.

Yeni haftamız hayırlı olsun. Hadi Nehir'cim az kaldı, gayret. İlk iki gün en zoru.

Saturday, September 12, 2009

Gün 85: Kısa Bir Ara



Dün gecemiz biraz bipler arasında geçti, Nehir sabah dörtte uyandı, altıya kadar ne kadar uyuduğu meçhul. Benim tepemdeydi, ben uyumaya çalışırken, altıda yine uyuduk. Bu durumda sabah dokuzda uyandık. Baba gelince şaşırdı bizi hala uyur görünce.

Sabah dokuzu çeyrek geçe gibi IL-2 bitti. Doğrusu ilk seferinde bir acaiplik olmuştu ve geç bitmişti, o yüzden ben bu kadar zamanında bitmesini beklemiyordum. Bu iyi durumu kabullenmekte güzlük çekmeden, etrafı, eşyamızı toparlayıp, üç dakikalık araba yolculuğumuzdan sonra, yarın akşam hastaneye dönmek üzere, Nehir'in deyişiyle "old mekdanıld hed e dog", yani RonaldMcDonald House, RMH'ye geldik.

Akşam yemeğini bekliyoruz. Bekliyoruz çünkü bu akşama yemeği yapanlar nedenini anlamadığımız şekilde, yemekler hazır bir halde servis için bekliyorlar. Hmmm, Ramazan buralara gelmiş demiştim. Daha ziyade rijid bir hazırlık süreci olsa gerek, çatladım.

...

Yemek yedik. Bu arada hava 71 derece! Yağmurlu bir hava. Eylül. Kötü haber meğer bu memleketin "hurricane" sezonuna bu ay girmişiz, ne hoş. Şimdilik güzel, ılık, yağmurlu.

Ve günün güzel haberi. Bugün tabi hastaneden çıkınca nereye gidilir, kitapçıya gittik. Nehir çocuk köşesindeki trenle oynadı, dört yaşlarındaki oğlan çocuklar gelip gelip elinden trenleri alınca, sakin anne, "Bak kızım verme elindekileri, "my turn"" de" dediyse de, kızım bakıyordu arkalarından.

Güzel haber bu değil, tam kitapçıdan çıkıyorduk ki, Mahmut elinde bir kitap gülerek bana uzattı, tam sana göre diye. Mucize: kitabın başlığı, "Have a New Husband by Friday", yani beş günde tutumları, davranışları değişmiş bir koca! Nassı yani, haftaya cumaya kadar zamanım var. Maureen Dowd'ın erkekler gerekli misinden sonra eğleneceğe benziyorum. Valla döndüğümde anlatırım artık. Bu arada şu bizim Turkish Team bir harika, Nehir bahane, kahveler şahane bir durum var. Zeynep the Hala bile gelmiş, alooo iş günü!!! Alman işveren uyuyor mu?? (Bak kıyamadım, açıkça yazmadım).

Şaka bir yana, ben de sabırsızlıkla bekliyorum gelecekleri! Şeytan diyor biri de Leyla'yı kapıp gelse. Üçüncü sınıftaki akademik çalışma etkilenir mi acaba...

Canlarım, kızlarım. Bu arada Nehir'le İstanbul hayallerimiz sürüyor. İstanbul'a gidince kuki yiyeceğiz, kardan adam yapacağız, okula gideceğiz, kuma gidip oynayacağız, bahçeye çıkacağız...

Friday, September 11, 2009

Gün 84: IL-2, Day 4

Geceyi de daha rahat geçirdik, sabaha da iyi başladık. Dün verdikleri albumin ile ödemi attı, dünkü Rocky Bilbao görüntüsü normale döndü. Verilen kanla birlikte de hemoglobin 9'dan 11.3'e çıkmış ki, enerjisi ve dudaklarının renginden anlaşıldı.

En önemli haber, baktrimi vermenin, ağlatmadan, zorlamadan, sonunda bir yolunu bulduk. Dünkü hemşiremiz sayesinde. Jel kapsuller içine koyarak, dondurma ile birlikte, yutmasını söyleyerek verdik. "Nehir'cim hani tadını sevmediğin ilaç var ya, artık tadını duymadan, hiç acı olmadan alabileceksin" diye biraz anlatıp, "Nasıl zeytin çekirdeklerini yutuyordun bak öyle yutacaksın" diyerek anlattıktan sonra denedik. Biraz çiğnemeye çalışsa da becerdi. Özellikle 1 yaşındaki, bazen iki yaşındaki lösemi hastalarına verdikleri steroid-leri bu yolla veriyorlarmış.

