Friday, December 31, 2010

Yeni Yıl

Sevgili 2010, sana diyecek lafım yok, kalmadı.

Bizim için zor bir yıl oldu. Başlangıcı neşeli ve umut doluydu halbuki.

2011 hepimize, hepinize huzur getirsin, sağlıkla...

Wednesday, December 29, 2010

Harikasınız!!

Evet, sessiz günler. Aslında biraz hareketli, bazen hüzünlü, ama neşeli.

Hande'cim geldi, döndü...konuştuk, yürüdük, Yaprak'ı gördük. Sandra ile buluştuk. Güldük. Bir hafta geçiverdi. Hande gittiğinde, anladım ki, buranın yavaş hayatına çok alışmışım, biraz dışına çıkınca, yoruluverdim.

Arada, Leyla ile buz pateni yaptık. Bilenler vardır, eskiler yani, bir Penguen vardı Harbiyeden aşağı. Ankara'da da Kuğulu Park. Eh, üç aşağı beş yukarı 25 yıl olmuş, bendeniz de sahalara çıktı. Tabi, pek de bir şey değişmemiş, kenardan kenardan, ama düşmedim, ayaktaydım.

Derken Cengiz Amca'lar geldi. Gelecekler mi, gelemeyecekler mi, Doğu Yakası'ndaki kar fırtınası, Emre'nin ateşi...neyse gelebildiler.

Emre bana Nehir'i anımsatıyor. Bilmiyorum neden. Gözleri, dedi Cengiz. Ne bileyim. Girer girmez kolundaki çıkartma dövmeleri gösterdi. Nehir, hastanede iken, ona verilen dövmelerden birini, "Emre'ye vereceğim" diye saklamıştı (Sonra aradım aradım bulamadım, Emre'ye vermek istemiştim, son telaşta bir şekilde kaybetmişiz). Nehir yoğun bakımdayken, Leyla'yı aradığımda, Emre telefonu istiyor ve Nehir'i soruyordu, hasta mı, diye soruyordu.

Belki de şimdi Nehir'in arkadaşı olan küçük çocuklar büyüdüğünde daha zor olacak. Bilmiyorum. Hiçbir zaman kolaylaşmayacak.

Ama şimdi Nehir'in ağacına baktım, Yeşim yazınca!! Benim tatlı kızımın güzel bir hediyesi olmuş. Ne kadar düşünceli, ne kadar sevgi dolu bir yılbaşı oldu bu. Teşekkür ederim. Teşekkür ederiz. Bu arada bizim istediğimiz yemek kitapları da geldi. Baskı kalitesi düşündüğümden düşük, ama amaç zaten bir şekilde araştırmaya katkıda bulunmak. Leyla ise çok sevdi. Çocukları okudu. "Angel", kelimesini öğrendi. Sanıyorum o da bir yandan böylece Nehir'le bağını sürdürüyor. İçinden tarifleri denemeliymişiz. Tamam, dedim.

Ve sevgili İlal Hanım!! Ne kadar iyi etmişsiniz!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

Gerçekten de yavaş yavaş hepimiz daha duyarlı oluyoruz. Görmediğimiz hayatları görüp, elimizi uzatıyoruz. Elimizden geldiğince. Bence hepimiz doğru yöne gidiyoruz. Örgüyü unutmadım. O zaman, ben yapamam, ama örgüyü benden daha iyi beceren ve daha güzel örenler için iyi bir fikir olduğunu düşünmüştüm. Ama siz de, örgü fikriyle uğraşıp, yaptım yapamadım demektense, gidip, çocuklarla birebir zaman geçirmişsiniz. İşte bu harika!

2010 bitmek üzere. Bu gerçeği ne yapacağımı bilemiyorum. Her yıl, yeni bir başlangıç, bir umut demekti. Hayatımda ilk kez bir sonu işaret ediyor. Geride bırakmak. Hafızamın bana ne kadar izin vereceğini bilmiyorum. Nehir'i ne kadar süre zihnimde canlı tutabileceğimi bilmiyorum. İlk günlerde beni ağlatan fotoğraf ve videolar bugünlerde bana onunla olma şansı veriyor. Yine de zamana karşı ne kadar dayanabileceğim bilmiyorum. Güzel kızım benim.


Friday, December 17, 2010

Nehir'imin Hande'si

Bugün hala yazmış, sesiniz soluğunuz çıkmıyor demiş.

Baktım. Haklıymış, 10 gün olmuş yazalı.

İyi bir şey yaptım, arada. Çalıştım. Yani, biraz data topladım. Bilgisayar başında. Yani on günü çalışarak geçirdim. Hatta çoğu kez de evin dışarısında çalıştım. Starbucks'ta. Kafamı çok vermem gerekmeyen, ama başından kalkmadan hızlı yapabilmem için çok iyi bir ortam oldu. Sorunca, kahve için adımı, "Leyla" deyiverdim, herkesin hayatını kolaylaştırmak adına. İlginç oldu. "Leyla" diye seslenince bayağı bakar oldum yani. Aslında bazen hepimiz Leyla olmalıyız.

Bir de PMS civarı, bir yas dalgası çarptı beni. Televizyonda rastgeldiğim bir reklam başlattı, üç gündür, Mahmut zor yatıştırdı. Neyseki o yatıştırabiliyor. Biraz hassas günlerden geçtim, geçiyorum.

Carole'a fotoğraf götürdüm. Bilmiyorum o da eklendi sanıyorum.

Hah, ama bu komik. Carole'in kızı Jo, "Annem sanatçı" diyordu ara ara..."artist"...Sokaktaki postakutularını boyamış olduğunu biliyorduk. Ama malum, Leyla da benim için son zamanda, "Annem harika bir aşçı" der oldu. Ben de bunu yine çocukların annelerine hayran olmaları yönünde algılamıştım. Zaten, üniversitede de "beslenme" okuduğunu öğrenmiş olduğumdan...

Uzatmayayım, meğer üzerine de güzel sanatlar bitirmiş, ve evet diplomalı sanatçıymış. Sanatçı olmak için diploma gerekir mi sorusunu, sanatçılara bırakıp geçiyorum. Bence gerekir. Bu da fikrim olsun. Hobi ile ayırmak adına.

Ve dün kaçıncı kez evine girdiğim halde, bir de baktım duvarda resimler! Yani birini görmüştüm ama onu yapmış olabileceğini düşünmemiştim.

Hay güleyim mi şaşayım mı aklıma. Çevremle ilgili algım hala tam yerine gelmemiş, anlaşılan.

Niye mi anlattım. Nehir'in yaptıkları elişleri ve birkaç eşyasını fotoğraflamıştık ya, daha önce. Dün fotoğrafları verdi bana. Çok güzeller. Nurgün'cüm, Bilge'cim yazmışlar ya, biz de yapmayı isterdik diye. Evet. Ama sanıyorum Carole bana büyük bir iyilikte bulunuyor. Hem sanatçı gözü girmiş oluyor. Hem de duygusal olarak biraz uzaktan bakan birinin elinden çıkıyor. Yani, birlikte ağlıyoruz, o başka. O, hassasiyet. Ve bir şekilde Nehir'i, burada bulduğum çok sıcak ve yakın bir arkadaşla da paylaşabilmek benim için anlamlı. Oluşmakta olan arkadaşlığımız için.

Arkadaşlık demişken. Ve işte bugün Hande'cim geliyor. Gelecek mi, gelemeyecek mi derken uçağa binmiş! Doğrusu uçağa bininceye kadar sevinmedim. Yani tutmaya çalıştım. Şimdi uçakta ya, arkasından konuşayım. Sevgili arkadaşım, Nehir'in teşhis edildiği ilk günden beri yanımda. Sadece benim değil, Leyla'nın ve Nehir'in de yanında oldu. Leyla için yol arkadaşı, Nehir için pastacı. Nehir ile doğumgünü arkadaşı.

Uçaktan inip, otobüse binecek, ve geldiğinde, "Yok be canım, o kadar yorucu değildi, kafamı dinledim" diyecek...

Şimdi bakayım Nehir'imin ağacı ne durumda!

Sonra da İpek ile buluşacağız, öğle yemeği için. O da tüm kampüs öğrencileri gibi, yılbaşı için evine, Türkiye'ye gidiyor. Bu akşam itibariyle kampüs bize kalıyor. İn, cin ve biz. Ha bir de, geçen gün evin bahçesinden koşarak geçen tilki!



Tuesday, December 7, 2010

Yas ve Kitaplar

Önce Nehir'in ağacını renklendiren herkese teşekkür ediyorum. Ben ağaçtan gelen gelir, Amerika'da kullanılacağı için tereddüt etmiştim, katılım açısından. Sonra hem başlatanlar, ve Yeşim'in notuyla, ve benim bu yılbaşında ne yapacağım sorununa bir çözüm olunca duyurmak anlamlı gelmişti.

Kime yardım edeceğiz sorusu benim de aklımı kurcalıyor. Çünkü gönlümde yatan esasen nöroblastom araştırmasına destek olmak. Ama bu, TR'deki sorunları hiç çözmüyor. Öte yandan, "şifa" olmadan, hiçbir çocuk yaşamayacak. Hangi sınırlar içerisinde olurlarsa olsunlar. Ve araştırma bu açıdan çok değerli. Bir anne baba için en acısı tedavisi olmayan bir hastalıkla mücadele etmek. İkinci sırada mevcut tedavilerin kaliteli bir biçimde verilmesi geliyor.

İşte bu nedenle duyarlılık gösteren hepinize teşekkür ediyorum. Bizim durumumuzda değerli gördüğümüz bir amaca destek verdiğiniz için. Nehir'in seveceği, renkli ve süslü bir biçimde.

...

Kütüphaneyi yeniden keşfettim bugün.

Dün Leyla'yı almak ile market alşıverişi arasında boşluk olunca eve gitmek yerine, Barnes and Nobles'a gittim. Aslında içeri girmekte zorlandığım iki yerden biri burası. Hangi şehirde olursak olalım, Nehir'in güzel zaman geçirdiği yer oldu, kitapçılar. Barnes and Nobles'taki çocuklar için ayrılmış bölümdeki trenlerle oynayışı geliyor aklıma. Ya da bir kitap alıp, çoğu kez birden çok, birlikte okuyuşumuz. Ya da Leyla ile. Şimdi büyük kitapçılara girmek, bana zor geliyor. Neyseki, burada daha önce hiç yapmadığımız biçimde kütüphaneye gider olunca, benim için iş kolaylaştı. Bir de Target. Orası belki daha da zor geliyor. Houston'da evimizin tam karşısında olunca, ve ev eşyamız az olunca her türlü gereksinim için gittiğimiz bir yer olmuştu. Hafızamda, Nehir'in alışveriş arabasından inip, elbiseler arasına dalıp, kendine giysi seçmesi geliyor, her gittiğimde.

Ah evet, işte dün girdim kitapçıya. Aklımda yemek kitabı bakmak vardı. Bu ara yemek konusunda bir dönemeç döndüm. Biliyorsunuz benim için ızdırap olan bir mesele. Ama en sonunda, yapar oldum. Ve en önemlisi tarifleri anlayıp, uyarlayıp, hızlandım...Yani göreceli... Ama kendimle gurur duyduğumu söylemeliyim. Ve hal böyle olunca yemek kitapları ve yeni tarifler denemeye hevesli oldum. Burada bu konuda kendimi geliştireceğim. Bunda, ikidir Leyla'nın eve gelen arkadaşlarına, "Annem çok iyi yemek yapıyor" deyişi etkili. Biliyorum aranızda gülenleriniz var. Ben de duyduğumda gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Ama hiç bozuntuya vermemeye karar verdim. Üstelik yapmış olduğum "apple crisp" güzel de olmuşken!
Mahmut bile, "Eline sağlık, çok güzel olmuş" demişken...

Her neyse, işte bu iç halle, gidip, yemek kitabı baktım. Fiyatı çok geldi, internetten bakayım dedim. Ve internetteki birinin, "Ben bizim kütüphaneden aldım, güzeldi" demesiyle, bütün Christmas süsleri yandı zihnimde!! Nasıl düşünememiştim.

Bugün kütüphaneye gidip, bir yerine dört yemek kitabı aldım ki, daha çok var bakabileceğim!!

Ve işte başlık. Bir yandan da "Stumbling on Happiness" i sonunda bitirdim. Uzun sürdü. Çünkü yazan bir akademisyen olunca, kavramlar tanıdık da olsa, roman gibi hızlı okuyamadım. Bir yandan da ama benim için çok önemli terapik etkisi oldu. Çünkü zamana yayarak okuyunca, mutluluk üzerine, yas üzerine, akıl ve duygularımız üzerine düşünme fırsatım oldu. Yani yaşadıklarım ve hissettiklerimi inceleyerek okudum. İç dünyama aklımla baktım.

Bugün kütüphaneye girince, bir de "çocuğunu kaybetmek" diye bir başlıkla tarama yaptım. Tabi, karşıma güzel kitaplar çıktı. Böyle durumlarda benzer deneyimlerden geçmiş kişileri okumak, ya da bu kişilerle çalışmış kişileri okumak iyi geliyor.

Elimdeki yeni kitap. "Üzüntünün Öteki Yüzü"..."The Other Side of Sadness". Hoş bir tesadüf, kapağında, "Stumbling on Happiness" yazarı, Daniel Gilbert'ın kitap hakkındaki olumlu eleştirisi var. Evet, elime geliverdi. Rafta başka bir kitap ararken gözüme ilişti.

Hayatı seviyorum. Carole ile geçen hafta yürümek için buluştuğumuzda, "Biliyor musun, çok şanslısın" deyiverdi, aklımdan geçenleri okumuşcasına. Sonraki gün "mutluyum" demek istedim, hatta. Tam ağzımdan çıkacakken, "Ama mutlu olabilir miyim" diye sordum kendi kendime. Nehir'e ihanet ediyormuşum hissiyle. Şimdi elimdeki kitaplarla bu suçluluk, üzüntü ile aynı anda mutlu olmak gibi halleri, hallerimi anlamaya çalışacağım.

Sizleri çok seviyorum! Nehir'i, bizi sarıp sarmalayıp, bizi en şanssız piyangomuzda, şanslı hale getirdiğiniz için. Bir kez daha.

BilgeNot: Bilgecim, bana göndermiş olduğun smileboxlar sayesinde çekmiş olduğun fotoğraflar bu bilgisayarımda. Hatta, ilk doğum sonrası fotoğrafları tesadüf buldum. İyiki çekmişsin! Bir de güzel çekmişsin.

Thursday, December 2, 2010

The Giving Tree

Blogun arka planından da anlayacağınız gibi, dün ilk kar yağdı! Sabah 50 derece gibi sıcakken, önce şakır şakır ve şakır yağmur yağdı, derken, sıcaklık "küt" diye düştü. Ve kar başladı. Ben de İstanbul'lu halimle, "Yağmur üzerine bu kar tutmaz" diye düşünürken, bir saat içerisinde her yer bembeyaz olmuştu bile!

Fark: Kaldırımlar için minikten başlamak üzere her boy araç, yolları açıverdiler, bol da tuzlayarak. Ben de araba temizlemek için buz kırıcı, ve süpürge, camlar için buz sökücü, ve evin önüne gerekirse diye tuz aldım.

Hazırız.

Şimdi ise Mark Dungan'ın sitesindeki ağaç süsleme işini yaptık Leyla ile. Leyla da harçlığından bir tane süs aldı Nehir için. Bu fikri de çok sevdi. Adımızı görünce ve artan süs sayısını ikimiz de çok mutlu olduk.

Bugün ev için birkaç yılbaşı süsü aldım. Ağaç da tamam. Evimiz yeni yıla hazır.

Zorluk çekenler için nasıl yaptığımızı yazayım. Ben de zorlandım, çünkü "giving tree" başlığı altında ödeme yapmak istiyor insan, halbuki, "give up a lunch" diye yapıyorsunuz işlemi.

yani

http://www.lunchforacure.org/givingtree_children.aspx

Sayfasına gidip, soldaki "donate now" ı tıklayıp, birinci adımda, yapacağınız yardım miktarını, dolar olarak yazıp; Nehir'in adını listeden bulup, seçip, diğer iki adımda da ödemeyi tamamlıyorsunuz.

Hemen adınız çıkıyor ve ağaçtaki süslerin sayısı yenileniyor. 70'teyiz! Nehir'in en çok bu yıl süsleri olacak.





Tuesday, November 30, 2010

Komşuluk: Carole

Şanslıyım.

Carole ile hemen yakınlaştık. Daha önce de yazmıştım. İki komşumuz da, Leslie ve Carole, bize gelir gelmez yakınlık gösterdiler. Ev sahibimizin etkisiyle sanıyorum. Ama esasen kendi hassasiyetleriyle...

