Sunday, December 4, 2011

Leyla

Ne zamandır yazmadım, yine.

Sayfayı açıp, "posting" e basmak bile zor geliyor. Mesafe koymak iyi geliyor.

Meşgul tutuyorum kendimi. İstanbul meşgul tutuyor beni.

Bir iki haftadır iyiyim, ama öncesinde sık sık başım ağrıyordu. Bakıyorum, en küçük streste başım ağrımaya başlıyor. Önceleri anlamadım, sonra anlayınca, ilaç almak yerine rahatlamaya, temiz hava almaya çalışır oldum. Bugünlerde iyiyim, sanki hava, rüzgarlanınca, daha temiz buralarda, o da işe yarıyor.

Biraz hafiflettiğim sporu yine eski tempoya çıkarmak da iyi geldi.

Ne kadar zor, İstanbul'da dengeyi bulmak. Sabahları, işe erken gitmek mi yoksa önce spor mu yapmak ikilemi yaşıyorum sürekli. Bir süre işi tercih ettim ama baktım olmuyor. Çünkü bedenimin sağlığı, zihnime ve ruhuma iyi geliyor. Ormana da gider oldum, yine. Havalar hala çok iyi, yağmursuz. Koşarken, nefes alışım hızlanmışken, oksijen soluyor olmak iyi geliyor.

Dün iki TED konuşması izledim, dinledim. Biri, "do not regret regret" başlıklı idi. Batıda nasıl pişmanlık duymamak üzere proglamdığımızı, oysa pişman olmanın da doğal olduğu, belki de gerekli olduğu ile ilgiliydi. Diğeri ise Alain de Botton un eski bir konuşması. O da iyiydi... Başarısızlık üzerine. Şurası çok hoşuma gitti, dile merakımdan herhalde. Nasıl, eskiden başarısızlara, "unfortunate" (şanssız) derken, şimdilerde, "loser" (kaybeden) dediğimizi söyledi. İş hayatındaki başarıyı, kendi yaptığımız bir şey olarak algılarken, aynı anda başarısızlığa da sahip çıktığımız, kişiselleştirdiğimizi anlattı... İyi anlatamadım, bkz konuşma veya kitap!

Bugün yazmak istemem, Leyla ile ilgili. Kızıma bir not düşmeyi istiyorum. Leyla ile ilgili, bu yıl, geçtiğimiz ay, veli görüşmesinden beri şunu hissediyorum. Büyümüş ve kendi yolunu çizebilecek hale gelmiş gibi geliyor bana. Bu beni çok rahatlattı. Bana bir şey olursa, ne yapar diye bir endişem kalmadı. Her şeyi yapacak. Umuyorum. Talihi de açık olsun. Hayatta sevdiği bir amacı olsun yeter...Bunu bulmanı dilerim kızım senin için!

Birlikte sinemaya gittik. "Hugo". İkimiz de çok sevdik. Martin Scorsese çocuklara sinemayı anlatmış, bir sahnede görününce kendisi de, "Aaa, bak bu adam işte yönetmen" dedim. Her şeyiyle tam da Leyla'nın yaşına uygundu. Sonunda baktm, Johny Depp yapımcı, hiç şaşırmadım.

Çıkışta, yemek yerken, laf lafi açtı, beni üç kelime ile tanımla dedi. "Olgun, meraklı, enerjik" dedim. O ise beni şöyle tanımladı..."Stresli, güçlü, anlayışlı"... Evet. Ne diyeyim, haklı. Stresliyim. "Hayat yorgunu", ama bu lafıyla bile bana bir kahkaha attırdı.

Leyla'cım büyümeni izlemeyi çok istiyorum.

Saturday, October 29, 2011

OİP

Bir ay önce bir mail geldi... "Yayınevimizden bir kitap çıktı, sizin adınıza imzalı, göndermek isteriz" diye. Çocuk kitabı. Anlamadım. Yayınevinin sitesine baktım, adı söylenen kitabı göremedim...Derken unuttum.

Geçen hafta bir mail daha geldi. "Aaa" dedim, bir daha baktım, anlamadım, yine. En iyisi iş adresimi vereyim dedim.

Derken okuldaki kutuma paket geldi. Kitabı açtım.

"Bir Kar Masalı" adlı kitabın, çizeri, çok sevgili OİP

"Hatırası Hep Kalbimde Olan Nehir'e" diyerek, kitabını Nehir'e adamıştı ve hem yazarı Esra Özümüztoprak, hem de OİP imzalamıştı...

Bulutun üzerinde el sallayan bir yarabandı çizimi ile.

Diyecek ne var ki, gönülden bir teşekkürden başka. OİP Nehir'e yardım amaçlı üzerinde bu çizimli t-shirtler yapmıştı ve bize Nehir'e gösterelim diye bir de fotoğraf göndermişti.

http://olmadikislerpesinde.blogspot.com/2010/07/bugunun-gulumsemesi-nehir-icin-gelsin.html

Sevgili OİP, elinize, yüreğinize sağlık!

Not: Leyla okulda 29 Ekim törenindeydi bugün, ben de Nehir'ime havai fişek atayım!!!

Monday, October 3, 2011

Koşumuz...

Yazamadım. Hep bir sakin an bekledim ki yazmamın da tadına varayım. Şimdi.

Nehir'imin "eğlenceli" koşusu tam da arzu ettiğimiz gibi sıcacık, güleryüzlü, gönüllü, çoluk çocuklu geçti. Şimdi yazarken de gözyaşlarımı tutmam gerekiyor. O gün, güzel tuttum. Çünkü çok iş ve koşturma vardı.

Yaklaşık, 150 kişi kadardık. Aslında bilemiyorum tam.

Harika bir başlangıç yaptık!!! Fotoğrafları biraraya getirip yükleme işini beceremedim.

Bu yavaşlığın nedenini açıklayayım. Hem çalışıp, hem bunu yapmak düşündüğümden zor. Okuldaki tempo bu ara o kadar hızlı ki, sakin bir zaman dilimi yaşadığım an uyuya kalıyorum. Biliyorum, bu hareketin başarıya kavuşması için disiplinli çalışmaya devam etmeliyiz. Ben bu ara esas olarak vakıflaşma yolunda çalışıyorum. Bir "aksiyon" planı var yani.

Ama fotoğraf ve yazı işini ihmal etmemeliyim.

Koşu günü beni en çok sevindiren, öğrencilerimden, eski ve yeni, gönüllülerin gelmesi oldu. Öncesinde de yine öğrencilerden, "Nasıl destek olalım, duyuruyu arttıralım" gibi destekler geldi. Gençlerin katılımını çok önemsiyorum. Ve tabi Leyla, Mehmet, Demir ve Yasemin'in kayıt masasındaki etkin çalışmalarını görmeliydiniz. Zaten Leyla, bir gece önce, tüm katılım formlarını halıya serip, alfabetik sıraya koyduğu anda dahil olmuştu organizasyona. O ana kadar, "Sadece koşacağım" derken, bir anda iş yapmayı sevdi. Ben özellikle Leyla'nın ve arkadaşlarının bu işlerde faal olabilmesini de çok önemsiyorum. Böyle böyle bize göre belki de daha fazla gönüllü harekete "alışkın" büyüyüp, daha faal olacaklar diye umuyorum gelecekte.

Tabi, ben kayıt masasını Leyla, Mehmet, Demir, Yasemin'e ve sevgili Ayda, Murat ve Hande'ye emanet edince, arka planda kalan organizasyon işleri ile ilgilendim. Bu bizim için çok iyi bir öğrenme oldu! Bir gece önce, baba müzik işine el attı, ve bu güne uygun olabileceğini düşündüğümüz müzikleri biraraya getirdik. Bir anda, Mary Poppins'ten bir şarkı çalmanın ne kadar güzel olcağını düşündü baba, derken, hem Nehir'in seveceği, hem birlikte dinlediğimiz hem de yeni, eski şarkılardan bir "playlist" yaptık. Bunu yazıyorum çünkü, sevgili Yasmin, 14 yaşında, "Şarkılar çok güzeldi" deyince ayrılırken, "Tamam, iyi bir işi yapmışız" dedik.