Yani bu işe ne kadar sevindiğimi anlatamam. Bir şekilde dondurmadan kurtulmalıyız, ama yutmayı öğrenirse bu şekilde, zaten gerek kalmaz. Ve biz de daha bir altı ay kadsr, haftada üç gün, günde iki kez baktrim cebelleşmesinden kurtuluruz. Mahmut'un internetten bulup söylediğine göre, en kötü tadlı ilaçların en başında imiş!

İşte bizim küçük ilerlememiz. Hatta hemşiremiz, Nehir'in tadı kötü olmayan tylenol u bile avaz avaz aldığını görünce, tylenolu da bu şekilde alabileceğini söyledi.

İkinci iyi haber, Dr. Eames bugün dönmemiz için yeşil ışığı yaktı! Yani içinde bulunduğumuz çalışmanın başındaki Dr. Yu'dan onay gelmiş. Bu en çok her yere, oyun odasına bile elinde bavulu ile giden Nehir için iyi olacak. Dr. Eames bavulu görünce, iki ay önceden bavul hazır bakıyorum demişti dün.

Eh, hadi artık babanın dönüşüyle TR'den gelenleri, ve Seda'ları ağırlayıp, Bilge ile dönme planları yapabiliriz. Hadi şimdi en önemli dil ısırma günü, tüm batıl inançları sırayla yapalım...

Akşam ikinci dressing changeimi yaptim. Baba olunca çok kolay oluyor, bakalım gidince de olacak mı. İlk günler baba terliyor, ben doğru yapıyor mu diye pür dikkat, 40 dakika falan sürüyordu. Bayağı öğrenmişiz. Az değil pratiğimiz.

Nehir'de hafif bir ishal var, ama henüz endişelenmek için erken, ateş veya başka bir belirti yok. Hala, yarın çıkıp, bir akşam dışarıda geçirip, pazar gecesi dönebilmeyi umuyoruz. İnşallah maşallah inşallah maşallah inşallah maşallah...

Nehir'im sağlıklı ve mutlu. Şebnemciğimin "blog literatür"üne kazandırdığı bu cümle blogun ruh halini tarifledi. Bende nostalji çanları çalıyor. Yok yok monitörmüş bipleyen!

Thursday, September 10, 2009

Gün 83: IL-2, Day 3

Baba RMH'ye gitmek üzere, yani kısaca notlar:

Gece normal devam ederken, Nehir'in kan basıncı düşük çıkmaya devam edince, sabah karşı dörtte kan verme kararı çıktı, nöbetçi doktordan. ben biraz şaşırdım çünkü her zamanki düşüklüğü idi, ve kan basıncı için kan verilmesini de anlayamadım. Ve geceyarısı olunca, doktorla da konuşma imkanı bulmayınca, canım sıkıldı, sabah dört dört. Hemşire üç saatte vereceklerini söyledi. Yani sabah 7 gibi bitmesi gerekiyordu. Altıda uyumuşum. "Bip" seslerini ne zaman duymaya başladım hatırlamıyorum ama sonunda gözümü açtığımda, saat 7.45 idi, ve Nehir'in kan torbası boşalmış, asılı kalmıştı. Aklıma hemen borularda kan kalmasının iyi bir şey olmadığı, enfeksiyon riski falan gelince, hemen hemşireyi çağırdım...hiçbir şeyden haberi yok gibiydi...falan falan falan...boruları indirdi. İLk hesabın yanlış, benim de bipleri çok geç olmadan duymuş olmam dileğiyle gündüzümüz başladı.

Saat dkuzu zor edip, hemen sevgili Özlem'e telefonla anlattım, içimi döktüm, "aman yaw bu kan işi de ne" diye serzenişte bulundum, laf lafı açtı, sonunda telefonu gülerek kapattım. Ama daha da iyisi, perşembeleri gelen müzik terapistinin gelip, Nehir'e org, vurmalı çalgılar getirip, hep beraber terapi yapmamızdı. Baktım, sinirim geçmişti. Müzik terapi "rocks".