Bu sabah Carole geldi. Nehir için bir fotoğraf albümü yapmak istediğini söylemişti bana. Ben fotoğraflardan bir seçki yaptım. Bugün ise Nehir'in yapmış olduğu elişleri ve resimleri fotoğrafladı. Ve oyuncaklarını. Başını ve karnını bantlmış olduğu minik canavarını. Bebeklerini. Eşyasını. Su şisesi, crocsları, hastanede giyemediği için yanında tuttuğu bale ayakkabılarını, çantası, gözlüğü, Leyla ile benim ona yazmış olduğumuz mektupları, Emre ve Ela'dan gelen kartlar. Nurgün'le İstanbul'da yaptıkları resimler...Ve saç bantlarının, kolyelerinin, bileziklerinin durduğu kutu. Nasıl da seviyordu, bakıp, seçip, takmayı. Bizde dijital kopyası olmayan, RMH'nin çektiği fotoğraflar...

Biraz ağladık. Ama kendi başıma yapamayacağım bir işi, birlikte yaptık.

Böylece Carole da biraz tanımış oluyor Nehir'i. Ve Nehir için bunu yapmak istemesi beni çok duygulandırdı. Bir kez daha bu yolculukta ne kadar güzel insanlara rastladık diye düşündüm.

Nehir'im, ah seni nasıl özlüyorum. Hele şimdilerde başlayan Christmas havasında. Christmas'ın benim için bir anlamı yoktu aslında, ta ki, önce Sasha Hanım'la başlayan ağaç işi, sonra da Amerika'nın, hastanede geçirdiğimiz günlerin getirdiği Santa merakı. Geçen yıl, kontroller için Houston'a gittiğimizde Nehir, pembe, minik çanta seçmişti, yılbaşı ağacı için.

Bu yıl ağaç yapmayı kaldıramayacağım. Aslında 2010 yılına veda ediyor olmak da beni çok üzüyor. Sanki Nehir'den biraz daha uzaklaşıyorum hissine kapılıyorum. Aramıza biraz daha mesafe girecekmiş gibi. Zamanda da geride kalıyor artık.

Derken Yeşim'in sözünü ettiği, Giving Tree 'ye baktım. Bilmiyorum tamamını süsler miyiz, ama Nehir için konmuş o süsleri görünce, ve adları. Çok duygulandım. Nehir çok sevildi, seviliyor. Bu yıl o ağacı süsleyelim öyleyse. Tüm mücadele eden, kendilerinden çok daha büyük mücadele veren, birbirinden güzel çocuklar için.

Yemek kitabı ve Ağaç. Böylece Bizim için tüm hastalıkta yanımızda olan Amerika'lı aileler, ve yaşadığımız tüm dostluklar, tanımış olduğumuz tüm güzel çocuklara geri vermiş olalım. Özellikle de nöroblastom araştırmasına katkıda bulunuyor olmak, bana çok iyi geliyor. "Şifa" için.

İnsanlığın sınırları yok.

Wednesday, November 24, 2010

Teksas'ta Yemek Kitabı

Yarın burada Şükran Günü. Başlangıcı tatsız olsa da, bahane ile Sandra'larla buluşuyoruz. Ve geleneksel "hindi" yemeğini birlikte yiyoruz. Yani misafirimiz var. Bu yıl Ithaca en çok tercih edilen tatil yörelerinden biri oldu!

Nehir için çok anlamlı bir yardım kampanyasına minik bir destek verdik.

Bu yolculukta güvendiğim, bilgisiyle bize yol gösteren sevgili Mark Dungan bir süre önce duyurdu. Nöroblastomdan etkilenen çocuklar onuruna veya anısına ailelerin gönderdiği tariflerle bir yemek kitabı hazırladı. Satışından toplanacak gelir ise Nehir'in de almış olduğu ch14.18 ile ilgili bir araştırmayı destekliyor olacak.

Benim çok hoşuma gitti bu fikir. Ama malum benim yemek halim, önce duraksadım. Sonra da bu kitaba, Nehir anısına sütlaç tarifi verdim. Mahmut'un nenesinin tarifini "Nehir's Greatgrandmother's Turkish Rice Pudding" olarak gönderdim. Her tarifin yanında çocukların fotoğrafları da var. Kitabın arka kapağında da çocukların fotoğraflarından yine bir kolaj. Nehir'im gülümsüyor.

Bu kampanya ile Nehir için, New York'tan sonra, Teksas kaynaklı bir kampanyada yer almak da bana çok anlamlı geldi. Nehir için üç yer önemli oldu, İstanbul, Houston, New York. Üçleme böylece tamamlanmış oldu.

Türkiye'den sipariş etmek olmaz sanıyorum, ama Amerika içinden belki destek vermek isteyen olur diye, biraz gecikmeli, buraya koymak istedim.

https://www.lunchforacure.org/cookbook_secure.aspx

Bağlantısıyla ulaşabilirsiniz. Ve yılbaşı için yakınlarınıza hediye alabilirsiniz.

Not: Tüm öğretmenlerin öğretmenler gününü kutluyorum.

Monday, November 22, 2010

Ithaca'da Türk Filmleri Gösterimi

Zeynep Erden Bayazit, Amerika'nın küçük bir kasabasından bildiriyor. "Evet, sayın seyirciler, bazı küçük bütçeli filmler İstanbul'daki salonlarda kendilerine yer bulamazken, bu küçük kasabanın üniversite film salonunda Türk Filmleri gösterimleri oluyor."

Ne diyeyim. Üç film birden hem de. "Başka Dilde Aşk", "Kıskanmak- Zeki Demirkubuz" ve "İki Dil Bir Bavul". Ama biz cuma akşamı Leyla'yı sevgili İpek'le bırakıp (İpek kimdir, yakında), hokey maçına gidince... film işi biraz zora girdi.

Mahmut'çum bana iyilik yaptı, ve dün ben hiç değilse birine gittim. "İki Dil Bir Bavul". Urfa'nın bir köyünde çekilmiş, iki belgeselci tarafından... belgesele yakın. Yeni mezun bir ilkokul öğretmeni, Demirci köyüne tayin ediliyor. Sadece Kürtçe bilen çocuklarla olan ilk yılı.

Bir şey yazmak zor. Bildiğimiz bir olgu, böyle izlemek, yaklaştırmış oldu. Aslında çok iyi bir fikir, çok zengin bir malzeme. Daha çarpıcı da olabilirdi, görsellik bakımından. Teknik olarak biraz eksikti. Belki de bu haliyle daha da iyi yansıtmış olmuştur, eklemeden, eksiltmeden.

Yüzde yüz belgesel değil, "çok yakın" demiş, yönetmenlerden biri. O nedenle nasıl yorum yapacağıma karar veremedim. Belgeseli tartmam zor. Alin yazmış, ya da yorumlamış, onu okumalı, veya dinlemeli.

Ama her şekilde, şu önemliydi benim için. Giden öğretmenin, karşısına sadece Kürtçe bilen bir öğrenci topluluğu olacağını bilmeden gitmiş olması. Bocalaması. Muhtemelen de eğitiminde "yabancılara Türkçe öğretmek" yok. Ben buna takıldım. Türkçe'yi nasıl öğreteceğini bilmiyor. Bir yıl sonunda çocukların geldikleri yere takıldım ben. Hani çocuklar sünger gibi, her şeyi öğrenebilirler ya, burada zor. Tabi şartlar da zor. Ama devletin bu öğretmeni hazırlamış olması gerekir. Hiç hazır değildi. Bunu üzücü buldum. Gencecik bir öğretmen için çok zor bir başlangıç. Yazları buralarda gönüllü çalışmalar yapmak iyi olur diye düşündüm.

İzleyen bir Amerikalı, "Ama neden anadillerinde öğretim yapmıyorlar, Türkçe konusunda ısrar ediyorlar" dedi. Karışmadım.

Çıkışta, eve gelince de, kütüphaneden kiraladığımız Fatih Akın filmini izledik. "Yaşamın Kıyısında". Artık yazmam gerekir ki, sıkı sıkı takip ettiğim, farkında olmadan, en sevdiğim yönetmen oldu. Her filmi güzel. Her şeyiyle güzel. Şu ortalama Almancam da bir bu işe yarıyor. Fatih Akın filmlerini altyazısız izliyorum.

Filmin sonunda, uzun bir Türk gecesi olunca...Türkiye'nin karmaşasından uzak kaldığıma sevindim. En ufak bir ek duygusal yük taşıyamadığımı gördüm. Dünkü belgeselde ağlamak istedim. Uçurumlara. Hiçbir ülkede mükemmel eşitlik yok ama bizdeki uçurum da çok büyük. Böyle zamanlarda, umutsuzluk yapışıyor yakama. Neresinden tutsak, bilmiyor insan.

Bu sabah İTU adresime bir e posta gelmiş. Mardin'de üç okula kitap topluyor biri. Hemen "Nereye ulaştırabiliriz" dedim, Leyla'nın kitaplarını. Bilge de her yıl yapardı, bu yıl da yapıyordur.

Özgecan'cım yaw... Beyhan da destek olacaktı. Kitap işini de pratik bir halde hayata geçirmeli.

Bütün iş, sosyal sorumluluk projelerini, genel olarak, arttırmak ve herkesin "düzenli", "örgütlü" bir şekilde yardımlaşma çabasına girmesini sağlamak. Uzun vadede içselleşmesine yardımcı olmak. Herkes kendine neyi amaç edinirse artık. Sağlık ve eğitim.

Bu yıl, NYC maratonunda bir adam vardı. Tüm maratonu süperman kıyafetiyle koştu. Bana da iyi gelecek sanırım.


Tuesday, November 16, 2010

Mutlu Bayramlar

Yazmadan geçmeyeyim dedim. İyi bayramlar demek istedim.

Bugün babaanne ve dede, Nehir'i ziyaret etmişler.

Anneanne ve dede ise burada idiler. Bizimle dört gün geçirip, ayrıldılar. Hava, pastırma yazı dedirten şekilde sıcaktı. Nerede bu Ithaca'nın meşhur soğuğu bilmiyorum. Gelsin, bekliyoruz.

Ithaca'ya gelen tüm misafirleri götürdüğümüz, şelaleye gittik yine. Ithaca, "gorge" ları ile tanınıyor. Buzullar eriyince ortaya çıkmış, "yarık"lar ve şelaleler. Bu kez, Leyla, adını yazmak istedi, yürüyüş patikasının yanındaki taş duvara, milyonlarca yıllık oluşumlar. "Leyla was here" yazdı. Leyla buradaydı. Derken üçümüzü de yazdı. Biraz yürüyünce ise ne görsek beğenirsiniz. Kocaman, kalın harflerle yazılmış, "N B". B harfinin yuvarlaklarının içine ise kalpler çizilmiş.

Nehir'im, "Ben de sizinleyim" dedi, sanırım. Eksik kalmadı.

Keşke böyle basit olsa, değil mi.

Bugün Leyla'nın ilk veli görüşmesi vardı. Türkiye'deki çocuklar çok iyi matematik öğreniyorlar anlaşılan dedi, öğretmeni. Türkiye biraz karışık, standart yok, demedim. Leyla uyum sağlamış. Çok dışa dönük bir çocuk dedi. Kardeşini paylaşmamıştı şimdiye kadar, maratondan sonra paylaştı, dedi. Evet, Leyla maratondan sonra, okula Nehir'in fotoğrafı olan tişörtünü giymek istedi, ve arkadaşlarına maratonu anlattı.

Beni çok şaşırtan ise yazdığı bir yazı oldu. İki sayfadan biraz uzun, bu yaz RMH ile gittiğimiz polis botu gezisini anlatmış. Hem İngilizcesi şaşırttı, ama daha çok bir olayı, detaylandırarak, paragraflar halinde yazmış olması. Bu, çok iyi bir ilerleme. Nasıl oldu, dedik. Öğretmen birinci gün bir saat, vermiş, ikinci gün yine bir saat vermiş. Önce bitirenlerden ise, biraz daha detay yazmalarını istemiş. İşe yaramış, anlaşılan.

Bir sorun: Leyla'nın bildiğini herkesten önce söylemek istemesi. Bu sorun hep vardı, dedim. Ve biraz konuşunca, bir noktada, Zaten test fikrine herkesten çok alışkın, rekabete, çabuk yanıt vermeye, dedi. Güleyim mi ağlayayım mı, bilemedim. En sınavsız okulda bile ne çok öğreniyorlar bu işleri, içselleşmiş. Ms. Devers diyormuş ki, kendi kendinizle rakip olun sadece. Kendinizi geçmeye çalışın.

Öğretmenini bugün uzun uzun konuşunca çok sevdim. İlk gördüğümde, yaşını ileri görünce, biraz "kategorik", soru işaretiyle yaklaşmıştım. Biraz da TR'de hep genç öğretmen görmeye alıştığım için. Çok mütevazi, çok doğal, güleryüzlü, çocukları iyi anlayan biri. Sanıyorum, yaşı da büyük avantaj oldu. Her tip çocuğu görmüş. Farklı okullarda öğretmenlik yapmış. Leyla'ya hiçbir şey söylemeden, bakışlarıyla söz geçirebiliyor. Ama uzun süre işe yaramıyor, derken de gülüyordu.

Ha bir de şuna bayıldım. Bugün "explorer" kavramını öğrenmişler. Amerika'yı da bulan kaşifler konusunda. Öğretmen sormuş, Karşımızdaki binanın ne olduğunu bilen var mı, diye. Leyla, buralarda yeni olduğu için, bilememiş. Ona "keşfetme" görevi verilmiş. Böyle bir konuyu, bu şekilde anlatmış olası çok hoşuma gitti. Zaten, keşifler de buranın ötesini merakla başlamış ya. Baktığın yerin ardında ne olduğunu merakla.

Kızım, umarım ileride iyi bir biliminsanı olursun. Ms. Devers der ki, ne isterse olur. Belki Türkiye'nin "başkanı" olur, dedi, ben de, ben o kadını tanımıştım derim, dedi. Ben gülümsedim, biraz buruk. Biraz zor, diye düşündüm. Sonra da böyle düşünüyor olmama üzüldüm. Bu, yaşı benden büyük kadının, geleceğin kadını için çizdiği yolun, benim annesi olarak çizdiğimin çok ötesinde olmasına üzüldüm. Kendimi ayıpladım. Umarım sevdiğin yolu bulursun kızım. (Örneğin, tıpta araştırmacı... ha ha ha).

Ithaca'da sıradan günlere devam. Kalbim de, havalar da ılıman.

Monday, November 8, 2010

Cengiz

04: 08: 21

Resmi Sonuç.

Cengiz, maratonu bitirdi! 26 mil. 40 küsur kilometre!!!

Ve tüm bu yolda, üzerinde Nehir'in kocaman bakan gözleri... Ağlamadım. Çok sevindim çünkü. Cengiz'in müthiş bir kişisel disiplin örneği çalışmasının iyi sonuçlanmasına sevindim. Bir yandan son birkaç haftadır yollarda geçen "corporate life" arasında bile hedefinden vazgeçmeden, başladığı bir çalışmayı bitirmiş olmasına, bir yandan da kendiyle ilgili arzuladığı bir amacı gerçekleştirmiş olmasına sevindim.

Ve bunu Nehir için yapmasına.

O kadar anlamlı oldu ki. 7 Kasım günü. Nehir'i kaybedeli iki ay olmuşken, Nehir'im tüm New York'u gezdi. Staten İsland'dan başladı, Brooklyn, Queens, Bronx ve Manhattan. Hem de koşarak.

Biz Cengiz'i, önce Brooklyn'de gördük. Sonra metro ile Manhattan'a gidip, 60 ile birinci caddenin köşesinde görmeye çalıştık. Ama o kalabalıkta seçemedik bile. İyi ki Brooklyn'de idik diye sevindik. Sonra Central Park'a gidip, son milinde izledik. Ki artık çok yorulmuştu. Ve yarışın sonunda, bir bankta oturur bulduk! Başarmış! Elimizdeki taşıdığımız minik pembe balon demetini, Cengiz havaya bıraktı... Nehir'im gezmeyi çok sevdiği o sokaklardan yukarı gidiverdi, en sevdiğimiz yer olan Central Park'tan. Yine tam Nehir'e yakışır bir şekilde, şenlikli, güneşli bir günde, coşkuyla.

Teşekkürler Cengiz Amca!!! Sen bir tanesin!


Thursday, November 4, 2010

NY Maratonu'na Az Kala

Son yazdığıma baktım... 29 Ekim. Ben Cadılar Bayramı başlığı atmışım. Ha ha, ironik olmuş. Artık alıştığımız, her yılki resepsiyon hikayeleri arasında.