Sevgili İrem Hanım, tüm cupcakeleri yaparak destek oldu bize! Ve gelen diğer her "teyze" elinde yiyeceği ile geldi. KACUV içecek sponsorluğunu sağladı. Sevgili Duygu, "Bizim çocuklar gelir" dedi, ve minik çocuklarla oyun oynayan iki ağabey geldi. Zaten görebildiğim kadarıyla, Duygu ve annesi yiyecek masası arkasında oldukça etkindiler. Sevgili Tevhide ve Burcu koşu parkurunda gönüllü yer alan grup içinde, kimin nasıl, nerede duracağını belirlediler. Tevhide, mühendis geçmişiyle, benden bir adım önde, parkur haritasını, birkaç adet hem de, basıp getirmişti!!

Her şey, gönüllülük anlayışıyla yapıldı. Plaj bayraklarını yapan Yıldırım Bey bile, sadece alışveriş sırasında gördüm, "Bizim de katkımız bu olsun" deyiverdi. İ.T.Ü, zaten, "Her türlü desteği veririz" demişti...

Aksaklık olmadan atlattık! İlk olduğu için, beni endişelendiren öngöremediğim bir "acaiplik" yaşanmadı. En önemlisi, herkesin keyif almasıydı. Ve bir sonraki yıl için önemli fikir, adındaki "koşu" lafını kaldırmak. Bu nedense herkesçe fazlasıyla ciddiye alındı bence. Bir grup katılımcıyı bu sözcük ürküttü!! Bunu değiştireceğiz. "Kebaplı koşu" ... Şaka!

Ben de kendime önemli bir ders çıkarttım. Bir sonraki yıl kayıt masasında duracağım. Çünkü herkese merhaba diyemedim, ortalıkta dolanıyor olunca. Zaten, bir anda, tabi sonrasında hatırladım, Christine ile tanıştığımızda kayıt masasındaydı! Mantıklı! Tam ayrılırken, örneğin, bir kadınla yüzyüze geldim, bana güzel ve dikkatli baktı, ben nereden tanıyorum diye düşündüm... Sonra, ayrıldıktan sonra ama, bir blog takipçisi olup, Nehir'e veda ettiğimiz gün bizimle olduğunu hatırladım!! Lütfen, bir sonraki etkinlikte daha çok tanışma ve konuşma fırsatımız olsun!!

Tüm bu "duman"lı kafamı heyecanıma verin. Biz bütün akışı, o gün "prova" etmiş olduk. Öncesinde , ne olabilir ki desek de, bu kadar basit bir organizasyon bile bir organizasyon!! Bir sonraki etkinliğimiz daha iyi olacak. Daha iyi olacak derken, en önemli eleştirmenim olabilecek, sevgili Bilge, tam puan verince, huzura erdim. Annesi Alman (!) ve böyle etkinlikler içinde yer alan, düzenleyen biri olarak "Çok iyiydi" demesi benim için çok önemliydi. Yine de bir sonraki etkinlikte, artık daha fazla katılımcıyı hedefleyerek, bir organizasyon yapacağız. Ben bu ilk olanı, bir sınırda tutmak, ve yüzümüze gözümüze bulaştırmadan gerçekleştirmek istiyordum. Özellikle öncesinde az zamanımız olduğu için.

Yaptık. O gün Nehir'le bir gün geçirdim. Nehir'in gülümseyen ve izleyen fotoğrafı bizimleydi. Son anda, babası koyuverdi, "Masaya koyalım "diye.

Bizimle olan herkese buradan da teşekkür ediyorum. En değerlisi, Ayşegül ve Mustafa'nın gelmiş olmasıydı. Sevgili Güneş'i kaybedeli çok da geçmeden, bizimleydiler. Biz de onlarla. Güneş'in ikizi Işık ile tanışma fırsatımız, ve birlikte neler yaparız diye konuşma fırsatımız oldu. Koşunun sonunda yine pembe balonları bırakırken gökyüzüne, ağabeylerden biri, bir kalp bağlayıverdi, bir balonun ucuna, ve hep birlikte Nehir'e, Güneş'e, Ali'ye selam gönderdik.

Ve dün.

Dün, fakültede koridordayken, ilkokul bir veya ikinci sınıf, üzerlerinde üniforma iki küçük kız beni gördü ve "Nehir'in annesisiniz değil mi?" diye sordular. Ben de "Evet" dedim... "Nehir vardı, Ali vardı, diğer çocuğun adı neydi?" diye sordular. "Güneş" dedim. Biri, "Aa ben Güneş ablayı tanıyorum" dedi, diğeri, "Hayır, o değil, bu Güneş, bebek" dedi... Ben de açıkladım, "Evet, Güneş 4 yaşındaydı, biliyor musunuz o gün kardeşi oradaydı, Işık."...İşte bunları merak eden, Sevgili Fakülte sekreterimiz Nurcan'ın kızıydı ve koşuya gelmiş, bunu arkaşıyla paylaşmış ve birlikte merak etmişlerdi. Sanıyorum doğru yoldayız!!!!

Hepinizi çok seviyorum, gönülden verdiğiniz destek, paylaşım, ve duyarlılığınız için.

Wednesday, September 7, 2011

Pembe Balonların Ardından Bir Yıl

Bugün Nehir'i pembe balonlarla uğurlayali, bir yil oldu.
Bizim için önemli bir dönemeç. Kabullenmemiz adına.
Kabullenmek.

Yine bir tesadüfle, 4 Eylül sabahı, beni çok etkileyen bir kitabı bitirdim.

"When Bad Things Happen to Good People".

1980lerde yazılmış. Oğlu iki yaşında, erken yaşlılık sendromu ile teşhis edilmiş, 13-14 yaşında öleceği söylenmiş, sonraki yılları, doğumgünlerinde acı çeken ve 14 yaşındaki oğlunu kaybeden bir haham yazmış.

Bir din adamı.

Sormuş, sorgulamış.

İyi insanların başına bu trajediler neden gelir?
Kader midir? Şansızlık mıdır?
Her şeyi yazgı ile açıklayabilir miyiz? Rassallık nasıl giriyor denkleme?
Din bize nasıl yardım eder? Sınırları nedir?
Böyle trajedilerden sonra insanlar ne yaparlar?

Gibi sorular sorular sorular.

Benim için çok ilginç bir buluşma oldu. Kendi kendime vardığım sonuçları bir din adamından dinlemek, okumak. Bana çok da huzur verdi. En önemlisi.

Bitirken de demiş ki, evet olgunlaştım, çok daha iyi bir haham oldum, ama oğlumu geri almak için bir saniyede hepsini verirdim. Sıradan, sığ bir adam olurdum.

Evet evet evet. Hiçbir bilgelik düzeyi bu deneyimi anlamlı kılmaz.

Ve işte bugün webistemiz işlerlik kazandi. İster Koş İster Yürü...Ayrintili bilgi

www.coyag.org

Hem de yeni bir blog olusturdum, COYAGa bagli olacak. Burasi hala bizbize kalsin istedim!

Gönüllü bize o etkinlikte yardim etmek isteyecekler, bana yazabilirler.

Umutla, umutla, umutla!!!

Nehir'im seni seviyorum.

Sunday, September 4, 2011

Nehir'im, tatlım

Sensiz bir yılı geçirdik.

Dile kolay, yüreğe zor.

Ablan diyor ki, "Ama Nehir için en zoru, o tüm ailesini kaybetti"... Seni konuşuyoruz, kaybının ne kadar haksızlık, ne kadar zor olduğunu. Böyle şeylerin az rastlanan bir şanssızlık olduğunu, tekrarlayıp duruyoruz. "Olmadı", diyoruz.

Kabulleniyoruz.

Ben kabullendim. Aklım kabul etti, yüreğim zaten baştan beri reddetti. Bir hayal gibi hayatımıza girdin, çıktın sanki. Bir nefeste. Bizi teselli etmeye çalışıyorlar, hala ara ara...Tesellisi yok oysa.

Biz seni düşündük bugün.