Sonrasında, Dr. Eames geldi, Nehir'in sabah beni korkutacak şekilde şişmiş gözlerini de görünce artık su tutmasına karşı, düşük çıkan albumin değerini de görerek...bu cümle olmadı, baba başımda bekliyor...velhasıl albumin verdiler. Akşama doğru gözler biraz daha iyi hale geldi.

Moraller de.

İşte üçüncü gün.

Ha gayret.

Sahi, Nehir hem "flu" aşısı olacak, hemen, hem de çıkınca domuz gribi aşısı. Ailecek, Leyla da dahil.

Hepiniz öpüyorum, güzel yorumlarınız ve desteğiniz için teşekkür ediyorum. Üzerimdeki dayanılmaz yorgunluğu hafifletiyorsunuz.

Wednesday, September 9, 2009

Gün 82: IL-2, Day 2

Rahat sayılabilecek bir geceden sonra. -Abilecek çünkü bir ara beş kez üstüste "bip"leyip durduktan sonra, "air in line" diye diye, çıkıp, hemşireyi bulma işleri derken, hemşire, yatağın üstündeki düğme ile kendisini çağırmamın daha kolay olacağını söyleyinceye kadar..bir de Nehir uyanıp, gece 11 gibi, anlatsın da anlatsın, sonunda yine uyanıp, saat dört gibi uyumak sonucu -abilecek. Bu cümle de son bulabilecek.

Sabah ise bir "giz" olmuştu, sabaha bitmesi gereken ıl-2 torbası, "bip"lemelerin sonucu sabaha karşı değişmişti. Neden diye iki kez sormama, ve gündüz hemşiresinin bir şeyler anlatmasına lakin hala anlamadım. Ama benim şüphem çıkışımızın bir şekilde gecikeceği, ama önemli değil. Sadece "anlamamak" kötü bir duygu. Anlamadım. Acaba hemşire olmamamın bu işle bir ilgisi olabilir mi, neden her şeyi anlamak zorunda hissediyorum.

Yine de Nehir'in sabah yine (m a ş a l l a h) keyfi yerindeydi, baba ise bugünlerde sabahları, elinde egg and cheese bagel ve kahve ile gelince bir güzel görünüyor gözüme.

Nehir ile ilgili mutlaka yazmam gereken iki şey.

Birincisi bir konuşuyor bir konuşuyor. Uzuuun hikayeler anlatıyor, içinde geçen bir cümle gerçeğe yakın, diğerleri, kişiler, yerler, kitap kahramanları herkes birarada, rüyaları sanki. O kadar hızlı ki, not alamıyorum. Sanki bütün yaz Leyla ile oynayınca, onun gibi hayal gücü de dillendirir oldu.

İkincisi "neden" sorusu. Her şey "neden?". Neden güneş var, gündüz, neden gündüz, güneş olduğu için, neden güneş var... gibi kısırdöngülere de varan, ya da hiç bitmeyen ve dededen öğrenmiş olduğum, "maydonozlu köfteden"le sonuçlanan sorgular.

"he hey, indik, çocuklar hadi, hadi çocuklar, hadii...hey, ben de buraya binim, fılaying, hey, dön bakim, fılaying, vuuuuu, vuuuu..."uçağı kaldırıyor"...he heyyye, vat iz, anne, emmm, yine öttü.."monitör"...gitmek istiyorum şuraya...si iz for kuki, buzdolabına gidelim mi..."mutfak oyunu"..."

Derken hemşiremiz geliyor, hiç bitmeyen monitör biplerini çözmek isterken, Nehir'in çığlıkları kapladı oyun odasını. Birkaç dakika sonra, sakinleştik.

"Si iz for kuki...Alo, hah, çıktık yiyoruz, şimdi emmm, bir şey yapacağız, siz oyun oynuyosunuz mu, biz daha pişirecez, bay bay, anne, bak kavve, ılık, yere çilek düşmüş, bir tabak bulalıım, tattitittatti..."

İşte hastane günlüğümüz. IL-2 ile günlerimiz kolay.