Sonraki akşam da bizim için ilginç oldu. Ya da her zamanki, "Türk" olma hali diyelim. Yaşça bizden büyük iki çift hoca ile yemek yedik. Türkiye'ye gitmemişler. Türkiye'nin bugünkü sınırları nasıl çizildi, sorusu, derken, bizim yerimizde olanlarınız çoktur, ben de hep oldum ya, konuştuk. Tarih, resmi tarih, çokluluk, farklılık... tabi bitmedi. Bitmez de.

Leyla salı günü "sosyal bilgiler" sınavı oldu. Konusu: Yerli Amerikalılar. Yani bizim filmlerdeki "kızılderililer"imiz. Ithaca (adından belli) ve civarında hangi kabileler varmış, nasıl yaşarlarmış, ne yerlermiş, nasıl giyinirlermiş, şimdi ne yapıyorlarmış, harita üzerindeki yerleşim alanları... 100 üzerinden 99 almış. Bir puan, en sonda, "Bu üniteyi ne kadar sevdiniz?", sorusuna, çok, eh işte, hiç sevmedim', işaretlemeyi unuttuğu için, gitmiş. Sonradan verdiği yanıt, "Hiç".

Okurken, sıkıcı deyip durdu. Ama Leyla hakkında hoşuma giden bir şey öğrendim bu sayede. Sıkıcı bulsa da çalışmış, dikkatle okumuş, dinlemiş, ve sorulara (bugün kağıdına baktım) çok güzel yanıtlar vermiş. Bilmiyorum böyle kalır mı, ama çok önemli bir özellik. İşine yaramayacağını düşündüğü bir şeyi, sıkıcı da bulsa, çalışmış olması.

Bir yandan da, neden bizdeki tarih de böyle başlamıyor diye düşündüm. Hala yaşımız kemale erince bile akşam yemeklerinde, "gak" dediğimiz anlar oluyor. Leyla neden önce İstanbul'da kimler yaşamış, neler yapmışlar öğrenmiyor. Diyeceksiniz ki, bizim uzun tarihimizle Ithaca'nınki bir mi. Elbette değil. Ama ben, örneğin, Osmanlı Döneminde farklı halkların farklı şekilde giyindiklerini, kıyafet zorunlulukları olduğunu, taaa bilmemkaç yaşımda tesadüfen dinlediğim güzel bir sosyoloji seminerinde öğrendim. Anadolu ile ilgili tarihe ise acaba ortaokulda mı başladık.

Ne bileyim. Müfredat işi, iş yani. Ama Leyla sayesinde Ithaca'yı, hiç değilse birazcık, Yerli Amerikalıları öğrendiğime, şimdi bize huzur veren bu yöreyi biraz bildiğime çok memnunum. Kabilenin şefini kadınlar seçiyormuş, örneğin! En yaşlı kadın ise yaşadıkları "long house" dan sorumlu imiş. Bir kabilenin önderliğinde "Büyük Barış" sağlanmış. Soru, Bu neden önemli?Leyla yanıt vermiş: Çünkü hayat savaşmadan onlar için çok daha kolay olmuş. (Burayı aç biraz kızım).

Ne diyeyim. Ağlamak lazım. Bu dersi hiçbir millet bir türlü alamamış ya yüzyıllardır. Yazık.

...

Basket.

Leyla İstanbul'da okulda bir türlü basket oynayamadı gitti. Çünkü, 5 yaşında "etkinlik" olarak seçtiğinde, tek kızdı. Oynadı. Öğretmeninin onun elini tutmak istemeyen erkek çocuklar karşısında, Leyla'yı kollamasıyla... Sonraki yıl yine tekti, ben vazgeçtim. Bir türlü başka bir kız olmadı! Neden? Çünkü kızlar cimnastik veya baleye, erkekler basket ve futbola gittiği için. Futbol da keza. Leyla futbol da oynamak istiyor, ama kızlar takımı olmuyor. Bu konuya kafamı takmış, Leyla'yı "Haydi bu işle ilgili birşeyler yap" diye provoke ederkeni yarım kaldı, biz Houston'a geldik.

Eh işte şimdi de buradayız. Malum, Amerika'da futbol, kızların daha çok yaptığı bir spor. Buradaki erkekler Amerikan futboluna gidiyor anlaşılan. Ya da beyzbol.

Basketle ilgili bir e posta geldi. Beşinci sınıf ve dördüncü sınıflardan ortak bir grup oluşturabildik, diyor. Toplam 12 kız. Ama koçumuz yok. Bu cumaya kadar gönüllü çıkmaz ise, olmayacak. Haydaa. Hakem arasalar yüzdeyüz gideceğim. Bana da dert oldu çünkü. 2010 yılında bir kız çocuğu istediği bir sporu yapamaz halde! Ama koçluk... Yani benim basket hayatım, hatırlarsanız, geçen yıl, Fort Worth'de, RMH'de attığım şutlardan ibaret.

Tabi duyuyorum, bizim evde biri var bu işi yapabilecek. Biz de ikna etmeye çalışıyoruz zaten. Leyla ittiriyor. "Cool" olurmuş... Ben de buraya yazarak biraz baskıyı arttırayım dedim. Ne zaman bu fırsat ele geçer, 12 tane bıcırık kız, maçlar yapacaklar!

...

Hava bu hafta, ya da geçen cumadan beri soğudu. Bahçemize bir groundhog geldi. Yani gelmiş. Çünkü ben bahçeye açtığı deliğin, ne tür bir canlıya ait olduğunu anlamadım. Dün ise komşumuz uyardı, "Aman kendine sıcak bir yer arıyordur, eve gelmesin". Haydaaa. Komşumuz, çok da şirin," Bence ilaç döktürün, tabi burada Ithaca usulü, doğal yöntemler de yapan birini bulursunuz, ama çok pahalı olur" dedi.

...

Diğer komşum ile ise dün yürüyüş yaparken, bana nasıl yakındaki küçük alışveriş yerinin sahibi ile anlaşma yoluna gitmeye çalıştıklarını ve burada oturanların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik dükkanların yerini almış olan emlakçı, sigortacı, dişçi gibi kiracıları çıkartmak ve orayı yeniden canladırmak için kampanya üzerine çalıştığını anlattı. Ah, dedim, bizim Levent.

...

Uzunca yazmayınca, birikmiş. Daha da var ama sanırım şu anda aklımdakiler bunlar.

Haftasonu New York'a gidiyoruz. Hatta, yarın okul tatil diye, önce Westport'a gideceğiz. Cengiz Amca burnu kanca, Nehir adına topladığı yardımı Rotary ler aracılığıyla RMH'ye veriyor. Anlatayım. Maratonda yardım amaçlı koşuluyor. Değişik "takım"lar var. RMH'ninki dolmuştu. Rotary'lerde yer vardı. Onlar da RMH'ye bağış yapıyorlar. Bizim Avrasya'da böyle oluyor mu bilmiyorum. Sayfasında bir bilgi yok. Ne kadar iyi fikir ama. Koşmak isteyenlerin sayısı çok olunca, olduğu için, diyorlar ki, isterseniz yardım amaçlı koşun, o zaman koşmanız garanti olur.

Cengiz "Koşsam mı, yapabilir miyim" dediğinde, Debra çok destekledi. Ben de. Bunu gerçekleştireceği için çok mutluyum. O gün başkaları da olacak. Çocuğu tedavide olan bir anne var, iki kız arakadaşıyla koşacakmış. RMH takımı var zaten. Nöroblastom araştırması için destek olan başka bir grup daha var. Bizim için duygusu yoğun bir gün olacak, ama orada olmayı ve "haydi" demeyi çok istiyorum. Bir yandan da Sandra'ya soruyorum yok mu Brooklyn'de, rahat bir kahve, Bebek Kahve gibi falan otursak biz koşmayanlar, hava da soğuk olacak gibi, tam Cengiz geçerken, dışarı çıksak, hani biz de dört saattir ayaktaymışız gibi! Bu yıl iphone bir application yapmış, takip edebilecekmişiz koşanları, madem!

...

"Cengiz Amca Cengiz Amca haydiii, sen yaparsın bu işi haydiii". Bakalım süren ne olacak! Geç olsun da güç olmasın demişler. Bizi pembe balonlarımızdan tanıyabilirsin! Yarışı bitirince ağlarız bir güzel! Güleriz de. Amaan en iyisi şimdiden duyguma karar vermeyeyim.



Friday, October 29, 2010

Cadılar Bayramı

Geçen yıl, 31 Ekimde Nehir'le İstanbul'a uçmuştuk...Houston'a gidişimizden tam bir yıl sonra. Tedaviyi bitirip.

Ithaca'ya geldiğimizden beri geçen yılı hatırlatan şekilde balkabaklarıyla çevrildik. Dün gibi aklımda, Nehir'le Whole Foods'a her gittiğimizde, minik balkabaklarından almak isteyişi, benim de alışveriş sepetine koyuşum, ama sonra ona çaktırmadan geri bırakışım.

Sözünü ettiğim mutluluk ile ilgili kitabı yavaş da olsa okuyorum. Güzel noktalar, fikirler var. Biraz da bildiğimi düşündüğüm kavramlar üzerine yeniden düşünmemi sağlıyor. Roman gibi hızlı okuyamıyorum.

Aklımızın, beynimizin nasıl geçmiş zamandaki boşlukları doldurduğunu, ve aynı şekilde geleceği de nasıl hayallerle şekillendirdiğimizi anlatıyor. Doğal olarak iki durumda da "gerçek" durumdan farklı hayaller ortaya çıktığı, yanılgılarımızın olduğunu anlatıyor. Gerçek hayalle örtüşmüyor çoğu zaman. Hele gelecek uzaktaysa, hayaller soyutlaştıkça, iyice uzağa düşüyor. Örnek vermiş. yeğenlerinize bakmak üzere söz veriyorsunuz, "yardım", "iyilik", "bebek" hayaliyle. Ama o gün gelip çattığında, iş oyuncak bulmai yemek yedirme, uyutma, ağlama sesleri arasında beklemediğiniz, hayal etmediğiniz bir hal alıyor.

Şöyle bir soru sorarmış insanlara. En büyük çocuğunuzu aniden kaybetseniz, iki yıl sonra neler hissedersiniz. Kendinizi nasıl hayal ederseniz, iki yıl sonra.

Merak ettim tabi, yanıtları.

Çoğunluk, herkes, nasıl yıkılacaklarını, mutsuzluklarını anlatmış. Gilbert ise diyor ki, oysa iki yıl sonra sadece bu olay olmayacak hayatınızda, başka olaylar da olacak, sizi mutlu eden. Tek bir olay olmayacak yani. Örnekler vermiş, güzel bir elma yiyeceksiniz, bisiklete bineceksiniz...

Hep dediğim, inandığım bir şeyi bu kez okudum. Hayatımız tek bir olay üzerine kurulu değil. Bu aklımızın yerinde kalmasına yarıyor. Güçlü olmak da aslında bu demek. Tek bir olay tüm hayatınızı kontrol ederse o zaman mutsuzluğa hapsolmak işten değil. Yani Nehir'in yokluğu benim için çok ama çok zor, bir yandan da hayatımda başka şeyler olmaya devam ediyor. Beni mutlu eden. Bizi.

Yine de zaman zaman hayatı ileriye sarıp, yaşlanmış ve her şeyi geride bırakmış olmayı diliyorum. Burada da sanıyorum hayalim, mutlak huzura kavuşmak.

Ah, Gilbert şunu da anlatıyor. Geleceği hayal ederken, şimdiki hallerimizin etkisiyle hayal ederiz. Yani muhtemelen ben şu andaki huzurumla, yaşlılığımı da huzurlu hayal ediyorum. Oysa bilemeyiz tabi, nasıl bir yaşlılık bekliyor beni.

Yine iş dönüp dolaşıp anları yaşamaya geliyor.

Bugün Leyla'nın bir arkadaşı bize geldi. Danimarka'lı. Aralarında konuşuyorladı. Diyordu ki Leyla'ya, "Benim de annem arkadaşım geldiğinde bana Danimarkaca kızıyor"...tam Leyla'ya, "Lütfen gülerken sütü püskürtme" demişken ben. Komşum Carole'ın uyarısıyla daha çok fotoğraf çeker oldum, Leyla Ithaca'yı ileride hatırlasın diye. Bugün arkadaşıyla çektim. Sanki renkleri dışında tıpatıp aynı iki kız çocuğu oturuyordu karşımda. Başka ülkelerden, ama gülüşleri, güldükleri şeyler, anneleriyle ilgili fikirleri...

En komiği ise. Bugün ikisini almak için okula gittiğimde ise çıkmalarını bekliyordum, kapının dışında, birkaç veli ile birlikte. Leyla kapıdan çıkarken, arkadaşına, "Annemi bulmak kolay, pembe saçlı" deyiverdi. Tabi diğer veliler de dönüp, bana bakıp, sonra da bir kızın annesini böyle tanımlama biçimine hep birlikte güldük. Valla, daha önce akıl edememişim. Nehir'cim sen ne tatlı bir kızdın, bana bu fikri verdin. Seni tüm bu balkabakları, cadılar bayramında kostüm giymiş çocuklar arasında çok özlüyorum. Pembe saçlarıma her baktığımda, senin beni görüp gülümsediğini hayal ediyorum.




Sunday, October 24, 2010

Sandra'cım

Sandra'lar ilk misafirimiz oldular. Bizi New York'a gittiğimiz ilk gün karşılamışlardı RMH'de. Mark, Nehir'in yaşıtı, ondan sadece bir ay büyük... Nehir'in arkadaşıydı. Dı.

Mark, gece 11'de gelmişlerken, kapıdan girdi, ve hemen Nehir'in çerçevedeki fotoğrafının karşısına dikildi, öylece. Biz bakakaldık.

Küçük bir çocuğa, başka bir küçük çocuğun ölümü nasıl söylenir ki.

Olmuyor işte...

Sonrası çok güzeldi.

Cumartesi günü, dört yaşındaki kızlarını bir tür beyin tümörüne nedeniyle tedavi görürken kaybetmiş ailenin düzenlediği yardım etkinliğine gittik. Belki de Sandra'larla gitmemiz bizim için de kolaylaştırdı gitmeyi. Ve Mira'nın annesiyle tanışmak benim için çok çok iyi oldu. Yine tatlı bir kadın çıktı karşıma, çok benzer süreçlerden geçmişiz, hatta Sloan'dan da geçmişler, bazı tedavi eksiklikleri yaşamışlar... hiçbir yan etkisi yok denilen bir ek tedavi sonucu, kan değerleri düşen ve bunun farkında olmadan bir seyahate giden Mira, zatüre oluyor ve kaybediyorlar. Christine ile tanışmak yine Ithaca'nın bizim için doğru olduğunu gösterdi. Benim sonra yapmak istediğim katkılara yol gösterecek bir buluşma oldu. Yine görüşeceğiz.

Açık havadaki bu etkinlikten sonra ise damak tadımızı Tayvan yemeğiyle geliştirdik, ve evde sessiz film oynadık. Mark ve Leyla ise saklambaç oynadılar. Ben onları izlerken, yanlarında Nehir'i, koşup, gülerken hayal ettim.

Christine ile sohbet ederken gözleri doldu bir an. Kızlarını kaybedeli, iki yıl olmuş. Biraz daha fazla. İki buçuk yıl. Anladım yine. O acının bizi bırakmayacağını. Ama yine Christine'de gördüm, annelerin gücünü, ve kayıplarından öğrendiklerini diğer aileler için faydalı bir şekle nasıl soktuklarını.

...

Pazar günü ise İthaca'nın meşhur şelalerinden birini gezmeye, ve "farmer's market"a gittik. Ve çok güzel geçen iki günden sonra Sandra'ları yolcu ettik. Cuma gecesi New York trafiğinden çekinmeyip, bizi görmeye geldikleri için teşekkür ederek. Mark "yine geleceğim" dedi! Dur dur dedik, biz de çok yakında sizi görmeye geleceğiz!

7 Kasım'da, Cengiz Amca, New York Maratonu'nda koşacak, RMH yararına. Bu bizim için çok anlamlı, çünkü acaba koşsam mı, koşabilir miyim dediğinde, biz New York'ta idik. Hep istediği bir şeydi ve Nehir için bunu yapması çok anlamlı idi. Anlatmaya gerek yok, RMH bizim Nehir'le geçirdiğimiz güzel günlerimizin, gezilerimizin, anılarımızın kaynağı. Bize ve bizim gibi diğer ailelere verdikleri desteğin boyutu kelimelere sığmaz.