Annen, baban, ablan, kuzenlerin, halan, enişten, dayın, yengen, anneannen, dedelerin, babaannen, hep birlikte helva pişirdik. Meğer birlikte helva pişirmek ne güzelmiş. Birlikte pişirmek. Senin seveceğin gibi dondurmalı, senin seveceğin gibi çileklerle (blueberry bulamadım tatlım). Senin seveceğin pembe şekerler yedik.

Biz seni düşündük bugün tatlım.

Güzel gözlerini, güzel gülümseyişini. Muzurluklarını, alıp başını gidivermelerini, kendine dolaptan elbise seçişini, güzel elbiseler giydiğinde kendinle mutlu bakışlarını...

Ve seni sarmalayan sevgiyi. Bizi yalnız bırakmayan. Bugün de, o acı dolu günde de, sonrasında da.

Minik kızım huzur içinde kal. Seni seviyoruz ve çok özlüyoruz.


Sunday, August 7, 2011

Haberler

Özlem'cim, yazmıyorsun demiş.


Aslında blogun sonuna geleceğiz, çünkü İstanbul'a döndükten sonra yazabileceklerim, herkesin bildiği şeyler.



Nehir'im bizimle. Bazen silikleşiyor. Belki de diyorum, hafızamın unutmasına izin vermeliyim. Yani doğa bize böyle bir savunma mekanizması vermiş, başaçıkmak için...unutmak.



Ama işte bir şey gelip yakalıyor.



Sevgili arkadaşım Gonca uğradı, iş çıkışı...Bir zamanlarki hayatımızda olduğu gibi. Leyla'ya bir şey getirdim, dedi. Bir baktım, hani o ütüyle yapıştırılan minik boncuklardan. Bir anda gözlerim açıldı, bilemedim ne düşüneceğimi. O kadar çok yaptık ki. En çok da Fort Worth'de. Sonra New York'ta. Hala sakladığım bir çiçek ve kalp var. Şu anda yapamayacağım bir şey, el işi.



Neyi, nasıl beni yakalayacağı belli olmuyor. Bir anda, tüm günü "normal" geçirmişken, dağılıveriyorum. Carole yazmış, hep güçlü olmak zorunda değilsin, bırak kendini diye.



Evet.



Sanki dünyanın en olağan işiymiş gibi, Zincirlikuyu Mezarlığına gittim. Nehir'in mezarını yaptırmak için oradaki bir usta ile anlaşmak lazım. Beğendiğim bir taş ve mezar var, onu yapanı öğreneyim dedim. Genç bir çocuk, hakla ilişkiler diye bir ofiste oturuyordu. Girdim. Sordum. Telefonunuzu alayım, öğrenebilirsem sizi arayım, dedi. Ben de, sanki eve kapı yaptırıyormuşum gibi, evet, kızımın mezarında adı yok, beni bu üzüyor dedim...Der demez de kendimi dışarı attım, gözyaşlarımla birlikte.



Acaip işler bunlar. Bu da bir iş. Ama hiç yapılmaması gerken. Nehir büyümeli, annesi ve babası için bir mezar yeri bulmalıydı.



...



...



İşte bu saçma anlar dışında, sanki biraz daha alıştık.



Kavgalar azalmadı. Her gün, rutin, eve gelince, park kavgası. Derken tepemizden geçen helikopterler. Birileri araç olarak helikopter kullanıyor. Bir gün aşağıdan havai fişek fırlatmak gibi deli fikirler var aklımda. Bazen, "O kadın mı, kızını kaybetti, biraz delidir" desinler ve ben de delilikler yapayım diyorum.



Delidir ne yapsa yeridir. En güzel özgürlük!



Oysa biz hep medeni, biz hep anlayışlı, biz hep düşünceli, biz hep saygılı.



Ahhhhhhh.



Deli deli kulakları küpeli, deli deli kulakları küpeli...olmak istiyorum.



...



...



Şimdilerde evde espresso yapma maceralarına giriştim. Yaklaşık 5 yıldır bir dolapta duran makinenin aslında iyi bir makine olduğunu anlamam için, Ithaca'ya gidip kahve içmem gerekliymiş. Biliyorum, komik ama geç değil.



Ve Nehir ile "raw" yemek için almış olduğum en önemli yatırımım mikseri de kullanmaya başladım. Ayran yaparak!! Ha ha bu kolaydı. Sırada "smoothie" ve sebze suları.



Koşuya devam.



Ve Nehir için koşu hazırlıklarına devam.



Esas duyuruyu, websitesi olunca yapacağım ama not edenler etsin. 25 Eylül, pazar günü, İTÜ Ayazağa Kampüsünde, "fun-run". İster yürü, ister koş! Nehir'in anısına KAÇUV yararına! Heyecanlıyım. Umarım, güzel bir gün olacak.



Öncesinde biraz Bodrum. En son, 2008 yazında yüzmüştüm. Uzun bir araba yolculuğu yapmak istiyorum. Sabah, iyice erken bir saatte yüzmek. Kimse yokken, deniz dalgasızken.



Haydi, herkese güzel bir Ağustos diliyorum!


NOT: Koşuyu KAÇUV ile birlikte yapıyoruz. Makbuz karşılığı alacağınız koşu, veya o güne katılım ücretleri, KAÇUV'a bağış olarak toplanmış olacak. Büyük katılım, çocuk katılım, aile katılım ücretleri/biletleri olacak. Karşılığında bir tişörtünüz, bir katılım rozetiniz olacak. Ve özellikle de koşanları düşünerek basit bir yiyecek (poğaça ve minik kek olarak düşündüm) ve su ikramımız olacak. KAÇUV'dan Sevan Hanım bize çok yardımcı oluyor. Meyve suyumuz da olacak sanırım. Hatta kahvemiz de olabilir. Minikler için de kısa bir koşu olacak ve umuyorum bir, iki masada etkinlik olacak. Yani benim aklımdaki ailecek bir-iki saatinizi, bir pazar günü açık havada, "hareket" ederek geçirmeniz, Nehir'i hatırlamamız, çocukluk dönemi kanseri hakkında farkındalık yaratmak, arttırmak ve bunu yaparken Nehir'in arkadaşlarına, boyutu önemli değil, bir katkımız olması. Günün sonunda hepimiz, "Bugün ben kanserli bir küçük çocuk için orada bulundum, yürüdüm" diyeceğiz. Bunu özellikle de başka çocukların da diyecek olması bence çok anlamlı. Bence gönüllü faaliyetlerinin gelişmesi bu yolla olacak. Yani çocuk yaştaki katılımlarla. Bizler de kafamızı çevirmek yerine dönüp bakmış olacağız. Ve Sevcan Hanim'ın dediği gibi, ben de yüzde yüz katılıyorum, "ajitasyon" yaratmadan, neşe ile.


Bu kabaca, projemiz.

Friday, July 15, 2011

Haydi Koşuya

Ah evet, ne zamandır aklımda, da nasıl toparlarım diyordum.

Aslında bu tür, yani "walk-to-run" programları internette bulabilirsiniz. Bu bizim yapmış olduğumuz.

Toplamı 12 hafta

Genel: salı, perşembe ve haftasonu bir gün. Yani haftada üç kez. Salı günleri "aralıksız", perşembe günleri "aralıklı", haftasonları ise süreye bağlı, kendinize kalmış.

Program:

1. Hafta Salı: Sadece Yürü Perşembe: 1K/9Y x 3 Pazar: Y/K 30 dakika

Yani, salı günü 30 dakika yürüyüş, perşembe günü, 1 dakika KOŞ, 9 dakika YÜRÜ, ve bunu 3 kez yap, toplam hep 30 dakika olacak. Haftasonu nasıl istenilirse, yürü/koş, 30 dakika, sonra süre artıyor.