Tuesday, September 8, 2009

Gün 81: IL-2 First Day



Dün akşam saat 21.00'de, bizi bekledikleri saatte geldik, Cook's a. Bir türlü fotoğraflayamadığım, Nehir'e almış olduğum, tekerlekli, "kaplan" bavul ile, Nehir kendi "bavul"unu keyifle, gururla çeke çeke geçtik koridorlardan. Ve bu kez onkoloji katının daha önce kalmadığımız, daha fazla sayıda oda olan bölümünde kalıyoruz. Bunun bir nedeni, bize salı sabahı 6'da gelin dediklerinde, benim geceden gelme arzum olabilir. Burada da hazır oda bulmak bazen zor oluyor. Ama bu sayede Cook'u "kritik" edecek kadar, ilik nakli, North Wing, South Wing, dolaşmış oluyoruz. Lokanta ratingi yapmadım, ama bundan sonra bir onkoloji katı, odası sorun ben size "rate" edeyim, değerlendireyim. Peki bu gerekli bir bilgi midir? Hayır.

Sevgili Nurhan ilgimi çekebileceğini düşündüğü bir belgeselden sözetmiş. Gerçkten de ilgince benziyor, bir yıl kadar bir onkoloji bölümünde, çocuk, aileleri çekmişler. Bilemedim, duygu yükünü, ama izlemek isterim.

Gecemiz sakin geçti. Ben o kadar yorgunmuşum ki, dünkü önce ev toplama, sonra da yoldan, Nehir'le yattım, ve arada hemşireleri duysam da, uyanmadım sayılır. Hem de şanslı gecem, Nehir'in bezleri güzelce değişti!

Sabah ise Nehir evdeki, "Anneeee, kak kak kak" ının aksine, beni çok şaşırtan bir şekilde hiiiç kalkma isteği belirtmeden, borularla bağlı olduğunu kabullenmiş, neşeli, sakin uyandı. Bu durum beni bir kez daha hayran bıraktı bir çocuğun içinde bulunduğu durumu kabullenişine. "Flow" böyle bir şey olmalı. Olmalı da, büyürken nedense unutuyoruz bu becerimizi, sonra terapiler, kitaplar anlamaya çalışıyoruz, yeniden "çocuk" olmayı, an-ı yaşamayı.

Bugün, ilk gün, şu viral test nedeniyle, odadayız hala. Mac'te ilerleme yok. Bağlantısızım vesselam. Babadan otlanıyorum. Ben sabah biraz daha uyuduktan sonra, öğlen itibariyle kendime geldim. Oyun odasından nehir'e oyuncak getirdim. Çok geçmeden yine gönüllü ziyaretleri başladı, yastıkçı Teyze, bu kez "raggedy Andy" bıraktı. Derken başka bir Teyze, battaniye ve başka bir yastık, iki Teddy Bear bıraktı...Babanın aldığı balonla, Nehir'in yatağı hareketlendi, renklendi. Bu hastandeki, en sevdiğimiz Wiggles DVDsi ile, bir yandan makarna yiyor Nehir, bir yandan da Wiggles izliyor.

DVDleri alırken, Child Life görevlisi kadın, bizden hemen haberdar olmuş, farklı bölümde kaldığımızı da biliyor, Leyla'yı sordu. Döndü dedim. Bu kez RMH de, hastane de Leyla'sız çok durgun. Houston'da değil de burada eksikliğini daha çok hissediyorum. Tuhaf bir durum. Leyla'nın deyişiyle, "Duygusal anlar yaşıyorum".

Derken odaya palyaço kılığında sihirbazlık yapan bir gönüllü, tonton Amca girdi. İyi, benim de gülümsemeye ihtiyacım varmış. Nehir dikkatle izledi Amcayı. Sonra da Dr. Eames geldi. Nehir'in hemoglobini bu sabahki ölçümde 8.6 çıkmıştı. Düşmüş. Aklıma takıldı benim tabi, biz nasıl son turdan iki hafta sonra geleceğiz. Nurgün yazar şimdi, "Düşmez bir şeycik olmaz"...peki.

Monday, September 7, 2009

Gün 80: Dördüncü Tur Öncesi RMH

Gözlerim küçülüyor. Dört saatlik duraksız, keza durduğumuz yeri laflarken kaçırmışız, geldik. Nehir tantrumsuz idi, for a change. Aslında gelirken değil dönüşte oluyor, demek ki, hastane kalışları, ilaçlar etkisi ile huy-suzlaşıyor cancağazım.

Saat altıbuçukta, akşam yemeği saati geldik. Eskilerden gördüğümüz birkaç aile, yeniler gelmiş, kalabalıktı.

Her zaman kötü haber almıyoruz, burada tanıştığımız, "relapse" etmiş bir kızın tümörü, yeni kemoterapiya yanıt vermiş, annesi mutluydu. Biz de çok sevindik. Leyla'nın da arkadaşlık ettiği, Kyra.