Nehir'le birlikte gidip Cengiz Amca'ya "haydi" demeyi çok istiyorduk, şimdi hepimiz biraz buruk olsak da, Cengiz Amca'ya yine gideceğiz, ve hem RMH yararına gerçekleştirdiği yardımı, hem de bu maratonu koşarak gerçekleştirdiği kendi kişisel başarısını kutlayacağız!

Aklıma gelmişken, elimizde pembe balonlar olmalı!






Thursday, October 21, 2010

Farklı Olmak

İki keredir aynı şey oluyor. Yazmalıyım. Geçen gün komşumla yürüyüş yaptığımı yazmıştım. O gün Leyla'yı bırakıp, eve geldiğimde, ne olduysa, yine bir şarkıydı sanırım, evin önünde, arabadan çıkmadan ağlamaya başlamıştım. Tam o sırada komşum aramış, ve hadi yürüyüşe gidelim demişti... Bugün de evde sakin sakin otururken, RMH'den tanıdığım bir anneye e mail yazarken, yine ağlamaya başladım ve yine Carole aradı, öğlen yemeğe gelir misin dedi...
...

İkidir beni çıkartıyor bulunduğum ruh halinden ve sohbet ederek rahatlıyorum. Hem de çok tatlı sohbet. (Hande'cim gel senin de olsun). New York'ta büyümüş, değerleri o kadar aynı ki.

Farklı olmaktan sözettik.

Neden mi? Çünkü Ithaca'da en büyük lezbiyen grup yaşıyor. Yani Kaliforniya'dan sonra sayı olarak en çok buradalar. Benim için ilginç çünkü açıkfikirli ben, bir bu konuda zorlanıyorum. Çünkü Leyla'nın okulunda da var, öğretmenler. Ve bu eşcinsellik konusu şimdiye kadar konumuz olmamıştı. Burada ama bir zaman gelecek sorular.

Kendimi geliştirmem gereken bir alan. Biraz daha esneyeceğim. Zaten yargılayıcı olmadım hiçbir zaman ama bir şekilde "görmeden" büyüyünce, şimdi bu seçimleri kızıma nasıl anlatacağım, zor geliyor.

Derken bu konunun toplumda gördüğümüz diğer farklılıklardan başka olmadığını idrak ettim. (bravo bana yani...biraz basitleştirip yazıyorum haberiniz olsun) Kaynak ne olursa olsun, toplumun dışında, genelin dışında olmanın zorluklarını konuştuk. Azınlık hali. Zor. Dışa düşmek çok zor. Cesaret isteyen ve bir o kadar da güç isteyen bir iş. Genelin ise yargılayıcı olmadan birlikte yaşamayı öğrenmesi... ben bu yıl öğreneceğim. Zaten hoşgörülüyüm, biraz daha olmalıyım. Leyla bu konuda şanslı, çünkü bana göre çok daha çeşitli insan görüyor iki yılki deneyimleri sayesinde. Down sendromlu veya başka engelli çocuklarla birlikte, eşcinsel çiftler görüyor (bunu henüz idrak etmedi, yani soru gelmedi), değişik ülkelerden, dinlerden aileler, farklı ırklardan insanlar.

Bütün farklılıkların eridiği, eriyebildiği nadir yerlerden birindeyiz. Ve buradan bakınca, TR'deki meseleler, başka bir devre ait miş gibi geliyor. Ve TR'nin bu kadar yıldır bu işlerin içinde ilerleyememesi çok acı geliyor. Esas meseleler yerine, ekonomik gelişme, eğitim, sağlık gibi, politik kısırdöngüler içinde "haybeye kürek çekiyoruz".

Ne bileyim. Koskoca bir ülkeyi sarsmak mümkün değil ama. Bırakın bunları, hadi işimize bakalım demek. Hepimiz için amaç aynı olmalı, Türkiye'yi temel ihtiyaçların karşılanması açısından eşit hale getirmek.

Ama...burası farklı mı. Değil. Yani Amerika'nın geneli. Ya da diğer ülkeler. İskandinavya, Amerika'nın birkaç yeri farklı, yoksa al birini vur ötekine. Ama dokunulmayan bazı alanlar var, yargı sistemi, seçim sistemi gibi, bize göre daha iyi işleyen... Hiç değilse temel özgürlüklerin herkes için korunduğu düşünülüyor...

Bu biraz farklı bir yazı oldu. Ama bir küçücük yerde ufkum ne kadar genişleyebiliyormuş...

Ve Nehir. Carole, kızları için yapmış olduğu, albüm kitaplardan Nehir için yapabileceğini söyledi. Bu fikir çok hoşuma gitti. Yaptığı elişlerinin de fotoğrafını çekeceğim. Belki söylediği tatlı sözler. Ben de ona anlattım Nehir'i bugün. Nasıl pembeyi sevdiğini, elbise giymeyi, yeni bir elbiseyi giydiğinde yüzüne oturan o kendinden memnun ifadeyi, giyemediği ayakkabılarını yatakta yanında tuttuğunu, cenazesini, tabutunu...yine ağladım tabi.

Bir de erkekler merak ederler kadınlar nelerden sözeder onca saat diye. Yani nerden girdik nerden çıktık bilmiyorum, Leyla'yı almaya geç kaldım tabi!

Haftasonu ise bir aksilik olmazsa Sandra'lar geliyorlar. İlk yatılı misafirlerimiz...Ne iyi ettiler. Hem de Türk Bakkalına uğrayıp da geleceklermiş.

Monday, October 18, 2010

Mumlar

Mumlar dün içindi. Nehir'in binemediği bisikleti bırakmak istemedim. Tatlım benim, Nehir'i bisikletimin arkasında, çekilen küçük arabalarda taşımayı çok istemiştim.

Bu sabah bu kez yan komşumla yürüyüş yaptık. Çok tatlı biri, ve benim kafamda biri. Böyle zamanlarda ortak değerlerin din, din ve ırktan bağımsız olduğunu, başka şeylerle, eğitimle de geldiğini görüyorum. Ve dünyaya aynı şekilde bakıyor olabilmenin güzelliğini anlıyorum.

Üstüne, bir de öğleden sonra bu evi bizden sonra kiralamayı düşünen Fransız akademisyen geldi. Dört yaşında bir kızı varmış. Onunla da anneliği, akademisyenliği, Avrupalılığı, Amerikalılığı, akademisyen olarak, konuştuk. Hissettiğimiz suçlulukları..."Bizim okula gel, sen, her gün suçluluk ölçeği üzerinden kadınlar olarak kendimizi işaretliyoruz" dedi...Anne olarak duyduğumuz, akademisyen olarak duyduğumuz, eş olarak duyduğumuz....

Ah işte, tüm dünya kadınları birleşelim demek istiyor insan!

Bisiklet için hava soğumaya başladı. Temiz hava, hareket iyi de, bir de şu var. Ya o soğuk hava yüzüme üfleye üfleye cildim, kurur, kırışırsa! Onu da hesaba katmak ve bazı zamanlar evde güzel bir çay eşliğinde cheesecake yemek lazım.

Hayatın tadları!

Saturday, October 16, 2010

Arka Plan

Pandalari değiştirdim. Yoğun bakım günlerini hatırlatıyordu. Nehir'e sarılmayı nasıl özlediğimi, o zaman da, şimdi de...

Dünkü yağmurlu havadan sonra, bugün hava kuru olunca, Leyla ile bisiklet turumuzu yaptık. Eh, bizim bisiklet düzeyimizde, ve benim ahmak ıslatan yağdığında bile şemsiye açma alışkanlığımda, tahmin edileceği gibi, havalar etkiliyor tabi, gezintilerimizi. İdeali Leyla'yı her havada bisikletli olmaya alıştırmam, ama artık o kadar ideal anne olmayayım. Aklıma küçücük bebeklerin yüzlerini buruştursalar da annelerinin, babalarının bisikletlerinin önündeki sepetlerde gidişleri geldi, Kopenhag'taydı. Ne yapalım bisiklet yolu vardı da biz mi binmedik, yani. Ya da dümdüz bir coğrafya.

Evde kalacağımız bir günken, Meral, çaya gelin dedi. Elimiz boş gitmeyelim diye, yolda bir pastaneye uğradık, ve "patisserie" isminden anlaşılacağı gibi, ama Ithaca'da bulmuş olmaya yine de şaşırmış şekilde, sanki Fransız bir pastanesine girmiş gibi oldum. Ekler aldık. Ama yazmamın esas nedeni, 25-30 yaşlarındaki tatlı kızın, saçlarıma, "Ne kadar güzel saçlarınız var" deyişiydi. Pembe, gönlüm sende! Şimdilerde ilk zamanki fuşya renk yerini daha açık pembeye bıraktıkça, "normalleşiyor". Hele burada! "Genç"leştim! Biraz da aykırı bir duruşa sahip oldum. O işte komik yani, pek sayılmam ya da hiç olmadım... Değişiklik oldu. "Beni kategorize etme".

Meral'e gitmek ise bugün ilginç oldu. Nehir'e aynı yıl doğmuş oğlunu, ilk kez bugün gördüm. Kasım ayında üç yaşında olacak. Nehir gibi, uykusundan ağlayarak uyandı, annesinin kucağında kaldı uzun süre...ahhh...acaipti ne bileyim. Ama bir yandan da çocuklarla konuşmayı çok seviyorum. Çay koyarken, bana çaydanlığı nasıl tutmam gerektiğini gösterip, sonra da, "Gud jaaab" derken gülümsememi tutamadım. Ya da elimden tutup, bana oyuncaklarını gösterirken. Sanki tüm çocukların ruhları bir gibi, her çocukla birlikteyken, Nehir benimle oluyor. Bazen zor gelse de, aslında mutlu oluyorum. Bugün hele, Leyla da bizimle olup, Can'la, her zamanki yumuşaklığı ile oynayınca, özlemiş olduğumu anladım. Leyla'nın nasıl sevecen bir abla olduğunu. Nehir çok şanslıydı.

Yarın Nehir'i toprağa verişimizin 40ıncı günü.

Thursday, October 14, 2010

Home Alone

Az yazıyorum. Biliyorum. Aslında başladığımdan beri günlüğü aksatmamayı görev edinmiştim. Sonradan hatırlamak istediklerimi kaybetmeyeyim diye, merakta bırakmayayım diye...alışkanlık olmuştu. Şimdi, farklı. Bazen sayfayı açmak zor geliyor. Bir ara arka fonu değiştirsem dedim, onu da yapamadım. Kendime hoşgörümü arttırdım, zaten vardı, iyice arttı. Zorlamıyorum. Görev haline gelmesin, burası...ama paylaşım alanı olarak hala seviyorum.

Yani bir düzeni kalmadı benim için. Ara sıra güncellemek, söyleyecek bir sözüm olduğunda yazmak gibi. Ve sizlerden haber almak. İlginç bir şekilde, şimdilerde e postayı tercih eden de arttı. Sanıyorum hepimizde bir ne yapacağını bilememek var. Burada yazılanlar Nehir içindi, şimdi bakıyorum sadece ben değil, sizlerden de zorlanan var. Eh işte iyi olan, kural yok, dilediğimizce haberleşelim öyleyse.

Yazasım olmadığı bir PMS dönemindeyim. Biraz daha zor geçiyor, belki içindeki duygusal durumdan, belki de mevsim geçişinden...ama mümkünse bir köşede kıvrılıp kalmak istiyorum. Ama kendimi dün zorla eliptical'ın üzerine çıkardım. Bugün de bir spor danışmanlığı randevum var, ona gideceğim. Aslında, nerden işaretlediysem formda, sanki bir işaret koymam gerekliymiş gibi. Bakalım belki enerjimi yükseltir. Alet edavatlı spor oldum olası sevmedim. Ama bedene biraz bakmak gerek.

Spor salonu lisans öğrencisi dolu. Ne diyeyim, "bizim zamanımızda", İstanbul'da bu işler yoktu. Öylece takılırdık, kantin, "manzara"...Belki de manzaraları olmadığı içindir, ha ha. Gerçi, "bizim zamanımızda", güney kampüs, kuzey kampüs shuttle da yoktu, ve dersten derse o yokuşu inip çıkardık. Hımmm, tabi otostop yapmadığımız zamanlar. Üniversite günlerini hatırlamak hoşuma gitti. Ah ya, yaşlanmak böyle bir şey sanırım. Eyvaaah, anılara dönüyor günlük yaşam.

Hemen başlığa geleyim. Sevgili İdil'in uyarısı üzerine, nasıl oluyor bu iler diye baktım. Anlaşılan aslında bir yasa yok. İki eyalet dışında. New York'ta yok. New York Times da eski bir yazıya denk geldim, nasıl çok sayıda çocuk olduğu, yalnız kalan, bilinmeyen anlatıyordu. Esasen, çocuğa bağlı diyorlar. Olgunluğuna. Çevreye. Doğrusu, Leyla'nın biraz büyüdüğünü hissetmesini de istiyorum. Biz büyürken çok daha rahattık. Bakkala gider, gelirdik...şimdiki çocuklar evden okula, servis, "sokak" yok. Ne bileyim, buradaki küçük ve göreceli olarak güvenli koşullardan yararlanalım. Tabi cep telefonları oluşu bir güvenlik. Komşu oluşu bir güvenlik. Ama aklıma gelmeyen başka şeyleri okudum. Acil bir iş olduğunda ne yapacağını biliyor mu? 911i arayabilecek mi? Kapıyı açmasın dedik ama birisi içeri girer mi?? Seda da bu konuda uyardı. Burada olmuyor öyle işler ama tabi. Neyse zaten sıkça yapacağımız bir iş değil, o gün de kısa bir süre idi, ve komşuların evde olduğunu biliyordum. Ve cep telefonundan aradım, o da aradı.

Ama uzmanlar 10, yaş, 11 yaş diyor, kimisi 14 yaş. Birisi yazmış, bir teenager'ı bırakmak daha mı güvenli diye ki, hiç düşünmemiştim. O da zor olabilir. Çocukla ilgili. Bir başkası demiş ki, benim çocuğum yiyeceği üçüncü kurabiye için bile telefon eder izin alır. Ki, bu tam Leyla. Bence çok bile izin alıyor. Ama bu bizim için bir avantaj, şu anda. Nasıl olsa gün gelecek, kendi yolunu bulacak ve biz adamdan sayılmayacağız. O zamana kadar tadını çıkarsak iyi olur. İyi huylu kızım.

İşte "Home Alone" durumu böyle.

Leyla ile her gün bisiklete biniyoruz. Sevdiğimiz bir yol bulduk. En başı hafif yokuş, ama sonra biraz düz, derken hafif eğimli, ve dönüs yolu tamamen aşağıya doğru eğimli, yani çok eğlenceli. Leyla bir haftada bisikletine daha iyi hakim olmaya, ve artık yokuşlarda inmeden çıkabilmeye başladı. Yol kenarından gidiyoruz. Kaldırımdan. Ama "stop" işaretlerinde duruyoruz. Trafiği de öğreniyor bir yandan. Arabaları beklemeyi öğreniyor. Garajdan çıkacak arabalara dikkat etmeyi. İkimizde de kask! Bu işi yaptığımıza çok memnunum, İstanbul'da yapamadığımız bir işti. Site içerisinde değil de araç olarak kullanmak. Kaçıncı yazışım, anlayın ki özlemişim. En son, artık fi tarihi olan bir dönemde bisikletli olmuştum. Ama burası da çoğunluk yokuşlu olunca bilmiyorum tüm şehri dolaşır mıyız. Benim bisikletin vitesleri biraz uyduruk. Geçen gün değiştireyim derken, zincir çıkıverdi. Yani biraz kısıtlıyız.

Eh hadi ben spor reçetemi almaya gideyim!

Sunday, October 10, 2010

Müzik

Jason Mraz çalıyor radyoda. "I won't hesisate, no more, no more, it cannot wait...I am yours".

Bana mutluluk veren bu şarkı şimdi ağlatır oldu. Hafızamda, Houston'da bu müziği keyifle dinleyişim var. Bazen arabada, Nehir'le parktan dönerken. Bazen evde, Fizy'de dinlerken, baba bilgisayarında çalışırken, Leyla ve Nehir oynarlarken, ben yemek maceralarımdan birinde. Ve çok sonra, yoğun bakım günlerinden birinde, sevgili Nazlı yine göndermişti, Fizy bağlantısını, dinlemiştim, gülümsemiştim. Şimdi ise radyoda beni yakaladığında gözyaşlarım beni bırakmıyor.

...

Haftasonu güneşli, hava sıcak. İstanbul'da hava soğumuşken, burada henüz sonbahar. Ağaçlardaki yapraklar değişik tonlara büründü. Sarı, kahverengi, yeşil, kırmızı birarada. Benim ilk Amerika'ya gelmiş olduğum mevsimdeyiz. Yıllar, yıllar önce. Amerika ile doğu yakasında, eylül ayında, bu renklerle tanışmıştım. O zaman da çok sevmiştim bu görüntüyü, şimdi de öyle.