Aşağıdaki şekilde artarak gidecek

2. Hafta Salı:3K/27Y Perşembe: 2K/8Y x3 Pazar:Y/K 30
3.Hafta Salı:6K/24Y Perşembe: 3K/7Y x3 Pazar:Y/K 30
4.Hafta Salı:9K/21Y Perşembe:4K/6Y x3 Pazar: Y/K30
5.Hafta Salı: 12 Perşembe:5K/5Y x3 Pazar:Y/K30
6.Hafta Salı:15 Perşembe:2.5 km Pazar:Y/K35
7.Hafta Salı:18 Perşembe:6K/4Y x3 Pazar:Y/K35
8.Hafta Salı:21 Perşembe:7K/3Y x3 Pazar:Y/K40
9.Hafta Salı:24 Perşembe:8K/2Y x3 Pazar:Y/K40
10.Hafta Salı:27 Perşembe:9K/1Y x3 Pazar:Y/K45
11.Hafta Salı:30 Perşembe:5km Pazar:Y/K45
12.Hafta Salı:30 Perşembe:30 dakika Pazar:Y/K45

Dikkat edilecek noktalar(bana söylenenler):

1. Başkalarıyla yarışmayın.
2. İyi bir koşu ayakkabısı edinin. Eski olmasın. Ve koşu için olsun.
3. Isınma hareketleri yapın, 10 dakika. Bunları youtube dan bulabilirsiniz.
4. Öncesinde mideniz çok dolu olmamalı, veya susuz...Bu konuda bedeninizi dinleyin. Örneğin, "sancı" giriyorsa, bunlarla ilişkili olabilir.
5. Genel kural: Bedeninizi dinleyin, durmanız gerekiyorsa, durun. Programı yavaşlatın.
6. Nefes alın, ağızdan, burundan karışık, kural yok. ama alın!
7. Omuzlar rahat olmalı, ve dik bir duruş, karın %50 içeri çekik, göğüs kafesi açık.
8. Ayakların basışı, doğru olmalı. Bu konuda da youtube dan yararlanabilirsiniz.
9. Eğer zorlanırsanız, yavaş koşun ama sürelere sadık kalın.
10. İdeal adım sayısı, dakikada 180. Ben henüz tutturamadım, ama başladığımda 160 gibiydi, amaç biraz biraz arttırmaya çalışmak.

Benim deneyimim:

Başlangıcı zor, 1 dakikadan üçe geçiş, sonrasında, 6 ve 9...Ama bir bakıyorsunuz 20 dakikaya gelince, bayağı bayağı koşuyorsunuz.

Unutmayın koşu aslında dizleri zorlayan bir spor. Ben de ara ara zorlandım. Zorlanınca, bırakıp, spor salonuna gidip, "elliptical" gibi kardiyo aleti yaptım, dizlere yüklenmeden. Yani, lütfen, "eğlenceli" ve "yararlı" olduğu sürece yapın, ızdırap olmamalı, veya sakatlığa yol açmamalı.

Eylülde, Nehir'i anısına düzenleyeceğimiz koşuya (fun-run) şimdiden bekliyoruz!!! Madem!!!!

Bununla ilgili çalışmaya yeni başlıyoruz, ilerledikçe, ilerleyince daha detaylı bilgi veririm, ama heyecanlıyım!

NOT: Bugün Elif Hanım mail atınca yazayım dedim. Koşuyu İTÜ Ayazağa Kampüsünde ve KACUV (Kanserli Çocuklara Umut Vakfı) yararına yapacağız. İTÜden tarih almayı bekliyorum, resmi izni. Haftaya da parkur işine bakacağım. Bir yandan da yapılacaklar listesine göre çalışma programı. Herkes koşmayacak!! Meraklanmayın! Amaç, biraraya gelmek, Nehir'i yine onun seveceği şekilde anmak ve Nehir'in arkadaşlarına yardım etmek.

Gönüllülere ihitiyacımız olacak, ve bu "event"i duyurmaya. Ama önce biraz çalışma yapmalıyım! Bilgilendirmeye devam edeceğim.

Saturday, July 9, 2011

Anılar İçinde Varolmak

İki haftayı biraz geçti...

İnişler çıkışlar devam.

Evde rutine giremeyen tek kişi benim. Leyla'yı hemen yaz okuluna göndermeye başladık. Hem spor yapsın, hem de evde tek başına, komşu çocuk da yok burada, kalmasın diye. Babişko, servisle de gidip geldiği için, belli saatlerde gidip geliyor.

Ben ise çabalıyorum. Metro ile mi gitsem, arada taksi, acaba araba, aklımda eski Vespa'm. Evin işlerini nasıl düzene koysam. Sporumu nasıl düzene koysam. Yani gündelik hayatımı bir düzene sokma çabasındayım. Yeni rutin yaratma çabası. Kadının "juggle" etme halleri. Bazı günler daha verimli, bazıları değil. Ara ara gece uykum kaçmış bir halde uyanıyorum.

Etrafım anılarla çevrili. İşte bu zor. Şaka bir yana hep aynı yerde yaşamışım. Bu büyük bir lüks, ama bir yandan da sokağa her adım attığımda, sanki 30 yılın içinden geçiyorum. Genç kızlığım, genç kadınlığım, sadece Leyla ile olan hayatım, Nehir, Nehir sağlıklıyken, Nehir hasta iken...

Sanıyorum, 2008 kasımdan bu tarihe olanlar beni o kadar şaşırttı ki, o ara o kadar başka türlü yaşadım ki, şimdi başka bir gezegen veya yüzyıldan geri ışınlanmış gibiyim.

Varolmanın dayanılmaz ağırlığı, hiç çıkmıyor aklımdan. Tam da böyle. Üzerimde büyük bir ağırlık. Ve "Nasılsın" soruları. "Nasılsın, iyi misin?" sorusuna dayanamıyorun. Çünkü, "Hayır, iyi değilim" demek istiyorum. "Çok şükür" demek içimden gelmiyor. Beni en çok zorlayan, işte bu gündelik hayattaki bu sıradan, laf olsun diye sorulan, yanıtı da hep belli olan soru. Belli değilmiş meğer.

Bir geçiş dönemi bekliyordum. Çok ağır bir depresyona girmeden, hafif hafif, alışmayı umuyorum. Bu hafta yataktan dahi kalkamayacak hissettiğimde, kendimi kaldırıp, spora gitmeyi başardım. Çıktığımda düzelmiştim. Geçen pazar sabah 5.30'ta uyanıp, Belgrad'a gidip, koşunca, kendimi iyi hissettim. Bütün iş spor yapmakta benim için. Ne olursa olsun, sürünsem de yapmalıyım. Başka türlü kendimi ayakta tutmakta çok zorlanıyorum.

Şu rutini bir oluşturabilsem.

Bazı yerlere gitmek istemiyorum. Nehir'le gittiğim. Hasibe Hanım örneğin. Kapısından adım attığımda, ağlamaya başlayacağımı o kadar iyi biliyorum ki, "Nasılsınız" sorusuyla...Gitmedim. Ne yapacağım, nasıl alacağım sebze meyveyi, organik, derken, Kanyon'da cumaları organik stand açılır olmuş. Beni kurtardılar. Üstelik çok da tatlı kadınlar. Bana çiğ bamya yedirdiler, derken acur. Ben sertifikaları, ürünlerin yörelerini sordum. O sırada, esas ilgili genç adam geldi. Yüzü tanıdık geldi, ama çıkartmam, hele bu aradan sonra, çok zor. O beni tanıdı. Feriköy'deki pazardan. "Saçlarınız uzundu", dedi. Ben de hatırladım. Nehir'e bol bol kırmızı üzüm aldığım tezgah. Genç adamların olduğu, güzel de muzları olurdu. Taa, 2008 ve öncesi. "Çocuklarla gelirdim, evet" dedim. Böyle olunca Kanyon'daki tezgah benim için yakınlaştı. Keçi sütünden peynirler, terayağ, yan masada organik sabun, şampuan...Fiyatları henüz karşılaştıramadım. Ama çok önemli değil, bu kadar anı içinde "yeni"liklere ihtiyacım var.