Kapıdan tam giriyorduk ki, Leyla'nın eksikliğini hissettim, cıvıltısı, bahçedeki, takır takır bisiklet sürüşü, asansöre yalnız binebilir mi binemez mi, büyüme ve kendi başına yapabilme çabaları, bir yandan hala bağımlı oluşu, ve belki de bu yıl ansızın bırakılmanın verdiği, Nurgün'ün de söylediği, "burda mısın?", "sen nerdesin?" soruları...

Canım kızımın ilk günü keyifli geçmiş, öğretmeni "tatlı" imiş. Okuldaki yani yuvadaki ilk göz ağrısı arkadaşı ile aynı sınıfta.

Biz bu kez farklı olarak, bir saat sonra, yani hiç RMH'de kalmadan, hastaneye gideceğiz, Nehir bahçede oynuyor şimdi. Ben de buradayken yazıyorum, malum hatırlatayım, Mac has a problem at Cook's, Texas.

Hadi bakalım su gibi gitsin bu tur da.

Sunday, September 6, 2009

Gün 79: Fort Worth Öncesi

Bu kez Fort Worth'e yarın gidiyoruz. Bundan önce birkaç gün önceden gidip, klinik ziyareti sonrası hastaneye giderken, bu kez doğrudan gideceğiz. Labor Day = İşçi Bayramı.

Bugün ilk iş Leyla ile konuştuk ama pek bir halsizdi. Akşamüzeri olmuştu TR'de ve yorgun gibiydi, jet-lag olsa gerek. Biz de kahvaltıdan sonra parka gittik gitmesine ama doğrusu bana sıcak geldi yine de. Saat 10 gibi gidip, 11'e çeyrek kala çıktık. Zaten ben kendimi bir banka yerleştirdim, baba Nehir'le ilgilendi, ben ise kıpırdamadan uslu uslu bekledim. Bir ağaç gölgesinde uyumak hayalini kendime saklayarak.

Sonrasında kısa bir Target ziyareti ardından, evde balık yemeğe davet edildik baba tarafından. Öğle uykusundan sonra ise Nursen Teyze'ye gittik, güllaç yemeye. Eee, ramazan buralara da geldi. Bugün her zamanki Nursen Teyze ziyaretimizden farklı olarak, yalnız değildik, bizim yaşlarda çocuksuz bir çift daha vardı. Hal böyle olunca, Nehir'in alıştığı ilgi ve park programı gerçekleşmedi. Ama kavun, karpuz, krakeri humus, güllaç derken, Nehir hiç de fena olmayan bir performansla saat beşten sekize kadar idare etti,ve sonunda "gidelim" dedi.

Ve biz de günün sonunu getirmiş olduk.

Saturday, September 5, 2009

Gün 78: Downtown Aquarium

Gece ikiyi bulunca uykuyla buluşmamız, sabah zor oldu kalkmak. İlk iş İstanbul'u aradım, Leyla sağsalim gitmiş, projesi ve diğer eşyaları da birlikte, tastamam. Annem, "Leyla hadi SKYPE"yi aç deyince, bir de baktık ki, üç aydır bir türlü kestiremediğim saçları anneanne ilk iş kestirmiş, ne de güzel olmuş.

Leyla yine 3 A olunca, "Ben hep kalıyorum diğerleri gidiyor" dedi, ama en önemlisi öğretmeninden "umut"lu, çekindiği başka bir öğretmen olmadı diye keyifli. Onun adına çok sevindim, pazartesi günü güzel başlayacak.

Nurgüncüm hoşgitmiş, hoşgötürmüş. Tuvalet meselesini okuyunca gülümsedim. Aslında ben Hande'nin de içeri girdiğini öğrenince Leyla'dan, Leyla'ya tembihlemiştim, orası çok küçük, dışarıda beklenmesi daha iyi, sen becerirsin diye! Ne de olsa üç aydır burada "public" tuvalet pratiği yapmıştı. Zor bir uçuş olmuş, göklerin hakimi! Bu durumda karaya varmak hoşuna gitti herhalde, hele evdeki özgür tuvalet ortamını özlemişsindir.