Dün sabah baba ile yürüyüş yaptık, kampüsteki gölün etrafında, sonra da kampüsün içerisinde. Leyla evde kaldı. İlk kez, tek başına kaldı. İki saat. Leyla'm büyüyor. Aslında ne çok büyüdü. Ve ergenlik öncesi dönemde olmasının sinyallerini veriyor. Konuşması, "Anneee" deyişi değişti. eskiden her şekilde bizimle olmayı isterken, artık kendi yapmak istedikleri, tercihleri var. Yavaş yavaş annelik-babalık şeklimizi bu değişime uyarlamamız gerektiğini anladık. "Günaydın".

Bugün yine bisikletle dolaştık Leyla ile. Bunu çok sevdi Leyla. Az yokuşlu bir yol bulduğumdan beri ben de daha çok sever oldum! Dün birlikte bisikletle, öğlen sandviç yemeğe gittik. Böylece bisikleti bir araç olarak kullanmış olduk, birlikte ilk kez. Leyla hemen sınıf arkadaşını anlattı, nasıl hem et yemiyorlarmış, hem de sadece bisiklet kullanıyorlamış, araba sevmiyorlamış. Ha ha tüm cip sahibi arkadaşlarım için çalmış olayım bu paragrafı!! Ama tabi İstanbul'un o meşhur bir haftalık karakışında bir gereklilik olabiliyor. Tabi daha rahat yazıyorum artık, çünkü yorumlara onay verir oldum, hatırlatayım! Yani cevap hakkını kullanmak isteyenler, doğrudan bana yazmış olacaklar.

Aslında yazdıklarıma bakınca, beni çok iyi yansıtıyor. Bir an ağlıyorum, bir an geliyor gülümsüyorum, gülüyorum hatta. Yüreğim değişik duygularla, aklım düşüncelerle dolu.

Yapmaya başladım.

Bu hafta ilk akademik makalemi okumayı bitirdim. Bugün kitap için çalıştım. Biraz üretmiş olmak kendimi iyi hissettirdi.

Uzak yazdığında bir yanıt veremedim. Çünkü bir parça sorumluluk hissettim, ürktüm. Tüm içtenliğimle, hayatın istediğin gibi değişmesini diliyorum, Uzak.

Herkese iyi bir hafta diliyorum, ve Nehir'i sevenleri, sizleri sevgiyle kucaklıyorum.

Friday, October 8, 2010

Nehir'imi Uğurlayalı Bir Ay Oldu

Sakinim. En son dağılacak kadar ağladığımdan beri, daha sakinim. Ama video izlemedim.
Günlerim sakin geçiyor. Sevgili Kübra'nın Finlandiya'dan beni bulmuş olması ne güzel oldu. Tam bana göre iki kitap göndermiş. İlkini hemen okudum.

İki gün içerisinde, "strep throat"tan 5.5 yaşındaki, pembeler seven, kızını kaybetmiş bir yazarın yasla mücadelesi. Kendime çok yakın bulduğum duyguları oldu, bazısı bana uzaktı. İki gün önce oyun oynayan bir çocuğu, o kadar hızlı kaybetmek çok ağır. Allah korusun. Hep düşündüğüm gibi senaryoların sonu yok ve herkesin hikayesi kendine özel. Herkesin acısı büyük. Geçen gün baby Mert'i sormuştu bir yorumcu...Ben sayfalarına girip okumuştum o ara...Bir acaip senaryo da o hikayede, doğuştan diyaframda bir delik var ve o deliğin bu kadar ciddi komplikasyonla sonuçlanması, bedenimizin dengesinin ne kadar hassas olduğunu bir kez daha hatırlattı bana.

Sahip olduklarımıza şükretmeliyiz. Yaşamımıza.

Ann Hood kitabında çok güzel söylemiş, zaman iyileştirmiyor, zaman geçiyor sadece.

Çok doğru.

Bu hafta burada yeni tanıştığım Meral ile buluştuk. Saatlerce sohbet ettik. Çok iyi geldi. Ondan, bundan, çocukluğumuzdan, eğitimden, kadınlardan, erkeklerden, çocuklardan, kanserden...

Sonra dün, karşı komşum ile yürüyüş yaptık. Bir yaşındaki tatlı bebeğiyle. Bir hafta kadar önce, bir kaza sonucu kafatasını kırmış, ve bir hafta hastanedeymiş...Ne kadar korkmuş olabileceğini biliyorum. Ann Hood'un içinde düştüğü dehşeti gözlerimde canlandırabiliyorum. Tarif ettiği yoğun bakım şartlarını anlayabiliyorum.

Nehir'imi özlüyorum. Fotoğraflarına bakıyorum. Muzip gülüşü, tatlı gülüşü, yüzünü komik hallere sokup verdiği pozlara bakıp, gülümsüyorum. Öpüyorum bazen.

Bu acıyı yaşayan başka anneler olduğunu biliyorum. Yalnız değilim. Hepimiz hayata devam ediyoruz, biliyorum. Ama hep o eksiklik hissi ile. Yarım hal ile.

Önümüzdeki dört gün burada hava çok güzel. Bol bol dışarıda olmaya çalışacağız. Komşum Leslie, kışın bazen 30 gün gri olabildiğini söyledi havanın. Korkmuyorum! Bize bu yıl gri yakışıyor. Bizi tamamlıyor, bizi anlatıyor.

Ahh, bu arada harika yeni telefonumu tuvalete düşürdüm! Tam pembe saçlarıma yakışan bir kaza oldu...Tabi ki tuvaletten aldım. Ama henüz bir hareket yok.

Ve Yeşim'cim, toplantıya gitmiş olmana çok ama çok sevindim. Senden direktif bekliyorum! Bekliyoruz.

Canım Nehir'im seni yolcu etmek çok zordu tatlım. Seni çok seviyorum.

Monday, October 4, 2010

Nehir'im

Haftasonu hava çok güzeldi. Güneşli. Ithaca'da "elma festivali" vardi. Biz de bu bahaneyle, dışarıda zaman geçirdik. Bol bol yemek "stand"i arasında, müzik grupları, sokak göstericileri de vardı.

Cumartesi günü üniversite öğrencilerinden oluşmuş, erkek bir acapella grubunun mini konseri çok ama çok hoşuma gitti. Çünkü Ken Robinson'un sözünü ettiği tek tip, tek yol gençlerin arasından farklılaşabilmiş, ve okul dışı etkinliği neredeyse profesyonelleştirmiş olan gençleri gıptayla izledim. Hem de aralarında "inek" stereotip'ine uygun olanları da görünce. Bugünlerde "nerd" kelimesini "sıkıcı" olmakla bağdaştıran Leyla'nın kulağına fısıldadım, "Bak, sana "nerd" tipli ama hiç de sıkıcı olmayan bir genç". Bir de tabi, benim dinlemiş olduğum acapella gruplarından farklı, pop, rock söylüyorlardı, ve karşılarında "çığlık" atan muhtemelen okul arkadaşları kızlar vardı. Çok eğlenceliydi velhasıl, her şeyiyle. Ha bir de hala söyledikleri parçalardan en azından bir ikisine eşlik edebiliyor olduğum için de kendimden hoşnut kaldım. LiterockIthaca 93.7 sayesinde. Bu ara sürekli dinliyorum.

Babişko gitmiş olduğu toplantıdan dönünce, bir de süpriz başbaşa yemeğe çıktık. Sevgili komşumuzun kızı, Leyla'nın "buddy"si, Jo, gelip, biz "Elma festivaline" gidiyoruz, gelir misiniz deyince, "Önce, hay Allah biz yeni geldik" dedim, ama Leyla Jo ile olmak için gözümün içine bakıyordu, sonra Carol ile konuşunca, "Aaa, bizimle gelsin, siz de karı koca yemeğe çıkın, dönüşte Leyla'yı alırsınız" programına dönüştü... Yani herkes için güzel bir akşam oldu. İstanbul'da yapamadığımız komşuluğu burada yapıyoruz. Unutmuşum. Çocukken halbuki, çok yapardık. Kah soğan ister, kah domates, okul çıkışı bir komşunun evine giderdik...Özlemişim.

Pazar günü hava yine güzel olunca, yine gittik. Bu kez üçümüz. Leyla biraz söylendi, "Evde kalsaydık, her gün bir yere çıkmasak" diye. Biz de "Havalar güzelken dışarıda olalım, sonra evde olacağımız günler çok olacak" diye çekiştirdik Leyla'yı. Yani "İstersen evde kalabilirsin" i satın almadı.

Tabi, sıkça olan bir şekilde, sonrasında en çok Leyla eğlendi. Gittiğimizde çok iyi bir sokak sihirbazına rastladık. Gerçekten de basit ve bir o kadar da şaşırtan numaralar yaptı. En güzeli, Mahmut'tan aldığı 20 dolar üzerine yarım saat espri üzerine espri yapıp, "Nasıl kazıkladım turisti, Mahmuuss" diyerek, sonunda bir limonun içinden çıkarmasıydı banknotu, ıslak ve ekşi. Çok komik bir adamdı.

Sihirbazı izledikten sonra yürürken ise bir anda Tarkan'ın sesi geldi. "Yakalarsam"...Haydaa. Şuna ne demeli. Ithaca'nın orta yerinde Tarkan eşliğinde göbek dansı! Göbek dansı kursuna giden amatör kadınlar gösteri yapıyorlardı. Bir yaşıma daha gireli çok olmadı ama yine de girdim.

Sonra da sihirbaz kadar şaşırtıcı değil ama zaten yaşça ona göre daha genç başka biri "joggling" yaptı. En son numarası, yanan lobutlarla idi. O arada ise bizim gibi buraya gelmiş bir Türk çift ve 10 yaşlarındaki kızlarıyla tanıştık. Telefon ile görüşmüştük ama dün kısa da olsa görüştük. Burada bile birbirimizi bulmuş olduk.

Güzel bir haftasonu idi...değişik. Anı yaşatan.

Henüz Nehir de olsaydı düşüncesinden kurtulamıyorum. Cumartesi günkü gençleri dinlerken özellikle. Çok seveceğinden emindim. Ya da joggler...muhtemelen göbek dansçıları.

Bugün Nehir'i kaybedeli bir ay oldu. Zaman hem geçti hem hiç geçmedi.

Not: Sevgili Axius. Yüzde yüz katılıyorum yazdığınıza, merak etmeyin ben de kendime bol bol telkin yapıyorum.

Saturday, October 2, 2010

Sevgilime

Sevgili Esin, babayla yıldönümümüzü kutlamış. Geçen yıl blogta yazmış olduğum için, taa uzaktan, bizi blog üzerinden takip ederken...

Demiştim, şanslıyız diye. Bugün birbirinden güzel e postalarla başladım güne. Her biri bende çok güzel duygular yarattı. Sevgi, dayanışma, dostluk...

Böyle günlerde dünya iyi bir yer oluyor birden.

Teşekkür ederim.

Teşekkür ederim.

Nehir'i ziyaret etmek isteyen bir baba var. Daha önce de yazan olmuştu. Ben bilememiştim. Zaten bir mezarın yeri nasıl tarif edilir. Zincirlikuyu'da. Üstelik henüz bir adı da yok. Babamın adıyla hala, Prof. Dr. Yaşar Atan. Giderseniz, bir çiçeği olsun. Pembe. Dün Leyla sordu, "Nehir'in taşı oldu mu?" diye, birden. Çünkü nasıl bir taş olacak diye, birlikte bakmıştık ve pembe, kalp şeklinde bir taş beğendik. Nerede mi beğendik o taşı? Westport'ta bir mezarlıkta. Türkiye dönüşü. İnsan böyle acaip detaylara takılabiliyor, hele ben olunca. Nehir güzel uğurlansın, yattığı yer ona yakışsın, geçenler orada tatlı bir çocuk olduğunu anlasınlar.

Hay Allah, ben sevgilime yazacakken, kaydım gittim başka yere. Başka yer ama sevgimiz. Belki de bugünde Nehir'le birlikte olmaktan başka bir kutlamaya ihtiyacımız yokmuş.

Canım sevgilim, sevgili baba...iyi ki varsın. İyi ki geldin. İyi ki biz, "biz" olduk. Hep böyle kalalım.

Friday, October 1, 2010

Küskünlük Hali

Şu işi bir açıklığa kavuşturayım.

Birincisi yanlış yazmışım, kaza yerine hata demişim.

Ama doktorlar ve Sloan hakkında tam olarak ne düşündüğümü izninizle burada yazmayacağım. Çünkü ben de bir hukukçuyla görüşmek niyetindeyim.

Gerçi bir hukukçuyla görüşmeden önce konuşmayı istediğim birkaç kişi vardı. Fikirlerine, tecrübelerine güvendiğim. Konuştum. Çok emin değilim elimizde bir "vaka" olduğundan. Hepimiz biliyoruz, sizler de yazdınız, komplikasyon önemli bir kayıp nedeni.

İşte gelin görün ki, benim bir şekilde en azından bir görüşme yapmaya ihtiyacım var. Ondan sonra bir şekilde daha kolay, hiçbir zaman kolay olmayacak, ama aklımda bir şüphe kalmadan, yine yapmam gereken bir işi yapmış olmanın huzuruyla devam edeceğim.

Merak etmeyin ama bu işe çok kaptırmayacağım. Bana iyi gelmiyor, doğal olarak. Geçmişte asılı kalmak kimseye iyi gelmemişki bugüne dek.

Devam edeceğim.

Karşıma ilginç bir kişi çıktı. Umarım benimle görüşmeyi kabul eder. Hem doktor, hem hukukçu! O konuda heyecanlıyım. Bendeki, esasen öğrenme isteği. Yani benim duyduğum sıkıntılar, bizim hissettiklerimiz meşru gerekçeler mi, yoksa çocuğunu kaybetmiş acılı bir anne babanın beyinlerinin onlara oynadığı bir oyun mu.

Biraz da bu olasılık nedeniyle yavaş hareket ediyorum. Zaman geçmesini bekliyorum, kendimi dinliyorum, kendimi tartıyorum. "Distorted" düşünüyorsam, biraz daha objektif olabilecek kıvama gelmeyi bekliyorum. "Çarpık", "duygusal", bir halden yavaş da olsa çıkabilmeyi bekliyorum. Bu belki de hiçbir zaman mümkün değil ama ancak zaman iyi gelecek.

Bir yandan da sizin yazdıklarınızı okuyorum, arkadaşlarımı dinliyorum. Özellikle de bu konuda bilgili kimseleri can kulağıyla dinliyorum.

Teşekkürler. Sevgili kalite kontrolcü yorumcu (bilemedim nasıl hitap edeyim), amaç çamur atmak değil. Hatta aman çamur atmış olmayalım arzusu da var. Hiçbir doktorun onca yıllık emeği, verdiği şifayı küçümseyemeyiz. O nedenle de, haydiii avukata demedik. Ama olan biteni kendi kafa sağlığım için biraz daha iyi anlamaya ihtiyacım var. Bunlar olur demekle, yaşadığımı aşmam çok kolay değil. Neden olduğunu anlamaya ihtiyacım var.

Hayatta başımıza gelen çok olayı, değişik yollarla geçmeye çalışıyoruz. "Her işte bir hayır vardır"; "kısmet, kader" gibi cümleler işimize yarıyor. Şimdi değil ama.

Thursday, September 30, 2010

Sessizlik

Genellikle yazacak ve konusacak birseyler bulmakta zorlanmam, malum, ama isteksizim bu ara.

Sanirim Nehir'in yoklugu beni bu hafta vurdu. Bir şekilde TR'ye uçmak, dönmek, yeni ev, ufak tefek işler, Leyla'nin okulu derken zaman geçti...şimdi ise...durdu.

Nehir'i kaybettigimiz ilk günlerde bir yandan da uzun hastane sürecinin, hem onun için ama hem de bizim için bitmesinin verdiği bir rahatlama da vardı. Yorgunluk hali.

Şimdi bedenim dinlenince, esas kayıp hissi ortaya çıktı.

Ayaktayım, yapılması gerekenleri yapıyorum, kısa da olsa spora da devam ediyorum...Ama gözyaşlarım durmuyor. Feride iki tane video bağlantısı gönderdi. Biri eğitimle ilgili. Gülerken gülerken ağlamaya başladım. Neden ağlıyorum anlayamadım. Sonra adını koyabildim. Çocukların geleceğinden sözediyor konuşmacı, yaratcılıktan. Birden Nehir'in büyümediği, büyümesini izleyemiyor olmak fikri yakaladı beni.