Arada "eski"ler hoşuma gidiyor. Levent'te hep alışveriş ettiğim kırtasiye vardır. Genç bir adam, dükkanda büyüdü, hala da adını öğrenmedim, buranın hala tutunuyor olmasını çok seviyorum. Zaten çarşıda değişmeyen, düşüneyim, Venüs, Merkez, belki de bu üçüncü yer. Oraya girdim, fotokopi için. Sağıma baktım, "moleskin" ajandalar! 2008'te ilk kez almıştım... İki tane var, içleri dolu. Saklıyorum. Gündelik, okulla ilgili yapacaklar derken Nehir'in hastane notlarını alır olmuştum. Bloga başlamadan önce. Sonra, TR'ye dönerken yenisini almıştım, o çok dolu değil...Gelmeden önce arayıp durdum, 18 aylık olanını, bulamamıştım. Meğer çıkmamış. Levent'te, küçük kırtasiye dükkanında buldum. Çok satmadıkları için sipariş vermemişler, ben isteyince, aradı, buldu, ertesi gün geldi. İşte, böyle basit anlarda, bu "tanıdık"lık hissini, "küçük" dükkanları, "mahalle"de olmayı çok seviyorum.

Dün ara ara yokladığım sitelere baktım. Kanserle mücadele eden. Güneş, iyi değildi, uzun süredir. Bekleniyordu. Ama bekleniyor olması kolaylaştırmıyor. Ayşegül ve Mustafa Güneş'lerini kaybetmişler. Yoğun bakımda, makinede iken dört yaşında olmuştu. Çok mücadele ettiler. Güneş huzur buldu artık. Allah Işık'a, Güneş'in ikizi, uzun ömür versin.

İşte, hayat karmaşası.

Sunday, June 26, 2011

İstanbul: Yeniden.

Uçtu uçtu, kuş uçtu... Derken geliverdik. Çarşamba günü vardık.

Öncesi: Ayıklama, toplama, sığma, sığdırma...ve vedalaşma. Önce Ithaca'ya veda ettik. Biraz zor oldu. Temiz havalı, sakin, yeşil Ithaca aklımızda, gönlümüze de tahtını kurdu. Edindiğimiz arkadaşlıkları saklıyoruz. Beslemeye devam edeceğiz. Ithaca'ya güzellemeyi yazacağım, sonra.

Araba kiraladık ve NY'a geldik. Uçağımız gece olduğu için zamanımız vardı. Önce Leyla için denklik belgesi aldık, konsolosluktan. "Dönüşte alıması güç olacak", dedi, eğitim ateşesi. Ben, önce anlamadım, "Sanmıyorum, eski okulunu çok seviyor", deyiverdim. Meğer, aradaki eğitim farkını söylüyormuş... "Ah", dedim, "Evet, bütün iş çocukların eğlenmesi burada". Ateşe, gülümsedikten sonra, "Ama biz de çok zorluyoruz", dedi. Düşündüm, doğru. Arada bir yerde denge kurmak lazım. Biraz akademik zorlama, bence iyi, ama nerede duracağız. Öğrenirken eğlenmek de önemli, ama orada da durmak gerekiyor...

İşimiz çabuk bitince, RMH'ye uğrayalım dedik. Yakına RMHnin önüne parkettik. Leyla heyeceanlandı, "RMH!!!". Tam arabadan indik, Maria'yı gördüm. Kızı Leyla ile yaşıt, ahbap olduğum, ve çok sevdiğim iki anneden biri. Biliyordum, o tarihte NY'ta tarama için olacaklarını ama haber vermemiştim, uğrayabileceğimizden emin olmadığım için. Sarıldık. Yanlarında geçen yaz, Leyla'nın çok sevdiği yaz kampı ablası. Leyla'yı görünce o da sevgiyle sarıldı, "Hadi gel içeri, Ben -başka bir abi- içeride ona mutlaka merhaba de" deyiverdi. İçeri girdik. Kapıdaki görevli ile selamlaştık bu kez...Çalışanlara merhaba dedik. Artık eve döndüğümüzü, ve güle güle demek için uğradığımızı anlattık...Leyla oyun odasına gidiverdi. Yenilenmiş. 5 dakika içinde kartondan bir araba yapmıştı bile. Biz aşağıya indiğimizde, geçen yıldan bildiğim birkaç çocuğu gördüm. Hala tedavide olan. başka çocuklar gördüm... Yüzleri, kemodan, beyazlamış, soluk... İçimden, hasta görünüyorlar, dedim. Oysa bir yıl önce Nehir de böyle iken, belki de, ne kadar da normaldi herkes bizim için. Şimdi, "dışarıdan", farklılaşmıştı her şey. Bir kız çocuğu gördüm. Saçı dökülmüştü. Hala tam çıkartamadım, geçen yıl, saçı vardı ama eminim. Aklıma takıldı, acaba nüks ettiği için mi öyleydi. Karmaşıklaştım orada.

Sonra dışarı çıktık. Babişko, "Haydi, Üsküdar'da birşeyler yiyelim," dedi. Leyla heyecanlandı, "Mantııı" diye. Gittik. Hüseyin Bey yoktu. Ortağı vardı. Sipariş verirken, "Sizin bir de küçük çocuğunuz vardı değil mi", deyince, ben koyverdim tabi. Adamcağız da ne yapacağını bilemedi, "Hayat devam ediyor" gibilerinden birşeyler dedi, içeri gitti. Derken Hüseyin Bey geldi. Onun la da biraz sohbet ettik. Böylece Üsküdar'a da veda ettik. Çamlıca gazozu, mantısı, nefis etli yaprak dolması, ve her zaman çok ilgili, saygılı, beyefendi Hüseyin Bey'i görerek.

Çıktığımızda bir saatimiz vardı. Bu kez, "Haydi, Central Park'a yürüyelim", dedim ben. "Uçağa binmeden biraz yürümüş oluruz". Arabayı zaten RMH'den sonra otoparka bırakmıştık. Babişko ve Leyla'da tekerlekli çantalar, benimse sırtımda sırtçantam. Yürümeye başladık. Bir anda farkına vardım. Sırıtmdaki çanta, yürüdükçe ağırlaşınca. Nehir'e veda ediyorduk, tipik bir hastane gününü yeniden yaşayarak!

Parka gidip, bir banka oturduk. Derken, babişko, kafasini eğiverdi. "Ne oldu?" diye sordum. "Kafamdan bir böcek uçtu sanki" dedi. Bir saniye sonra, baktık, bir kelebek. Geldi kondu babanın omzuna. Ve gitmedi. Oturduğumuz bir saat boyunca, babanın omzuna geldi, uçtu, tekrar geldi, benim bacağıma kondu, bankın arkasına...bizimle kaldı. Artık gitme zamanı geldiğinde o kelebeği orada bırakmak istemedik. Ayrılmak çok zor geldi. Zaten tüm bu vedadan zorlanan ben oracıkta da ağladım, ağladım, ağladım. Nehir'imin bir parçası hep orada, biliyorum. En sonunda kaltık. Baktık kelebek bir genç kızın kitabına kondu bu kez. Baba dediki, "Herkese konuyor bu". Ben de, "Kendine arkadaş buluyor" dedim. Çok duygu yüklü bir veda oldu, olması gerektiği gibi. Sürrealdi, yaşadığımız her şey gibi.

Gelince Carole'a yazdım. Dediki, "Nehir'i bize bıraktığını düşün, bu seni rahatlatır" dedi. Gerçekten de, böyle düşünmek. Üstelik, annesi Upper East Side'da yaşadığı için, sık sık onu ziyarete gittiklerini, artık Üsküdar'ı, RMH'yi daha iyi tanıdıklarını bilmek, beni rahatlattı.

İşte böylece uçağa gittik. Leyla, havaalanında, "O kelebek gerçekten Nehir miydi?" diye sordu. "Bilmiyorum, ama biz öyle hayal ettik", dedim.

Vardık. Leyla gece yastığa başını koyduğunda, "En sonunda Türkiye'ye geldik" dedi. Döndüğümüz için en mutlu o. Ara sıra anlattıklarından özlediği şeylerin, küçüklüğünde birlikte yaptığımız şeyler olduğunu anlıyorum. Anıları var. Çocukluk anıları. Mutlu anıları. Birlikte.

Bazen üzülüyorum, Leyla'nın hatırladığı annesinden farklılaştım diye. Daha üzgün, daha sabırsız, daha az birlikte bir şeyler yapan bir kadına, anneye dönüştüm. Leyla, bu anlamda, sadece kardeşini değil, ailesi de kaybetti. Umuyorum, hem babişko, hem ben, biraz daha iyileşir, biraz daha gülümser hale geliriz ve yeniden mutlu anılar biriktirmeye devam ederiz.