Biz evde geçirdiğimiz sabahtan sonra, ben Nehir'le güzel bir öğle uykusuna dalıp, uyanınca, Nehir'in Seattle'dan döndüğümüzden beri diline doladığı, "balıklara gidelim mi" sinin sonucu Houston Akvaryumuna da gittik. Bu akvaryuma hiç yüz vermemiştik ve gitmeye de çalışmamıştık. Aylar önce, kasım veya aralıkta, Kirk'ün evinde iken, ve çok yakınken, kapalı yerlerden kaçındığımız için gitmemiş, sonra da açıkçası aklımıza gelmemişti.

Gidince ise "Hay Allah, neden Leyla ile gelmedik" tepkim, yarım saat sürdü, aklıma kullanmadığımız Houston-İstanbul bileti gelince, yine geliriz diye rahatladım. Küçük ama etrafındaki atlı karınca, dönme dolap, içindeki Akvaryum temalı restoran ve içerdiği balıklarla ilginçti yine de. Ve neden hayvanat bahçesinde değil de orada olduklarını anlamadığım beyaz kaplanlar vardı. Koca bir piton yılanı gibi birkaç sürüngen de eklemişler. Sonucunda rahat rahat üç saat geçirilecek sevimli bir yer yapmışlar, otoyolun tam altında, ağaçlarla çevrili bir yerde!

Ben dünden beri evdeki ıvır zıvırı toparlıyorum, Nehir'in oyuncakları, ve kitapları, derken bizimkiler...bu noktaya gelmiş olmak gerçekten güzel. Şu 15 günlük Fort Worth'ten sonrası daha kolay geçecek diye umuyorum.

Hayırlısı. Nehir'im sağlıklı ve mutlu.

Friday, September 4, 2009

Gün 77: Leyla Havada

Nehir'le uyumuşum ama neyseki uyandım.

Bu sabah "iletişim"le geçti. Önce Leyla'ya iyi yolculuklar ve projesini unutmasın diledik. Nurgün'ün olaya hakimiyeti ile rahatladık. Sonra anneanne ve dedeyle konuştuk. Dede bizim arabaya bir bakıyor bir bakıyor döndüğümüzde tanıyamayacağız sanırım. Anneanne ise Leyla'nın sınıfını, öğretmenini öğrenmiş, geçen yıldan kimse yok sınıfında. Aslında bu sistem.iyi mi kötü mü karar veremedim. Bu başka bir blog konusu olarak kalsın. Bu arada kuzen Mina da SKYPEde belirdi! Bir de onlarla konuştuk, Nehir daha çok oradan oraya koşturdu.

En sonunda çıktığımızda öğlen olmuştu, bir şeyler yiyelim ve arabanın (surprise surprise) AC gazını dolduralım derken, tabi Nehir uyuyakaldı yolda. Sonra restoranda uyandı. Biraz mızmız bir yemekten sonra, baba bizi kitapçıya bırakıp, arabayı yaptırmaya gitti ve bizi bıraktığı gibi buldu. Az uyumuş olan Nehir bir fasıl da kitapçıda uyudu.

Kitapçıdan elimiz dolu çıktık. Evdeki kitapları nasıl götüreceğiz derken bu ne lahana bu ne diyet...neydi yaw...buldum, lahana turşusu bu ne perhiz...ben hep artık Amazon, ya da kitapçılar aracılığıyla İngilizce kitap bulurken TR'de, yine de zaman geçirince ve yok yok bir yerde artık kriterimiz kitapları elimize alıp tartmakken, güzel bir kitaba mutlaka rastlıyoruz.

Bu kez yine iyi bir kanser ve diyet kitabı aldık. Aslında okuduklarımızın tekrarları gibi, ama referansları iyi, ve rasyonalizasyonları da güzel. Bizim sorduğumuz soruyu soruyor, "neden doktorlar diyetle ilgili bir şey söylemiyorlar"... Ama esasen beni dünkü Russell görüşmemizden sonra yeniden motive etti, diyet konusunda. İlik naklinden beri önce tedaviyi etkilemesin diye, sonra Nehir'in iştahsızlığında önceliğimiz yemesi olunca biraz geri kaldık. Bugünlerde dönüşte, yani tedavi biter bitmez neler yapacağız düşünür, planlarken bu kitap "cuk" oturdu. Çünkü yapılacak çok şey varsa da Ferideciğimin taa kasımda söylediği "birkaç şeyde tutarlı olun" aklıma takıldı. Yani her şeyi yapmaya çalışmak yerine sürekli yapacağımız, Nehir'in almasını istediğimiz takviyelere bakacağız. "Turmeric" birinci sırada. Bugünkü kitap karabiberle alındığında emiliminin arttığını söylüyor. Sofradan eksik olmayacak. Zaten Nehir de bayılıyor serpmeye! Bakalım bir liste yapacağız. Aslında babanın listesi belli zaten. Babaya bir tebrik benden bu konuda bizi "zamanında" çabucak organize etmiş olduğu için. Feride'nin önayak olması, babanın okuduğu kitaplardan ekledikleriyle bu yolda iyi ilerledik.