Ama dediniz ya, ağlamak iyi. Bana da hep iyi gelmiştir. Biriktirmek yerine.

Biliyorum. Ne güzel de yazdınız. Zamanla kabuk bağlayacak. Kimse bekleyemez kısa bir sürede bunu geçirmeyi.

Fatih Bey aradı...Onunla Nehir nüksettiğinde, New York'a uçmadan önce konuşmuştuk. Bizim için zor zamanlarda çok önemli desteği oldu. Yine onunla konuşmak, yaşadıklarımızı paylaşmak çok iyi geldi. Hem doktor, hem hemotolog, hem Amerika'yı, hem de Türkiye'yi biliyor. Sloan'u biliyor...Anlattım. Az da olsa bunların olabilceğini söyledi, bizim için ağzımızda acı bir tat bırakmasının da zor ve üzücü olduğunu söyledi, Sloan'daki memnuniyetsizliğimizi anlatınca. Yine Nehir'in ikinci "tap"inin, ve yaşadığı komplikasyonun onu yıkmış olabilceğini belirterek. Evet. Bu doğru, zaten benim için kabullenmeyi zorlaştıran da bu kısmı. Biliyoruz, nasıl kötüye gitti. Bu beni bırakmıyor.

Çok isterdim, "Her şey en iyi şekilde yapıldı ama olmadı" demek. Bunu diyemiyor olmak, hele onca çabamıza, çabaya rağmen, bu beni çok üzüyor. Karşımıza ne çıkarsa çıksın mücadele etmeye, bir şekilde "yapmaya", "gerçekleştirmeye" programlanınca kabullenmek zorlaşıyor. Aklımla anlamaya o kadar programlanmışım ki, Nehir'in ölümünü anlayamamak, ya da aslında anlamış olmak, yoruyor.

Allah beterinden saklasın.

Bu ama çok doğru.

En azından biz elimizden geleni yaptık. Bunu söylememek en zoru olurdu, benim için. Fatih Bey de tekrarladı, Sloan sonuçta en iyi hastanelerden biri. Ama öğrendik ki mükemmel değil. Nehir'in o kocaman tümörle uçmuş olması bile bir şanstı. Bize birlikte birkaç ay daha birlikte olma fırsatı verdi.

Dr. L'nun elinden böyle bir şanssızlık yaşamış olmamız...diyecek bir şey yok sanırım. Ona hata yaptığı için kızmıyorum. Ama bir şekilde bu işte, tek bir doktorun her işlemi yapışı, çalıştığı uzun saatlerin payı var ise, bu kabul edilir değil. Bu hastane yönetiminin sorunu. Veya "floor"daki bakım yetersizliği, "anlayamadık" lafları, veya bizimle olan iletişim eksiklikleri...

Affetmiyorum.

Bir yorumcu yazdı ya...biz olsak binayı tepelerine yıkar, televizyona çıkardık....diye. Doğrusu içimden geçen binayı tepelerine yıkmak değil. Ama her biriyle konuşup, iyi yapmadıkları işleri anlatmak ve onlardan "Üzgünüz, daha iyi bakmalıydık" sözünü işitmek. İşte ama buradaki hukuk baskısı ve korkusuyla hiçbir doktor dürüst bir şekilde bizimle konuşmayacak, konuşmaz.

Yazık.

Kızgınlığımı akıtmış olayım biraz.

Öfke değil ama. Çünkü Nehir geri gelmeyecek.

Bir şekilde iyi düşüncelere odaklanmanın yolunu bulmalıyım. Bu kısırdöngüye sokuyor beni.

Peki.

Feride'nin gönderdiği videoyu izleyin. Eğitimle ilgili. İngilizce. Adamın esprilerine çok güldüm. Özellikle akademisyenlerle ilgili, saptaması, doğru.

Feride ve Melania'nın sitesi, www.damara-cocuk.com'a giriyorsunuz (anneler için çok güzel bir alan yarattılar!) ve sağda köşede, TED konuşmalarında duruyor. Robinson soyadlı konuşmacı.

Sunday, September 26, 2010

İnişlerim Çıkışlarım

Bugün zordu.

Sabah Nehir ve Leyla'nın RMH'de oynarlarken çekmiş olduğum kısa bir videolarına rastladım, telefonla çekmişim. Ve bu, beni darmadağın etti bir anda.

Bugünlerde okuduğum kitapla çakıştı. "Stumbling on Happiness" adlı bir kitaba başladım. Tesadüf, geçen yıl almışım, Mahmut'a. İstanbul'da iken Mahmut çıkardı, ben de okuyayım dedim. Yazar, akademisyen. Eğer nasıl mutlu olurum diye arayış içerisindeyseniz, yanlış kitap diye başlıyor...

Daha başındayım.

Ama videoyu izlerken, bir anda vurdu. Geçmiş mutluluğum. O anlar. Bir daha geri gelmeyecek oluşları çarptı. Fotoğraflar değil de, görüntü sesle birleşince dağıldım.

Geçecek.

Işıl yazmıştı, dalga halinde gelirmiş yas hissi, kayıp hissi. Bugünkü dalga devirdi.

Zaman. Zaman. Zaman. Zaman.

Leyla ağlama işine takıldı. Kendi ağlayamıyor. Beni ise takipte, ağlıyor muyum, ağlamıyor muyum. "Büyüklerin ağlaması saçma" imiş. "Sulugüzlü" imişim, "İkide bir ağlıyor"muşum.

Biraz konuştuk. Sonra biraz toparladı. Ben de.

Kütüphaneye gidip, yeni kitap aldık. Sonra sandviç yedik. Eve dönünce ise bisiklete bindik, birlikte. Leyla'ya yeni bir bisiklet aldık. Ben ise dün craiglistten ikinci el bir tane aldım. Leyla'ya eşlik edecek kadar. Bisiklete binmeyi özlemişim, Leyla da "Anne, düşündüğümden iyiymişsin" dedi. Düşündüğünün dayanağı her neyse. Halbuki, ben Leyla'ya göre farklı, sokakta ve bisikletle büyüyenlerdenim.

Sonra ise Leyla, Jo ile oynadı. Ballı kızım yan evde, 8 ve 10 yaşlarında iki kıza rastlamış durumda. Buna çok sevindim. İlk kez yaşıtı komşulara rastlamış olduk. Beni okuldan oyun arkadaşı ayarlama işinden kurtardı. Ya da en azından kolaylaştırdı. Tatlı iki kız. Ben de dün anneleriyle konuştum. Okul meseleleri falan. Anlaşılan Amerika'nın da eğitim sistemi iyiye değil, kötüye gidiyor...En son, "Eh neyseki biz gelecek yıla dönüyoruz" dedim...ha ha...yani bir Amerikan eğitim sistemini düzeltmem eksik!

Akşam kutu oyunu oynadık, hep birlikte...Biraz kendime geldim.

Nehir'cim seni çok seviyorum ve özlüyorum. Keşke sen de bizimle olsaydın. Yani biz, biz değiliz. Eksildik. Bazen sen bizsiz kaldın diye, bazen biz sensiziz diye üzülüyorum. Bazen sadece gözlerim doluyor, birkaç damla gözyaşı, bazen de bugünkü gibi koyveriyorum kendimi.

Yasımı tutuyorum.



Friday, September 24, 2010

Müfredat

Dün akşam Leyla'nın okuluna gittim. Ne yapıyorlar, ne yapacaklar bu yıl anlattılar. Ms. Devers Leyla'nın ilk yaşı ileri öğretmeni. İlk geldiği hafta, geçen hafta, babasını kaybetmişti, 92 yaşında, izin almıştı. Çok tecrübeli bir öğretmen.


Leyla çok da konuşmadığı için çok iyi oldu gittiğim. Ms. Devers beni görünce, "Leyla, arkadaş edindi bile, sanki hep bu okuldaymış gibi", deyince gülümsedim. "Benim Leyla'm" dedim. Dünyasını oluşturmaya başlamış bile.


Bir kez daha gördüm ki, bu yıl çok iyi bir deneyim olacak onun için. Hafifliği çok dert etmemeliyim, çünkü çok farklı kültürlerden gelen ailelerin oluşturduğu bir sınıf. Leyla'dan duyduğum değişik, hadi diyelim çok değişik, adlı çocukların, Amerika'lı ailelerce destek alarak okutulduklarını anladım. Anne babaları farklı kültürlerden, karışık evliliklerden çocuklar var.


Ve en iyisi ilk oyun arkadaşı bağlantısını kurmuş oldum. Yani ben değil, de diğer çocuğun babası beni buluverdi, çıkışta. Karısı İsrail'li, kendi Amerika'lı. İsrail'li oluşlarına çok sevindim, yakın bir kültür (hala yakın arıyorum!).


Ve öğretmen dün bir cümle söyledi, çok anlamlı.


"Not just to tolerate others, but to accept differences". Farklı kültürlere göz yummak, katlanmak değil, farklılıkları kabul etmek.


Bunu ben de öğrenmeliyim.


Bu yıl aslında düşündüğümden daha çok konu yapıyorlar. Matematik biraz geri gidebilir ama özellikle İngilizce yazısı gelişecek diye memnun oldum. Düşünüp, planlayarak yazmayı, detaylandırmayı, yazdıklarını kontrol etmeyi öğreniyorlar. En çok bunu görmek sevindirdi. Bu çok önemli bir beceri. Üniversiteye gelen "mühendislik" öğrencilerinde çok eksik gördüğüm. Yazı yazmıyoruz yeterince. Tabi, güzel yazanları bir kenara koyalım. Geçen gün bana e mail atmış olan Elif Dilek örneğin.


Kitap seçmeyi öğreniyorlar. Kendi seviyelerine göre olanı bulmayı.


Ve tabi yerel tarih. Iroquois. Bu yörede yaşamış, kabileler. Birkaç ay boyunca 1600lerden itibaren kuzeydoğu Amerika'da, New York eyaletinde kimler, nasıl yaşamış öğreniyor olacaklar. Yerel tarih fikrini de çok sevdim. Yaşadıkları topraklardan kimlerin geçtiğini, öğrenmek. Sanıyorum öğrenme şekilleri güzel. Tarihler, olanlar değil de yaşam biçimleri, kültürlerini anlamak. Bunları hikayelerle öğreniyorlar. Hepsi kendini anlatan bir resim çizmiş, ve kendilerinde buldukları iyi bir özellikle, isim vermişler. Leyla: "Fast learner". Alem kız...


Sonra da yazmış olduğu, en sevdiği spor başlıklı kompozisyonu okudum. "Futbol". Şuna çok güldüm: anlatmış, anlatmış, şöyle oynanır, kaleye atılır...vb...sonra da demişki, "ama bazen iki takım da koşsa da, bir uçtan diğerine, gol atamıyorlar, o zaman sıkılıp başka bir televizyon kanalında eğlenceli bir film izlerim". Vallahi, yazdıkça gülüyorum. Bu kadar mı sevilir futbol hani! Bu ne güzel taraftarlık! Gol yoksa, film.


Leyla'mı çok seviyorum. Aslında yazarken sanki ne zamandır yazmamışım gibi geldi.


Bugünlerde çocuklarını nöroblastomdan kaybetmiş diğer ailelerin bloglarına yeniden girer oldum. Ne yapıyorlar diye. Nehir iyi değilken bırakmıştım. Hatta aile listesine gelen ölüm haberlerini de siler olmuştum, görmeyeyim, uzak kalsın diye.


Bir anne, bir kolumu kaybettim. Sızısı sürüyor demiş...çok güzel uzun bir yazı yazmış, bu metaforla. Benim çok takdir ettiğim diğer anne ise, "mış gibi yaşıyoruz" demiş. Gülüyoruz, yaşıyoruz ama acımız hep bizimle, " we fake the normal life" demiş. Biraz doğru. Bende de öyle bir hal var. Her şeyi yapıyorum ama sanki bir durgunluk, tutukluk, ne bileyim eskisi gibi değil. Ben beni oynuyor.


...


Yazmadan geçmeyeyim, iki gün önce barbunya pişirdim...Ve Leyla "Anne bu yemek işinde çok ilerledin", dedi. Nehir de çok seviyordu, basit de olsa benim pişirmemi. Mutfağa gelsin, gitsin, izlesin. RMH'de bile.


...

Wednesday, September 22, 2010

Şans

Nehir'i uğurlarken, eskilerden beni bilen biri..."Şanssız kızım" diye sarıldı bana. Bir an şaşırdım, öyle de bir an ve yerdi ki, bir şey söyleyemedim. Aslında anlatmak istedim.

Kendimi şanssız bulmuyorum. Hiç de bulmadım.

Hayatta şanslar ve şanssızlıklar olduğu malum ama herhalde son nefeste bir tahlil doğru olur.

Bir de her olayın değişik boyutları var. Nehir'in rassal bir hücre bozukluğu ile karşılaşması şanssızlıktı tabi. Ama bakınca iki kez yaptığımız uçak yolculukları, kocaman tümörlerle, meğer şans imiş. Ch14.18'i yakalamak büyük şans idi. Gelebilmiş olmak...Derken bir şekilde döndü.

Ama hayatta her zaman şanslı veya şanssız olmuyoruz ki.

Düşünüyorum, belki hiç çocuk sahibi olmayacakken bunu iki kez tatmış olmak zaten bir şans. Nehir'in sevgisini yaşamış olmak. Blog üzerinden yaşadığımız tüm paylaşım da bir şans bizim için. Aldığımız destek, yaşadığımız eski ve yeni dostluklar, insanlık. O kadar sarmalandık ki, yazdınız ya, az kişi görür bu sevgiyi diye.

Çetere bitmez.

Gerek de yok.

İkisi birarada, hep. Yine öyle olacak.

Kendi adıma çocukken babamı kaybetmiş olduğum için, "sıramı savdım" gibi gelmişti. Sonra babamın çok yakın arkadaşı, "Hayır", demişti, "Hayat her zaman şaşırtacak". Ne diyeyim. Doğru. "Ezber bozulma" var ise, bu işte tam da o oldu. Hayat demeye çalışıyor ki, ben sürprizlerle doluyum. Bazen iyi, bazen değil. Nasıl baktığımız önemli. Ben tutunanlardan oldum hep. Yine öyleyim. Tutunmak için umut gerekli, gelecekle ilgili olumlu beklenti yaratmak. Ben yine hayal kuracağım. Mutluluk içeren. Belki bir parça buruk ama içinde mutlaka bir gülümseme bulunacak.

Eh bugünün iyi haberi: Üçüncü spor günümü tamamladım. İki yıldan sonra ilk kez. İlk gün yazmadım. İyi bir başlangıç. Lisans öğrencileri ve 70 yaş üzeri arasında benim gibi bir ben.

Leylacım: Herkese tek tek yazamıyorum, kusuruma bakmayın ama beni çok etkileyen birkaç mail aldım. Leyla'yı düşünen, "eski" Leyla'lardan. Ve "genç"lerden. Birincisi, şu önemli, Nehir'in hastalığı az olan bir şey. Yani çocuklara ve gençlere şunu söylemeli, bu size, sizin çocuğunuza veya kardeşinize veya kuzeninize olmayacak. Ve Leyla'yı düşünüyorum. İki yıldır benim ilgimden uzak kaldı, üstelik Nehir beni paylaşmayınca bile gülümseyerek. Ama şimdi onun sarılmaya, sevilmeye, ilgi görmeye ihtiyacı var. Zaten cimcime, "kutu oyunu oynayalım mı" diye peşimizi bırakmıyor. Sabahları uyandığında ve akşamları yatarken ise "anne-kız" zamanı geçiriyoruz. Nehir'in fotoğrafını çantasına koydu. Geçen gün de, aklına nereden geldi bilmiyorum, "Hani kalp kolyeler var, içine fotoğraf konuyor, onlardan alsak" dedi. Doğrusu ya benim aklıma hiç gelmemişti, çok sevdim bu düşünceyi. Eskiden vardı, bizim zamanımızda bile kalmadı herhalde.

Okul ise biraz hafif. O konuda birşeyler yapmaya çalışacağım. Ek kitaplar aldım ama yine de TR'ye alışmışız. Bir haftalık ödevi, bir saat içinde yapıyor. İngilizce destek programına katılsın diye şimdiki okulunu, üstelik bizim "bölge" de değilken seçtik. Ama İngilizcesi ileri olduğu için destek programına alınmadı, ama şimdi o sınıfta. Yani karma bir sınıf. Bu aslında iyi, tamamen Amerikalı olmasından. Kendini iyi hissediyor. Pakistanlı bir Zeynep, Kanadalı, Danimarkalı, Asyalı, Alman ve Amerikalılar var. Ama beni bir düşünce aldı, sınıfın seviyesi ile ilgili. Bakalım bu hafta müfredat toplantısı var, anlamaya çalışacağım. "Biz Türkler okumayı severiz malum" demek gerekecek lazım sanırım. Çok önemsemesem de, çok geri kalsın istemiyorum. Ve biraz "challenge" yaşasın istiyorum.