Bize soruluyor ya hep. Burayı mı özlediniz, Ithaca mı...Nerde yaşamalı.

Hiç farketmiyor. Her yerde o boşluk var. Mekan farketmiyor ki, yaşadığımız esas zorluk içimizde.

Evimizde olmak hem güzel, hem zor. Nehir'in hayali gözümde. Onunla ilgili imgeler gözümün önünde. Bu hem zor, bir yandan da güzel. Ya da bu imgelerin bana kendimi daha iyi hissettireceği bir an gelecek diye umuyorum, diyelim.

Ha bir de, yazmayalı, Leyla'm 10 yaşında, bense 42 oldum. Hatırlayıp da yazanlara içten bir teşekkür!! 40 yaşımdan beri her yıl sanki bin yıl ekleniyor üzerime. Neyseki, dünkü başarısız mahalle arası koşu denemem, bugün Boğaz'da başarıyla sonuçlandı. Ve ben kendime gelmeye başladım. Baksanıza oturdum, yazdım en azından!

Hoşbulduk!

Not: Koşu programını yazacağım, zaten eylülde hep birlikte koşacağız inşallah! Hazırlanmakta fayda var yani!!

Tuesday, June 7, 2011

Ara

Evet, uzun oldu ara. Olmuş.

Bu kez dönmeye yakın, önce biz kısa bir gezi yaptık. Sarper ve Serdar Amca'lara. Çok eskiye giderseniz, bizi Houston'da ziyarete geldiklerini hatırlarsınız. Nehir ile birlikte, Houston'daki sevgili restoranımız İstanbul'da yemek yemiştik, hep birlikte. Güzel günlerimizde.

Bu kez biz onları ziyarete gittik. Sarper'in (Andrea'nın) ve Serdar'ın evsahipliğinde, yedik içtik... Annelik-babalık, çocuk yetiştirme üzerine "derin"leştik. Kadın-erkek, anne baba farklılıklarımızı konuştuk.

Sonra da Washington DC'ye gittik. Bu kez, Leyla, küçük Leyla ile karşılaştı. Yine babişkonun eski bir dostunda, Ayşe'de, kaldık. Aaa, yazınca hatırladım, iki Leyla arasında bir dilek tutsaymışım. Gerçi, benim bir dileğim vardı hep. O da olmadı.

Washington'u çok sevdim. Tam bir başkent havası var. Biraz Paris'e benzetmişler. Müzelerini gezdik. Leyla, en çok havacılık müzesini sevdi. Bir de yeni bir müzesine gittik. "Newseum". Habercilik müzesi. Bu, ilginç oldu. Leyla'yı bunca yıl, kötü haberden saklayıp, pat diye önüne tüm yılların savaş, ve felaket fotoğraflarını çıkarmak, habercilik açısından ilginç ama annecilik açısından felaket oldu. Kendime sıfır puan verdim. Nasıl da düşünemedim. İçeri girince de, girmiş olunca, bilemedim. Katrina, 11 Eylül, depremler, savaşlar. En zoru Pulitzer ödüllü fotoğraflarıydı. Hani meşhur Vietnam'daki koşan çocuk fotoğrafı... Neyseki, diyebilirim, Bin Laddin öldürülünce, tüm 11 Eylül hikayesini öğrenmiş olmuştu, okulda, en azından bu olay yepyeni olmadı. Sanıyorum, yaralı bir asker görüntüsü ona en çok dokundu, bakalım kaç yıl zihninde yer etmiş olacak. Hani bir yerden, gerçek hayata başlamak lazım da, bu çok yoğun oldu.

En çarpıcısı ise, basında özgürlik haritasıydı. Türkiye, "yarı özgür" diye sarıya boyalıydı. Ama kırmızıya gelmesine sadece dört puan kalmış! Leyla'ya özgür habercilik konusunda, tarafsız habercilik konusunda bilgi oldu. Tüm dünyaya baktık, en özgür yerlere...İskandinavya tabi. Yazık ki ne yazık.

Eğlenceli bölümü ise, yaptığımız kısa haberdi. Leyla bir basket maçınının açılışını yaptı, "prompter"a bakarak. Ben ise yılların birikimiyle, "Beyaz Saray" önünden bildirdim!!! Ama görüntüyü izlediğimde gül gül yerlere yattık, zira prompter a bakarken, şaşı olmuşum! Muhabir deyip geçmemeyi öğrenmiş oldum. Gözler nasıl yerinde kalıyor bilmiyorum!! Bu da mı yaşla ilgili acep?

Habercilik müzesi, gittiğimiz ilk müzeydi ve sonraki havacılık müzesi ve "casus" müzesi Leyla'nın zihnini dağıtmış oldu. Casus müzesine ben önce itiraz ettiysem de, "suni" bulduğum için, tabi ki en çok onda eğlendik. Girişte kimlik değiştirdik, aralarda sorguya çekildik, bir misyon bitirmeye çalıştık. Casus numaraları öğrendik. En zevklisi, havalandırma borusunda yürüyüşümüzdü! Tüm çocukluk fantazileri gerçekleşmiş oldu. Şimdi ben fantazi yazınca, "yasaklı" olacak mıyım acaba??

İşte bu geziden sonra, döndük. Bu kez halalar bizi ziyarete geldiler. Sanıyorum, böyle hayal etmemiştik buluşmayı. Tuhaf oldu. Dört kuzen yerine, üç. Mina, Nehir'den bir ay küçük... Kalbim yanında Nehir'i aradı. Yine de iyi başaçıktık, hem Mahmut, hem ben. Zaten Zeynep'ler bize çok iyi zaman geçirttiler. Yine yedik, içtik. Sanıyorum Türk Türk'ü bulunca yemek yemek kaçınılmaz oluyor!! Ithaca'da bir haftasonu var, her yer kalabalık O da Cornell'in mezuniyet günü. Onu yakalamış olduk! Her yer ana baba günü, sanırsın ki koca şehir burası. Restoranlarda yer yok. Ama güzeldi. Hep birlikte Ney York'a gittik. Cengiz Amca'ları da gördük. Ben Yaprak'ı da gördüm. Bir de baktım Gözdem gelmiş. Yani genel bir "re-union"du!!

New York'u ne yapacağım bilmem. Her gittiğimde, Nehir'den bir parça oradaymış gibi hissediyorum. Bu kez, Central Park'ta koştum. Evet. Koşarken bir baktım, Nehir'i götürdüğümüz parkın yanındayım. Tuhaftı. Nasıl da yorgundum o zamanlar. Ama her seferinde illaki götürüyorduk. Sıcak havada, bacaklarım bedenimi taşımakta zorlanırken. Üstündeki çanta ile ağırlaşmış arabayı itmekte zorlanırken. Ama parka ulaştığımızda, Nehir'i temiz havaya, yeşile götürmüş olmanın huzuruyla rahatlıyordum. Rahatlıyorduk. Banka oturuyorduk. Leyla ve Nehir parkta oynuyordu. Nehir, hele güçlü zamanlarında, ayağa kalkıp, yürüyordu, kayıyordu, sallanıyordu... Yine güzel günlerimiz.

NY'ta iken, güzel bir tesadüfle, hayatını nöroblastomdan kaybetmiş Alex'in, ailesinin kurmuş olduğu vakfın, Toys R Us ile anlaşma yaptığı ve açılış günü haberi geldi, e-posta ile. İki ay boyunca vakfa destek olacaklarmış. Biz de açılışa gittik. Sandra da geldi Mark ile. Orada buluştuk. Alex'in Lemonade Stand'i temasını kurmuşlar. Times Squaredeki büyük mağazaya. Alex, dört yaşında iken, "Ben limonata satmak ve gelirini hastaneye bağıişlamak istiyorum "demiş. Ve annesi babası ile bu hareket büyümüş, ve vakfa dönüşmüş. Bu çok çok önemli bir destek. Dünyanın en kalabalık oyuncakçı mağazasından biridir herhalde.

Biz de sabah erkenden gittik. Alex'in annesi ile konuştuk biraz. "Bana en zoru ikinci yıl geldi, herkes birinci yılı söylüyor" dedi. "Daha iyi olacaksınız" deyiverdi.