En sonunda eve geldiğimizde akşam yemeği yiyip, Nehir'i yatırdık. Uyumuşum. Nerde kalmıştım, hmm uyku. Tatlım Leyla İstanbul'a yaklaşıyor. Canım kızım sağlıkla varsın, Nurgün bloga geri gelsin! Teşekkürler Oğuz Amca ve Nurgün ablayı sağsalim ve tahminim neşeyle ulaştırdınız memleketine. Öyle ki, İngilizce konuşursak, "Biz Türküz Türkçe konuşalım" diyen kızımı.

Thursday, September 3, 2009

Gün 76: Klinik

Bu sabah kliniğe gittik. Sahi sabah çıkmadan önce Leyla aradı, "Anne, SKYPEyi aç" diye, ve açtığımda, Pelin ile karşımdaydılar, kendi bilgisayarından açmış. Eh, SKYPE sezonunu açtık yine, yeni, yeniden. Nehir ise kim "öte" yanda kim burda karıştırmış olsa gerek, Leyla'ya, "Tankut nerde" diye dayısını sordu.

Sonrasında kliniğe gittik. Ve uzun süreden sonra Dr. Russell ile konuştuk. Aklıma takılan, Dr. Russell'a kalsa bu aralar yaptıracağımız "scan"lerin, Dr. Granger'lar açısından isteğe bağlı olup gerekli görülmemesi üzerine yapmama kararı almaları, ve bundan haberimiz olmayışı. Bilemedim. Mahmut daha rahat. İşte bu havadaki düşünce baloncuğu olarak kalsın.

İyi haber...ne bileyim...ikinci fikir. Dr. Russell'ın central line i çıkarma kararı, tedavi biter bitmez, "scan"leri beklemeden. Enfeksiyon riski çok imiş. Benim zayıf noktam, TR'de enfeksiyon olduğu için, benim hoşuma gitti. Sanırım.

Laf arasında, Nehir iyi, geri gelmeyecek bence gibi bir laf da etti. Bilemedim. Moral mi, gerçek mi, bilemez tabi ama yine de aman dikkat edelim, kendinizi hazırlıklı tutun gibi abuk bir laf yerine bu çok daha iyi geliyor kulağa.

İyi geçti yani ziyaret. Aralık için "scan" tarihlerini almaya başlayacağız, işitme testiyle beraber.

Ve domuz gribi ve normal grip aşısı olacak, dönmeden. Iııh, Özlem, biraz araştır dedi, Cook'takilere de soracağız.

Kısalıyor yazılar...bugün herkes saçına laf etti. Nehir ise, akşam, "Saçıma ne dediler" diye bana sordu. Dün akşam ise kitap okurken, ben bir sayfada, "blue sky" deyip, başka bir sayfada, "cat", derken, Nehir üçüncü bir sayfada gördüğü mavi kediye, "here is a blue cat" demez mi. Bu aralar İngilizceye iyice meraklı oldu. Akşam da babasına, "Patatesin İngizcsi ne" diye soruyordu, sonra da, "Pilavın İngizcsi" gibi sorup duruyor.

Klinikte uzun süredir görmediğim, kızı az görülen bir kanser türüne yakalanmış anneyle karşılaştık. Tedavilerinin bitmesine 21 gün kalmış. Birbirimize şans diledik. Ankara'dan ise bir başka neuroblastom annesi yazmış, bebekken, hatta anne karnındayken teşhis olmuş. Okuyunca tüylerim diken diken oldu. Ali'den sonra, daha önce bizim konuştuğumuz İstanbul'lu diğer aileden sonra bu üçüncü aile. Blog sayesinde biraraya gelmek güzel, dergideki yazı da işe yaramış demek. Bu iyi. belki böyle böyle TR'de de aileler daha etkin hale gelir-iz.