Sunday, September 19, 2010

Umut

Havva Hanım çok haklısınız. İlik nakli meselesi bizi de çok yordu biliyorsunuz (belki de bilmiyorsunuz). Her ne kadar Nehir kendi iliğini geri aldıysa da, TR'de yapılıyor diye devlet desteği alamamıştık, ama sonuçta bu tip raporlara imza atamayan doktorlar, üniversite hastanesinde profesör, adres olarak İsrail'i, göstermişlerdi. Amerika'ya göre çok daha makul bir fiyata, ve düzgün yapıldığı için.


Dr. Pon Nehir ile ilgili beni hazırlamak için geldiğinde ise şunu söylemişti...autologous (kendinden) veya allogeneic (başkasından) olması yaşam şansı açısından farketmiyor...demişti.


Ve bence önemli bir mesele ilik naklinin nerde yapıldığı. Nehir, kemoterapi komplikasyonunun anlaşılmaması, zamanında ve yeterli müdahale edilmemesinden de kötüye gittiğinde biz Texas Children's ile Sloan arasında ne kadar büyük fark olduğunu ve Teksas'ta ne kadar daha iyi bakım almış olduğumuzu gördük. O nedenle ki, geçen yıl TR'ye döndüğümüzde LÖSEV'in "köy" fikri bana garip gelmişti. Yani tek başına ilik nakli yapılacak bir yer çok anlamlı görünmedi. Tam teşekküllü bir hastanenin bir katı, bir bölümü olmalı diye düşündüm.


Ama bu konularda doğrusu "atıp tutmak" istemiyorum. Gerçekten de doktorların işi diye düşünüyorum.


Ah işte sevgili anonim (yaw isim yazın lütfen) Nehir'imi ne bekliyordu?


Bilmiyoruz.


Bildiğimiz tümöre iyi yanıt vermiş olduğu. Özellikle de büyüklüğü düşünülürse. Hala bilmediğimiz, görüntüler ne diyordu. Dr. Souweidane "scar tissue" olabileceğini söylemişti.


Bildiğimiz bir kez nüksedince bir kez daha nüksetme olasılığının arttığı. Biz de bu nedenle Ithaca'yı düşünmüştük. Ana tedaviden sonra, burada kalıp 3F8 almayı. Aynı zamanda ALK testini yaptırma peşindeydik, yine başka, zahmetli olmayan, bir tedavi için. Yani peşini bırakmayacaktık.


Nehir yeniden nükseder miydi? Belki. Ama hangimiz bilebileceğiz ki, örneğin bu beyin nüksü programının ilk tedavi alanlarından olan, ve Nehir'e göre daha yaygınken hastalığı, bugün, 7 yıl sonra hayatta olan çocuk gibi, uzun bir ömrü olmayacağını. Veya hangimiz bilebilir, Nehir'in bizimle belki birkaç yıl daha geçirmeyeceğini, bir sonraki nükse kadar. Biz biraz daha birlikte olma şansına sahip olacaktık belki de.


Peki şunu tartabilir miyiz? Şimdi çok acı çekmeden veda etmesi, bizimle geçireceği birkaç yıl sonra acı çekerek ölmesinden daha iyi oldu. Peki anne baba olarak, esas umudumuzun şanslı azınlıktan olmamız fikri olduğu çok açık değil mi? Ama bir de şu var, herhangi bir zaman kaybettiğimizde acımız daha az olabilir miydi, doyabilir miydik?


İş "umut" ta bitiyor. Ben hiçbir aile tanımadım ki, "umut"suz. Zaten bu insan doğasına aykırı. O zaman ilk teşhis olduklarında da bırakabiliriz bu çocukları. Hele bizim gibi taşıma suyla tadavi olanları. Savaşırken, mücadele edeken umutla beslendik biz.


Benim hep tutunduğum ve inandığım bir düşünce oldu. Çocuğunuzu hayatta tuttuğunuz her yıl, her gün, tıp ilerliyor ve daha iyi bir tedavi alma şansını yakalıyorsunuz. Buna iyi bir örnek antibody/antikor tedavileri. Belki ch14.18 sayesinde bir yıl daha birlikte olduk Nehir'le.


Ve tamamen temiz olmanın dışında "no progress" yani ilerlemenin durduğu vakalar, durumlar da yaygın.


Yani şu anda Nehir'den çok daha yaygın hastalığı olan ve hayatta olan çocuklar var. Örneğin, RMH'nin simgelerinden biri 8 yıldır kanserle mücadele eden, üçüncü nüksünü yaşayan bir, artık genç kız, var. Ya da dört yıl temiz kalmış, bu yıl nüksetmiş başka bir kız....


Yani her türlü olasılık var. Dı. Şimdi ise hiçbir şeyimiz kalmadı.


Bilemeyeceğiz.


Ama ben de tam da sizin düşündüklerinizi yoğun bakımın ikinci haftasında düşündüm. Aslında çok daha önce, buradaki ameliyatta düşündüm. O zaman, "Eğer ölecekse kendinde değilken, acı çekmeden ölsün" demiştim. Ahh. Çok zor. Ben de okudum ölümleri. Biliyorum. Ben de düşündüm, ağrı ve acı içinde olacaksa, bu şekilde olması daha iyi diye. Belki de Leyla'nın sorusu en anlamlıydı: "Anne, karnındayken ölseydi daha mı az üzülürdün" diye sormuştu. Ben de, düşündüm...bilemedim..."Her durumun zorlukları başka" dedim.


Ama bu düşünceler benim Nehir mücadeleyi bırakmam demekti. Ve şimdi şükrediyorum ki babası hiç bırakmadı. Son gün Özlem ile makale bakıyorlardı, ne yapılabilir diye. Zaten babayla bu konuda hep birbirimizi tamamladık, ben bıraktığımda o devam etti, o bıraktığında ben.


Zor bunlar.


Bir ölüm okumuştum, bir anda acilde sonlanan. Çok şanslı bulmuştum. Sonra o tatlı kızın fotoğrafına bakmıştım. Annesi şaşkındı, nasıl öldü diye. Halbuki ben fotoğrafa bakınca, "Ama hastaymış, sağlıklı olmadığı belli" diye düşünmüştüm. Anne olarak, baba olarak kim yavrusuna ölümü yakıştırabilir ki? Hiçbir çocuğa yakışmıyor işte.

Saturday, September 18, 2010

Hayat Döngüsü: Zeynep Nehir

Açıkçası tüm hayatım boyunca aldığım en güzel hediye, Zeynep Nehir, oldu sevgili Derin (ve eşi). Sözlere dökmekte ben de zorlanıyorum ama Zeynep ile Nehir'in yeni bir bebekte, yaşamda, biraraya gelmesi çok anlamlı. Bir yandan da hayatın döngüsünün güzel bir kanıtı. Allah analı babalı ve sağlıkla büyütsün! Emailime fotoğraf gönderebilirsiniz: zebayazit@gmail.com

Yeşim gibi ben de Nehir'i, ne kadar güzel insanlar sarmaladı diye düşünüyorum.

Sevgili Aylin, performans baskısı yapmayayım diye adınla yazmamıştım ama hatırımdaydı hani! Doğrusu, bu blog bir işe yarayacaksa böyle bir dünyanın varolduğunu göstermiş olsun. Ve başımızı acılara çevirme huyumuzdan uzaklaştırsın biraz. Görelim, ne kadar yapabiliyorsak o kadar el uzatalım. Bazen yardımın sadece maddiyat olduğu ve bizim çabalarımızın yetersiz olduğu düşünülüp, hiçbir şey yapmama eğiliminde oluyoruz. Ya da şu meşhur "Kaldıramayacağım" duygusu. Geçen yıl ki sınıftaki öğrencilerimden duymuştum. Ya da bizim haberimizi duyup, gelen e postayı okumadığını söyleyen, bizim gibi, başka bir dosttan.

Gelin görünki, yaşarken tüm aileler güçlü, ne yaptıklarını bilen, çocuklar da hep çocuk.

Öğrendik.

Türkiye: Çok sevindim TR'deki yaşanılanların yazılmasına. Serap Hanım'ı okuyunca, ,iki çocukla....Biz fırsatımızı yaratıp kaçınca, bu konuda sıkıntı hissettik hep. Diğer çocuklar ne yapıyorlar diye? Ama biliyoruz ki sadece çocuk değil, yetişkin meselesi de bu. Kanser Merkezi fikri de bu nedenle önemli. Ama bu iş gerçekten de bu işe gönül verecek doktorlar ve onlara maddi desteği, yatırımı sağlayacak bağışçılarla mümkün. Gördüğümüz, yaşadığımız tüm hastaneler inanılmaz bağışlarla yaşıyorlar. Her odada bir plaket var, "Şu şu tarafından yapıldı" diye. İstinasız. Bizde bağış işi deyince birkaç aile anlaşılıyor sanki. "Gelişmekte" olan bizler için kendi geleceklerimizi düşünmekten başkalarına yardıma sıra gelmiyor. "Hande Hanım"ın söylediği bir şey vardı, söyleyiş biçimini keşke düzeyli tutsaydı da katkısı anlaşılsaydı...demişti ki, yakınlarınızdakilere yardımla bitmez diye....doğru. Ama bir anda Amerika olmamız da beklenemez. Bu ülkenin temelinde gönüllü çalışma, yardım var. Geçmişinde var. Kimse ben niye gelirimin şu kadarını hiç tanımadığım insanlara veriyorum demiyor. İçselleşmiş. Yardım, gönüllü çalışma hayatın doğal bir parçası. Herkes hangi "neden" onlara ilginç geliyorsa bir ucundan tutuyor.

Havva Hanım yazınca meşhur Babuna hikayesi geldi aklıma. O neydi? Ne oldu o kayıtlara? Ben de gidenlerdenim, Şebnem'cimle. Gerçekten de çok üzücü. Ama anladığım kadarıyla yapılabilir bir iş.

İş sadece tıbbi değil. Sizler de yazdınız. Ben de katılıyorum. Nehir RMH sayesinde New York'taki günlerini neşe ile geçirdi. Son ayı 22 aydan çıkartırsak, elimizde çok güzel yaşanmış 21 ay kalıyor, her zaman hatırlayacağımız, sevgiyle. Ve bu günler kanserle yaşayan aileler için kolaylaştırılmış bir hayattan kaynaklandı. Aileler planlamakla uğraşmıyorlar, çocuklar için hep bir eğlence var, ister hastane içerisinde, ister dışarısında. Ben bunların parçası olmak istiyorum. Çocukları güldürme kısmı beni ilgilendiriyor. Tıp, o nasıl düzelir? Türkan Saylan'lar lazım. Türkan Saylan'ların kıymetini bilmek lazım.

Ah, gerçekten de iş sağlık konusuna gelince geri kalmışlık insanı kahrediyor. Alışveriş merkezleri açılıyor ardıardına, "her şey var Türkiye'de" diyoruz, sonra bir bakıyorsunuz aslında temel gereksinimlerimiz karşılanamıyor. Hani hedef şaşırtmayayım ama İstanbul'daki beklenen deprem gerçekleştiğinde, bu kez yine binalarımızı tartışacağız. 17 Ağustos'u yaşayanlar dışında, bizler unuttuk.

Şimdi Leyla, küçücük bir Ithaca'ya, İstanbul'dan güzel diyor...Çünkü yemyeşil ve tertemiz bir havası var. Ve bir sakinlik. İnsanlar telaşsız. Dingin.

Doğrusu pek detaylı düşünerek gelmedik, neredeyse birkaç saat içerisinde karar vermemiz gerekti. Şimdilerde iyi bir karar olduğunu bir kez daha anladım. Ben uzaklaşmak iyi olacak diye düşünmüştüm. Halbuki hiç düşünmediğim, belki de daha önemli bir katkısı daha var. Acımız dışında başka bir derdimiz yok. Yani İstanbul'un, veya başka bir büyük şehrin, New York'un, trafiği, kalabalığı, koşturmacası, gürültüsü, patırdısı yok ve bu çok iyi. Gün içerisinde telaş yok. Baba işine gitmek için yolda üç saatini geçirmiyor. Ben Leyla'yı götürünce okula, park yeri için dönüp dolanmıyorum. Hatta en güzeli "downtown"da, parkedince, üstelik hep yer var, ilk saat ücretsiz, sonraki saatler, 1 dolar. Nassı yani..."küçük güzeldir".

Bir yorumcu yazmıştı, Ithaca'da öğrenciler sıkılır ama aileler için güzeldir diye. Evet, sonuçta nerede yaşarsak yaşayalım aile olunca rutin aynı. Çocuklar okula, büyükler işe, sonra da "etkinlik"ler...

Ah, Nehir'im, baban diyorki, "Ben kızımı çok istediği arkadaşlarıyla hayal ediyorum, dilediğince koşarken, oynarken, istediğini yerken". Başka türlüsü zor, diyor. Dün akşam Leyla ile oyun oynarken, "Çocuklar Büyüklere Karşı"... Senin bilebileceğin bir soru geldi, Leyla, "Nehir olsaydı şimdi bilirdi hemen" dedi.

Zaman ağır ilerliyor. "Tap" öncesi halin iyiydi diye düşününce, çok üzülüyorum. Şimdi kavga da etsek doktorlarla, seni geri getiremeyeceğiz artık. Keşke düzeltebilseydik olanları. Olmadı böyle deyip, seni alabilseydik. Çok üzülüyorum.

Sevgili yorumcular, hepinize ayrı ayrı sarılıyorum....Ama şu Zeynep Teyze!!! Valla herkes Nehir'in teyzesi oldu ama ben kimsenin teyzesi olacak yaşta değilim. Nasıl olur derseniz, "magic", veya "sihir"!



Friday, September 17, 2010

Sedacım

Bu sabah, erken erken Seda'yı otobüse bıraktım, New York yoluna. Şimdiden sonra biraz daha zor olacak. Ama sanırım eninde sonunda bu yalnızlık gerekli. Biraz korkuyorum. Mahmut'un oluşuna güveniyorum.

Seda'cım yoldayken ona teşekkür edeyim. Çok önemli bir "yoldaş"lık yaptı bize. New York-İstanbul-İthaca. Hem de Seda'ya özgü, hiç yük olmadan, yormadan ama bizimle.

Leyla dün akşam yatarken bana endişeyle sordu, "Anne, Seda gidince beni okula yetiştirebilecek misin?"...haydaa derken, "Peki okulu bulabilecek misin?"... Güldüm çok, amma da güven aşılamışım Leyla'ya. Yazarken bile gülümsüyorum.

Dün akşam ise ilk misafirimizi ağırladık. Burada doktora yapan sevgili İpek. Nereden nereye... Büyümüşüz de, öğrencilerle oluyoruz. Evin tüm detayı yerinde olunca, güzel bir sofra kurmak da kolay oldu, ve Leyla da, ben de, Mahmut da böyle bir sofrada oturup yemek yemeyi özlemişiz. Hem Seda'nın buradaki son akşamı oldu, hem de İpek'e merhaba.

Dün bir yandan da evin yeni sahibi, eski sahibi "closing" için geldiler, evi gezdiler. İkisi de tek başlarına yaşayan kadınlar. İkisi de duyarlı. Bu evi kiralayabilmemizde bize gösterdikleri yakınlığın, anlayışın payı büyük. Dün teşekkür ederken, Pam (eski evsahibi), "Böyle bir şey gerekliydi size" deyiverdi. Karşı komşumuz da çok tatlı bir kadın. İki kızı var. Biri 6, diğeri henüz bir yaşında. Kendisi de avukatmış. Bir an, "Hangi alanda?" diye sordum...uluslararası imiş.

Ve bu sabah Seda'yı bırakıp, eve dönünce, ön bahçede iki geyik gördüm. Arabanın ışıklarında dondular. İpek'in söylediğine göre kış gelince tüm böcekler eve doluşurmuş! Ne yapacağız şehirli şehirli bilmiyorum. Gerçi Leyla bir kaba otlar doluşturup, kendine ev böceği yapmak istedi, sonra da serbest bıraktı neyseki ama, ben sanıyorum, böceklerle köşe kapmaca oynamayı tercih ederim.

Bu ara yazılanlara yanıt veremiyorum. Okurken bazen gülümsüyorum, bazen gözlerim doluyor. Ama izninizle, en çok Zeynep Nehir bebeğin (acaba doğdu mu??) haberine sevindim. Çok ama çok mutlu oldum. En çok yeniden biraraya gelmiş olmamıza. Ne güzel düşünmüşsünüz!!!