En çok ama Sandra'nı anlattığı dokundu bana. Mark'a insan vücudu kitabı almışlar. Beyin bölümüne geldiğinde, "Nehir'in yarası neredeydi? Burada mıydı?" diye sormuş. Sonra da, "Ölmesi gerekli miydi?" demiş. Ham Mina, hem Mark büyüyorlar. Mina'yı fiziksel olarak çok değişmiş gördüm, Mark ise biliişsel olarak beni çok etkiledi. Nehir'in varlığını ve yokluğunu anlayıp, kafasında bir şekilde süzmüş olduğunu görmek beni çok duygulandırdı.

İşte ara böyle bir ara idi. Şimdi yazınca, yine yoruldum. Kimi zaman duygusal olarak, kimi zamanda fiziksel olarak çok yoğundu. Tüm bunlardan sonra Ithaca'ya döndüğümüzde, içimi bir huzur kapladı. Bir şekilde, hem ben hem babişko, asabi mişiz. Onu anladım. Bir yandan "normal" yaşarken, içimizde bir sürü duygu geliyor gidiyor. Etrafa rahat görünüyoruz diye kendimizi sıkıyoruz kimi zaman. Ithaca'daki sakinliğe dönünce, sanki ikimiz de gevşedik. Hatta Leyla da. Leyla'nın ilk söylediği, "Biraz sebze yiyelim" oldu!

Şimdi dönüş toplanmasına başlayacağız. Başladık biraz biraz.

Bugün kütüphanedeyim. Buradaki işimi bitireceğim!



Monday, May 16, 2011

Gözyaşları Hiç Durmazmış

Anladım, bunu da anladım.

Bu ara üstüste geliyor. Önce tatlı Esther'in gidişini öğrendim. Derken, bu yaz tanıdığım, bir nöroblastom annesi facebook'taki Nehir ve Leyla'nın fotograflarina, basitçe "güzel" deyivermiş... Ama beni aldı mı bir dalga yine.

Sonra da Christine ile buluştuk. Christine bana Ithaca'nın bir hediyesi. Yaşadıklarımız benzer, yaşadıklarımız karşısındaki tepkilerimiz, mücadelemiz. Ve Christine ve eşi, kızlari Mira adına kurdukları vakıf aracılığıyla çok güzel işler yapıyorlar. Buluştuğumuzda neler yaptığını, bizim TRde neler yapabileceğimizi de konuşuyoruz. Güzel kalbi kadar, bir de o kadar güzel bir aklı var. Benim gözlerim kahverengi açılırken, onunkiler de mavi mavi açılıveriyorlar sohbet ederken! Aslında hayalim, İstanbul'da yapacagimiz bir etkinlikte onu da görmek.

Christine ile laf lafi açtı, birdenn yoğu bakımda yaşadıklarımızı konuşur olduk. Dökülüverdik. İkimiz de...

Güzel bir şey söyledi. "Hardship" ve "tragedy" farklı şeyler; bizimki trajedi dedi. Evet, dedim. Hiç olmaması gereken bir trajediydi ve bu yükle yaşamak çok zor.

Bugün de üyesi olduğum nöroblastom ailelerinin e-posta listesine bir e posta geldi. Bir anne, çocuğunu kaybetmiş olan ailelere yardımcı olmak için bir websitesi oluşturmuş. İngiltere'de. Baktım. Oğlu, Nehir'le yaşıtmış... aynı dönemde tedavideymişiz. Onlar temmuz ayında kaybetmişler... Yine bir fasıl aldı beni, tabi.

Bu websitesinde, zaman zaman etraflarından yeterince anlayış göremediklerini yazmışlar.

Düşündüm.

Şanslıyız, diye. Nehir'in ilk teşhisinden beri yalnız kalmadık, bırakılmadık. Ithaca'ya bizi kimsenin tanımadığı bir yere bile gelince, destek aldık. Karşımıza hep anlayışlı insanlar, yeni dostlar çıktı.

Teşekkür ediyorum, yine, yine, yine.

Buradaki arkadaşlarımdan, Meral beni gülümsetiyor. Florida'ya gitti. Bana telefon edip, "Bak, şöyle bir site buldum" dedi, geçenlerde. Okumalıymışım. İyi gelecekmiş. "Hadi, seni gülerken görmek istiyorum, gözündeki hüznün geçtiğini görmek istiyorum" dedi.

Gülümsedim. İçimden, "Nasıl anlatsam, bu hüzün benimle, benim parçam. O benim Nehir'im", diye düşündüm.

Feride yazmış....Kendi dertlerini anlatmış... sonra da baktım iki kez, "Şimdi sen neler yaşıyorsun kimbilir" demiş. Bu kez, "Hay Allah, arkadaşlarım bana dert anlatamaz oldular, benimkinin yanında önemsiz" diye. Oysa... üzerine düşünmediğimiz sürece, hepimizin derdi kendine büyük. Zaten genel kural bu değil mi?

Feride'ye yazdım: "Bomba gibiyim. Sen blogspot kapalı, okumuyorsun tabi. Koşmaya başladım. 20 dakikaya çıktım. Ve kütüphaneye gider oldum. Hem çalışıyorum, hem de fiziksel olarak kendimi toplamaya başladım" dedim. Sonra da ekledim, " Derinlerde yaralıyım, ve o yara hiç kapanmayacak".

Zamanla kabuk bağlamayacak. Sızısı azalmayacak. Bana eşlik edecek. Ben gülümserken, kahkaha atarken bile orda olduğunu bileceğim. Bu zor. Ama yapacak bir şey yok.

Websitesini hazırlayan anne, "Sadece üzerinde oğlumun ismi oduğu için boş bir ilaç şişesini bile atamadım" demiş... Aklıma yukarıdaki kutuda duran ilaç şişeleri geldi. Onlarca ilaç. Hastane çıkışı, yorgun eczaneye yürüdüğüm gün aklımda. Nehir'e o eczaneden aldığım "canavar" elindeydi, son günlerinde. Her yerine yarabandı yapıştırmıştı. Onu kaybettiğimizde farkettim. Başı ve karnındaydı bütün bantlar. Nehir'in ameliyat yerleri! Yaralıydı bebeğim benim.

Ah, Nehir'im seni çok özlüyorum. Özlüyoruz. Bunu kaç kez yazdım, bilmiyorum, ama bilginiz olsun, saymayacağım, ve yazacağım.

Monday, May 9, 2011

Nehir'in Arkadaşları

Dün anneler gününde, Ithaca'da çok güzel bir havada, dışarıdaydık, huzurlu bir gündü diye yazacakken...

Bu sabah, ne zamandır, arayamadığım, RMH'de, annesi benim, kızı Nehir'in arkadaşı, Dorit'e anneler günü mesajı attım. Biz RMHden ayrılırken, Nehir'in arabasını, kocaman bebeğini, masasını Esther'e bırakmıştık. RMH'de bana sarılmış, beni dinlemiş tatlı Dorit. Dorit'in annesi, İzmir'den Amerika'ya göçmüş bir yahudi idi. Dorit, bu kökle belki de müthiş sıcakkanlı bir kadın, tam bir Akdeniz'li idi. Florida'dan gelmişlerdi. Karı koca kızlarıyla ilgileniyorlardı. Bu anlamda bize benziyorlardı.

Esther cuma günü hayatını kaybetmiş.

Esther, Nehir, Rachel... Üçü tedavideki yaşıt minik kızlardı. Hepimiz RMH'de kalıyorduk. Hepimiz benzer rutinler içinde hastanede, klinikte karşılaşıyorduk. Kızlar, bir minik oyuncağı paylaşamıyorlardı. Şimdi o oyuncak bende. Nehir için saklamıştım.

Şimdi o oyuncak tüm tatlı çocukların anısı.

Önce Nehir'i kaybettik. Birkaç ay sonra Rachel'ın haberi geldi. Bugün de Esther'in.

Biri müslüman, biri hristiyan, biri yahudi... üç tane elbise giymeyi, evcilik oynamayı, boya yapmayı çok seven üç minik kız. Üçünün de ruhu bir yerlerde buluşur umarım.