Veee bugün dressing change i ben yaptım. Nehir biraz şaşırdı. Babanın komutlarıyla becerdim. Öğrenmem iyi olacak. Baba gidince, hemşire çağırmaktansa, böylesi daha iyi. İnşallah çok da gerekmeyecek.

İşte "medical" bir gündü bugün.

Yarın Leyla NY'tan uçağa biniyor, Nurgün ve Oğuz, ve çocuklarla. Rötarsız mötarsız iyi bir yolculuk diliyorum!!! Kızım hoş gitsin, su gibi gitsin, neşesiyle gitsin. Biz de gideceğiz.

Nehir sağlıklı ve mutlu, annesi umutlu, hayatı kutlu!

Wednesday, September 2, 2009

Gün 75: Leyla NY'ta



Dün sabah Leyla gitmeden dışarıda kahvaltı edip, uzun süredir gitmediğimiz Hermann Park'a gittik. Kalbim sıkıştı gittiğimizde...ilk günler aklıma geldi. Leyla'nın ilk ziyareti. Omzumuzda, düşüncelerimizde ne kadar ağırlık varmış.

Geçti.

Sonra Leyla'yı ve babayı yolu ettik. Nehir yolda uyuyacak gibiydi, o yüzden arabaya binice veda etti Leyla kardeşine...ve Nehir uyuyordu bıraktığımda onları havaalanına. Leyla neşeli, "SKYPEde görüşürüz" dedi...Biz Nehir'le Nursen Teyze'ye gittik. Nehir kapıda uynadığında biraz ağladı, yüksek sesle, "Leyla nerdee, baba beni kucağına alsın" diye. Ben yeni okuduğum kitabın etkisiyle, daha sakin içini boşaltmasını bekledim. Nitekim sonrasında hep neşeliydi. Nursen'e gitmemiz çok iyi oldu. Hem benim için, hem Nehir için. Gece de kaldık. Bu yazamamış olmamın nedeni. Yani Nursen'le sohbet etmekten!

Bu sabah keyifli uyandık, güzel bir kahvaltı, ardından iki farklı parkta oyun oynadıktan sonra, bu kez babayı karşılamaya gittik. Nehir "Baba geldin mi? "dedi, uykusu arasında. Eve geldikten sonra baba kız oynadılar. Bu arada Leyla'yı aradık. "Wii oynuyoruz" dedi, yine neşeli. Tabi, Pelin, Mercan, Ela, Emre, ev şenlikli. Bir de bana demez mi, "Biliyor musun, Pelin iki kez tantrum geçirdi, hem de kendi suçlu iken, boş yere" dedi. Kızmız öğreniyor. Sonra "Nehir'le konuşabilir miyim" dedi. Ve aşağıdaki konuşma gerçekleşti. Bunlar Nehir'in söyledikleri:

"Leyla hi hi (hi hi diye güldü gerçekten, heyecanlı) ben sticker yapıştırıyorum (sticker yapıştırıyordu gerçekten) elinde ne var (kendi elinde ne olduğunu Leyla'ya soruyor, hala görüntülü olmayan telefon konuşması fikrini kavrayamadı) , hayır ben senle gitmek istiyordum, benle...neden, Pelin nerde, isterim (Leyla, Pelin'le konuşmak ister misin diye soruyor)...Beklerim...Pelin'le konuşuyor bu kez...Pelin...Pelin...Pelin..."gülüyor" hı hı...bunu şeyini çıkartmışsın. Dışarı sıcak mı...neden...(dikkatle dinliyor)...neden annen bana teşekkür ederim dedi (buralarda ne oldu hiç fikrim yok)...bay bay...Alo...hı hı karnım doydu, doydum, öğlen yemeğini yedim, pilavımı bitirdim, pilav yedim, eğlendim, yedim.peynirli (pilav nohut yedi) , sevdim...tamam...eğleniyorum. (ayaklarına bakıyor). Neden çok bağırıyor? Neden yukarı çıkmak istiyor? Neden uyumak istiyor? Veririm (bana veriyor telefonu). "muck" (öpüyor)..bay bay

...

Nehir'im sağlıklı ve mutlu. Ablasından ayrıldı ama artık onun da uçak hayalleri var. Bugün çizdiği resimde, bu ne deyince bir "çizgi"ye, "Hande" dedi. "Ne yapıyor?" diye sorunca da, "Bana pasta yapıyor" dedi. Nehir de iyi kahve falı bakacak sanırım!!