Ve Nehir'i takip eden, ve benzer deneyimler geçirenlere de özellikle güç diliyorum.

Nehir'in adını yaşatmak için kanserli çocuklarla ilgili neler yapabiliriz diye konuşuyoruz. Türkiye'de. Ben basit, sürekli kılabileceğimiz bir "şey" peşindeyim. Örgü konusunda sessiz kaldım çünkü "sürdürülebilir" olması, benim için zor. Ama biliyorum ki, hastanede en çok battaniye almayı sevdik. RMH'de ise örgüyle yapılmış ayıcıklar vermişlerdi, el işi, değişik renklerde. (?) Aslında önemli olan hastanelere gidp, "Buradayız, neler geçirdiğinizi biliyoruz" hissini vermek. RMH'deki bir anne demişti ki, "Burası başka bir dünya, başka bir yüzyıl, başka bir gezegen". Evet, içerisine girince ancak tanık olduğunuz farklı mücadelelerle dolu bir dünya. bambaşka bir düzen. Birçoğunuz yazdı zaten. Nehir bu dünyayı gösterdiyse, bizimle ve biz olmadan bir adım atmak kolay. "Üzülürüz" diye düşünmeden, çünkü artık tüm çocukların ne kadar güçlü olduğunu, ailelerin mücadeleci olduğunu bilerek gidiyor olacaksınız. Sonra da siz bana yol gösterebilirsiniz.

Bir yandan da mevcut dernek veya vakıflarda daha etkin çalışabilmek isterim. Biraz iyileştikten sonra. Acele içinde değilim...maalesef her yıl yaklaşık 2500 çocuk bu hastalıkla mücadele ediyor. Yani ne zaman el atarsak atalım hep olacak çocuklar.

Şimdi bir yandan Sloan ile ne yapacağız onu da düşünmemiz, bir şeyler yapmamız lazım. Bu haftayı hiç değilse geçirelim istemiştim. Çok enerjim yok, özellikle Nehir yokken yapacağımız hastane mücadelesine. Nehir için dünyayı yerinden oynatırdım ama o yokken heleki Sloan'da bir kişinin bile ne sesini duymak, ne de görmek, ne de bir e postasını okumak istiyorum. Bakalım.

Rüyalarımda Nehir'i görüyorum ama hep mücadele içinde oluyorum. Yani henüz bırakamadım onu. Hala doktorlarla uğraşıyorum. Her şeyden önce biraz daha huzur bulmalıyım. Sindirmeliyim. Bırakmalıyım.

Evin her odasına, neredeyse fotoğraflar koydum. Bir iki tane daha gerekiyor. Ah Parla'cım, yıllar önce zamansız abini kaybettiğinizde, anne ve babanın abinin fotoğraflarını evlerindeki her köşeye koyduklarını gördüğümde, "Neden yapıyorlar, acılarını hep taze tutacaklar" diye düşünmüştüm. Meğer ne kadar doğru imiş. Ben de çok seviyorum Nehir'imi görmeyi ! Ama işte kokusu yazmıştınız, biriniz, o yok. Ona çok üzüldüm. Biz enfeksiyon korkusuyla hiçbir zaman yıkamadan bırakmadık ki, hiçbir giysisini! Yoğun bakımda, ilk kez, hastanenin verdiği, üzerinde, "Little tired tiger" yazan, uyuyan kaplan desenli, pijamayı ise almayı unuttum! Sonra da Nehir gibi değil de yoğun bakım kokulu o pijamayı istemediğimi anladım. Ama işte kokusu yok bizimle. Neyseki sesi, görüntüsü var. Ve gülüşü!

Zeynep Nehir?

Tuesday, September 14, 2010

Boşluk

Teşekkür ederim, ederiz herkese, yanımızda olduğunuz için, acımızı paylaştığınız için. Bizi yalnız bırakmadığınız için. Nehir'i takip edip de gelen sizler. Bu yolculukta ne kadar duyarlı insanlar çıktı karşımıza.

Tuhaf bir boşluk yaşıyorum. Hamileliğimden beri üç buçuk yıl, son iki yılı çok daha yoğun, Nehir'le aktım. Akmışım. Her anım onunla geçmiş. Minik ayrılıklar dışında hep birlikte.

Şimdi Nehir yok.

Bir varmış bir yokmuş gibi.

Dünya dönüyor. Ben de devam ediyorum hayata.

Bir kitap görmüştüm, okuyayım diye not etmiştim. Bir kadın "Eğer bir kayıp yaşayacaksam, eşimi değil, çocuklarımı kaybetmek isterim" diye "zırrr" bir laf ederek yazmıştı, ilgimi çekmişti. Anlıyorum şimdi. Dünyanın dönüşü şimdi daha kolay. Ve bu kalbimi parçalıyor.

Derken zihnime, "Allah beterinden saklasın" lafı düşüyor. Birkaç kişi söyledi. İlk anda, "Ne biçim laf, sırası mı" diye düşünüyor insan, sonra idrak edince, "Doğru" diyor.

Uzaktayız şimdilerde. Nehir'le planladığımız, Nehir'i getirmeyi çok ama çok istediğimiz, hayal şehri, Ithaca'dayız. Uzaklaşmak doğru geldi. Kendi kendimize kalarak yaşamak acımızı, yasımızı tutmak, kimsenin bizi tanımadığı bir yerde olmak. İşin ilginci, Leyla'ya Nehir'i kaybettiğimizi ilk söylediğimde sormuştu, "Gidecek miyiz?" diye..."Sen ne dersin" deyince ben, "Gidelim, değişiklik olur" demişti. İstanbul'dan gelmek istemeyen, okulunu çok seven Leyla. Bana öyle geliyor ki, o da okula gidip, tüm arkadaşları ve öğretmenleriyle yüzleşmek istemedi, "normal" bir okul yaşantısı olsun istedi. Bende de biraz aynı duygular, kimseyle karşılaşmama arzusu.

Sanırım doğru yerdeyiz. Zaman daha iyi gösterecek. Yani çok hızlı oldu her şey. Nehir'i önce hastanede bıraktık, derken İstanbul'da. Ama baktım, hep yanımda. Girdiğim her dükkanda onun izleri var. Yieyecek alışverişi yaparken, "organik", "sağlıklı" ararken, bir oyuncak, bir giysi gördüğümde, ya da bir sincap...Meğer Amerika'da da ne çok zaman geçirmişiz, doğru, ne çok mekan yaşamışız kızımla.

Burası yeni bir yer. Leyla okula başladı. Daha değişik, yeni bir rutin yaratmaya başlıyoruz. Seda cumaya kadar bizimle. Tüm yolculuğu, New York, İstanbul, Ithaca birlikte yaptık. Onsuz ne yapardım bilmiyorum. Beni götürüyor her yere. "Hadi" diyor.Gidince biraz daha zor olacak, hissediyorum. Canım sadece evde kalmak istiyor. Sonbaharın etkisinde, biraz kapanmak istiyorum. Ah ama Leyla'yı okula götür, getir işleri var. Belki de, iyi ki var. Mecburen çıkıyorum.

Dün akşam, karşı komşu akşam yemeği getirdi. Evsahibimizden duymuş, hoşgeldiniz ve başınız sağolsun diye. Yine bir incelik yaşadık.

Ah benim sevgili dostlarım, kötü gün dostlarım ve iyiliksever sizler. Varolun. Kitap demişsiniz. Zaten yazmaya çalışıyordum, deneyeceğim. Aslında içimdekini akıtmak için ve Nehir'in adını yaşatmak istediğim bir şeydi. Çok istedim, sonu olmadan bitireyim, ama son zamanda, hastane yoğunluğunda, iyi gelmemişti yazmak. Şimdi, yas zamanı çok daha doğru. bakalım, denildiği kadar kolay değil, yazar değilken.

Ve örgü örmeye başladım. Yoğun bakımda öreyim diye düşünmüştüm, Seda getirmişti, yün ve şiş. Aklımda Nehir ve Leyla'ya atkı örmek vardı. Nehir'ime sürpriz yapayım istemiştim. Olmadı. Şimdi Leyla için örüyorum. Yani deniyorum. Herhalde, çocukkenki çabalardan sonra, 25 yıl sonra...

Biraz düzlüğe çıktıkten sonra ise işime döneceğim. Sanırım pembe saçlar da sembolik oldu, uzayıp yokolmaları bir işaret olacak. Burada ise kimse dönüp bakmıyor bile! Aradığım da bu. Üzgün gözlerden uzak kalmak.

Ah canım Nehir'im seni çok seviyorum, benim bebeğim, küçüğümsün sen. Hazmetmek çok zaman alacak. Güzel gülüşünü, bana bakışını, sarılışını çok özlüyorum. İyi ki tutturmuşsun, kucak diye, dinlememişsin beni, "Kızım yoruldum" deyişimi de bol bol sarılmışız birbirimize.

Wednesday, September 8, 2010

Pembe Balonların Ardından

Nehir'imi bugün babamın kucağına verdik. Bir türlü "Nehir öldü" veya "Nehir'i gömdük" cümlelerini yazamıyorum. Çünkü gerçekten de hiçbir çocuğa yakışmıyor.

Kızım için ama çocuğa yakışan bir tören oldu, bunu yapabildiğimiz için mutluyum. Bugün bir kez daha dostluğu, yakınlıkları yaşadım. Bu mücadelenin başından beri artan bir destek aldık. Gücüm, Nehir'in gücü, gücümüz bundandı.

Ama işte zor olan Nehir'i tümöre değil, komplikasyona kaybetmiş olmak. İşin içinde bakımının yüzdeyüz yapılmamış olduğunun da payının olabileceği bilgisi, idraki ile. Bu, kabullenmeyi zorlaştırıyor, isyan duygusu yaratıyor. Anne baba olarak neden ve nasıl oldu, bunu hala anlamaya çalışıyoruz. Biliyoruz, Nehir geri gelmeyecek, ama belki de "hocalık" nedeniyle süreçteki hataları anlayıp, sürecin iyileştirilmesi ve bunların başka bir çocuğun başına gelmesini engellemek isteği var.

Sorun iki kaynaklı.

Birincisi çok genel ve tüm kanserli çocukları ilgilendiriyor. Çocuk kanseri vakalarının toplam kanser vakaları içindeki payının az oluşu nedeniyle, araştırma bütçeleri az. İlaç şirketleri çocuklar için uğraşmayı karlı bulmuyorlar. Oysa meme kanseri, kolon kanseri gibi yaygın kanserler için yapılan araştırma çok daha fazla ve bu nedenle bu türlerde çocuk kanseri türlerine göre çok daha fazla ilerleme yapılmış. Nöroblastom gibi, sayı iyice azaldığında, türlerde verilen ilaçların çoğu başka türler için bulunmuş olup, nöroblastomda da denenip, tutmuşsa verilen, veya ya tutarsa denilen ilaçlar.

Ve kemoterapilerin etkileri. Bu kadar toksik ilaçları almak zorunda kalıyor oluşları
küçücük bedenlerini hırpalıyor. Nedensiz değilmiş, benim New York'a gittiğimiz ilk günlerde, üzerimde günlük giysiler o kokteyle gidişim. Hani çocukları yine nöroblastomdan kaybetmiş iki babanın kurduğu vakfın yardım gecesine. Amaçları kemoterapi dışında toksik olmayan tedavi araştırmaların destek bulmaktı. Bu şekilde anlamış olmayı istemezdim, çok doğru bir iş yaptıklarını.

İkinci neden, Sloan. Sorgulanacak işler oldu, son bir ayda. Ve ana kaynağı hasta sayısı. Nöroblastomda önemli bir merkez, en büyük merkez, ve bağımsız çalışıyorlar. Bu nedenle müthiş bir tecrübe ve araştırma yapma imkanları var. Ama işte arada bazı hastaları gözden kaybedebiliyorlar. Hata yapma olasılıkları artıyor o kalabalıkta. Bunu ise geç anladık. Yani son ay işler karışınca anladık, müdahale de etmeye çalıştık ama sonuçta doktor olmayınca, bilgimiz derecesinde sınırlı kaldık.

Kendi kendime ama, özellikle yoğun bakımın ikinci haftasında, bir şekilde sona geleceksek, acı çekmesin demiştim. Son ay yorgun ve isteksizdi. Belki de beni mutlu etmek için burnunda "cannula" gülümsemeye çalışıyordu. Ama zorlanıyordu. Diyorum ki kendime ilk teşhisten bu yana çok yoğun bir beraberlik yaşadık. Annesi ve babası olarak tüm zamanımızı ona adadık. Hiç olmayacak bir bağ kurduk. Hiç olmayacak bir sevgi yaşadık. Tüm anları doya doya, sindire sindire yaşadık. Büyük bir farkındalıkla geçirdik tüm o anları. Nehir'i şımartmayı vazife edindik.

Ve bu blog.

Bu işte hediye oldu.

Beni genç yaştaki ölümler hep acıtmıştır, çünkü arkalarında bir eser bırakmadan giderler, ve sanki bir iz bırakmamış olurlar dünyada. Çocukları olmaz onların varlığını sürdürecek. Nehir gibi minikler ise aslında esas anne ve babaları için önemli bir boşluk yaratır ama dünya anlamaz, kolayca dönmeye devam eder.

Bloga beş, on arkadaşım, TR'de kalanlar için başlamışken, Nehir için oluşan bu sevgi beni hem şaşırttı, hem de inanılmaz mutlu etti. Çünkü Nehir'im izini bırakma şansına kavuştu. Bir şekilde biz de onun adını yaşatmak için yollar bulacağız.

Bugün, akşam herkes gidip de yalnız kalınca, yazılmış tüm yorumları ilk kez okudum. Çok duygulandım. Sonra Ayşe Arman'ı okudum. Çok teşekkür ederim, Nehir adına. Nehir'in temsil ettiği kanserle mücadele eden tüm çocuklar adına, bu hastalıktan hayatını kaybetmiş diğer Nehir'ler adına. Ali adına.

Bir yorumcu, bu hastalıkla uğraşıyoruz demiş. O çok yaraladı. Her vaka kendine özgü. Zor, evet. Ama biz son ana dek umutluyduk ve sonuçta Nehir tümör nedeniyle ayrılmadı aramızdan. Yani yine iyi yanıt vermişti yapılanlara ama ne yazık ki en son karar ile çok zorlandı ve bakımı sırasında işin ciddiyeti, tam olarak ne olup bittiği geç kavrandı. Yapılması gereken, her an iyi takip etmek, soru sormak, yanıtları düşünmek, yine soru sormak. Ne olur bize danışın, ne zaman arzu ederseniz. Her şeyi bilmiyoruz ama tecrübemiz ışığında yardım etmek isteriz.

Ve Türkiye gerçeği. Buradaki ana sorun araştırma eksikliği değil. O, Amerika'nın sorunu. Araştırmayı onlar yönlendiriyorlar. Avrupa da bu konuda daha geriden geliyor. Ama Türkiye'de başlangıç noktası kanser merkezi fikri olmalı. Bize söylenen "Türkiye'de şu şu aletler var" ile iş bitmiyor, yetişmiş hemşire, uzmanlaşmış doktor, gelişmiş altyapı lazım. Biliniyor bunlar tabi. Ama yatırımı büyük diye üstlenilmiyor. Üniversite hastanelerine geri dönüş lazım. Doktorların okul, özel hastane, muayene üçgeninden kurtulmaları. Ne bileyim, bunu ben düşünmeyeyim, tıpçılar düşünsünler mesleklerini nasıl daha iyi yapabilirler. Onlar içindeler, bana düşmez. Bizim gördüklerimizin, anlayabildiklerimizi daha ötesinde bilgileri. Çok saygıdeğer, işini çok seven doktorlarla karşılaştık biz bu yolda. Bazen doktorlar kadar bilgili hemşireler tanıdık. Bir o kadar da şefkatli. Haksızlık etmek istemiyorum.

Ama işte zihnim bunlarla meşgulken, kalbim kızımda. Bir şekilde zihnimin karmaşasından uzaklaşıp kızımın yasını tutmak istiyorum. Doya doya. Fotoğraflara bakıp, müzik dinleyip, istediğim gibi gözyaşlarımla akıtmak istiyorum içimdeki acıyı. Henüz yokluğunun bile idrakinde değilim, hep öyle olur ya, sonradan gelir.

Ah güzel kızım, sana doyamadık.

Canım kızım huzur içinde ol. Tüm bunlar senin elinde değildi, sen yapabileceğinin hepsini yaptın. Bzen itiraz bile etsen, sonunda bize hep güvendin, sözümüzü dinledin. Seni seviyorum.