Monday, May 2, 2011

Bir Mayıs Derken 2 mayıs

Dünya dönüyor...

Leyla 1 Mayısta, ilk kez para karşılığı iş yaptı. Amerika'da, Amerika'lı aile olduk yani. Bahçedeki, akçaağaçlardan (maple trees) düşmüş olan, ve yeşermiş olan, minik akçaağaççıkları diyeyim, topluyor. Yüzlerce var. Doğa nasıl bir harika! Düşen tohumlar baharda hemencecik, yeşermişler! Bir ay kadar önce iki yapraktılar, şimdi dört olmuşlar!!

Topladığı kök başına 5 cent alıyor. Ben, tabi dayanamadım, bir de iş sonunda 20 dolar vereceğim, "bonus".

Bu işi nasıl anlatırım derken, karşı komşunun kızıyla oynarken, meğer oradaki baba da aynı işi teklif etmiş, kök başına 1 cent vererek. Ben piyasayı biraz bozdum! Bizimkinin gözleri parladı... Hmmm, acaba bu "child labor" altına giriyor mu yaw, hiç düşünmemiştim.

Hepsini bitirmesini beklemesem de, "parça başına iş yapmayı" anlamış oluyor. Planlamasam da, "işçi bayramına" denk gelmiş olması, bence çok anlamlı bir tesadüf oldu.

Biz de böylece kutlamış olduk işçi bayramını. "Anlayarak".

Bahçeye çıkmadan önce ise, bana dönüp, "Anne, benim cüzdanımdan almazsın değil mi parayı" demez mi... güleyim mi ağlayayım mı, nasıl bir güven bu! "Sömüren" işveren yaptı beni! Aslında cazip tabi!!!

...

Cumartesi günü ise, babişko ile okula para toplama amaçlı, 5K koştular. Yani yürüyüp, koştular. Ben dizim ağrıyor diye, izledim. Şaka gibi, ben bir dakika üç dakika diye yavaşça arttırırken, ve altıncı dakikada "sakatlanmışken", bizimkiler "hop" koşuya katıldılar. Neyseki ikisi de tümünü koşamadı. Yoksa bendeki karizma, sıfırlanacaktı!

...

Üç gün kadar önce insanlardaki intikam duygusunun ne kadar yüksek olduğuna dair birşeyler okumuştum...

Bu sabah, Bin Ladin haberini okuyunca, bunu hatırladım. ABD iç politikası ve Obama için ilginç bir "dönüş" yaratacağı kesin. Neden 10 yıl sürdü, bilinmez... Vallahi, politikanın bu derinlikleri beni fazlasıyla aşıyor.

Ama işte dünya dönüyor.





Tuesday, April 26, 2011

Yazdan Gelme Bir Gün

Bugün 80 derecelik bir gün. Yani yaklaşık 25 derece!!!

Ne diyeyim, geçen hafta, perşembe günü kar yağmıştı, koşu günü. Bugün ise sıcaktan, şapka, güneş kremi ne varsa takıp, sürüştürdüm.

İnsan aklını kullanmalı derken derken,bu koşu işi akıllı olmadı. Dizim beni yoklamaya başladı. Çın çın çın. Tehlike zilleri çalıyor. Ama ben bu eğitimi bitereceğim. Bakalım nasıl olacak. Buz, advil, dinlenme, diğer günler hareketi azaltma, yük taşımama gibi tedbirler ile.

Kondisyonumun arttığını hissederken bırakmayı istemiyorum.

Neyseki, "iyi" öğrenci misali, hocamla konuştum. O da bakalım, perşembe günü nasıl olacaksın. Zorlama, dedi.

Göreceğiz.

Suni "sancı" yaratmaya gerek yok.

Neyseki, Türkiye'nin umudu bende saklı değil. Süreyya kayboldu. Elvan hala koşuyor mu acaba?

Hayat devam ediyor.

Mutluluk meselesini de çok düşünmemeye çalışacağım. Bu da ileri toplumlardaki bir saplantı zaten. Mutlu muyuz, değil miyiz? Başka "durum"lar da var. Kendinle memnun olmak. Başkaları için bir şey yaptık mı peki?

Gilbert şunu da anlatıyor. Para belli bir seviyeden sonra mutluluk getirmiyor. Yani, orta sınıfa geçtikten sonra, eğri düzleşiyor. Hatta bir başkasına yardım etmek, "vermek", kendimiz için bir şey almaktan daha çok haz veriyor. Şu espriyi yapmıştı. Gelecek sefere Starbucks'a (bir dükkana) girdiğinizde, arkanızdakine bir kahve alın, bu sizi daha çok memnun edecek!

Evet, başkası için ne yaptık, bugün?

Thursday, April 14, 2011

Mutluluk

Yazmıştım. Okuduğum kitabı. "Stumbling on Happiness".

Dün o kitabın yazarı, burada bir seminer verdi. Mahmut, İpek, ben gittik.

Bence en şanslımız İpek'ti. İş işten geçmeden "expose" oldu.

Aslında konuşmasının tamamı kitaptı. Yani ben acaba yeni bir şey söyler mi diyordum ama yeni yaptığı bir çalışma dışında, ki o da New York Times'da çıkmış ve okumuştum, yeni bir şey yoktu.

İlginç değil mi, yine de, o kitapla başladı yolculuğum, o kitapla sona geliyorum, Ithaca'nın.

Yine düşündüm, dinlerken.

Bu sabah Carole'a da döküldüm taşlarımı.

Evet, bir daha Nehir'le olduğumuz mutlu anlardaki gibi yüzdeyüz mutlu olamayacağım. Olamayacağız. Bunu hala kabullenmekte zorlanıyorum, ama yapacak bir şey yok. Oldu bir kere. Bu boşluk, yeri doldurulan bir boşluk değil. Hayattaki, araştırmalara göre, en acı deneyim.

"Ama ona sahiptiniz", "Onun hayata gelişinde bir amaç vardı", "Şimdi olduğu yerde mutlu" gibi cümleler, beni tatmin etmiyor söyleyeyim. Yok böyle bir şey. Nehir'in hikayesi bizden başka herkes için dersler içermiş olabilir, ve evet hepinizin hayata bakışı değişmiş olabilir ama ben yalnızca çok sevdiğim çocuğumu kaybettim. Ve bunun bir "üst" anlamı, "ders"i yok benim için.

"Sevgi sonsuz" diyen ben bile...

Ben, biz kaybettik. Kızımızı, evladımızı, kardeşimizi. Bunun telafisi veya iyileşmesi yok. Sadece başaçıkmak mümkün. Hayatta kalmak ve devam etmek mümkün. Ama daha çok bir şey beklemek, o mümkün değil işte.

İşte, size de döküldüm.

Bir yandan da, beni ayakta tutanı buldum. "Eylem". Yani durmamak.

Zaten Gilbert'ın araştırmaları da şunu gösteriyor ki, "an"da olduğumuz, başka bir şey düşünmediğimiz eylemler bizi "mutlu" ediyor. Bunlar ağırlık sırasıyla: Seks, egzersiz, dua etmek.

Boşuna "make love not war" dememişler. Anlaşılan herkes daha çok yapsa gerçekten de dünyaya huzur gelebilir.

Beni eylülden beri ayakta tutan, egzersiz oldu. Şimdi buna kütüphane eklendi. Çünkü kütüphanede de odaklanıyorum.

Dua etmek de anlaşılır bir iş, çünkü nasıl olursa olsun, meditasyon, namaz, kilise, sinegog... o da "an" yaratıyor.

Leyla'cım, çocuk haliyle en şanslı. Çünkü çocuklar zaten anda. "Geceleri yatmadan önce, geçmişi düşünmeyi seviyorum" diyor. Hepimiz gibi. Ama şunu ekledi: "Eğer hoşuma gitmeyen bir şey aklıma gelirse, değiştiriyorum"... O da böyle başaçıkıyor demek.

Ben şimdi öğle arası koşmaya gidiyorum! Aralıklı 6 dakika! Emin olun kulağa kolay geliyor, ama biz, sondaki iki kadın geçen salı, 3 dakika koştuktan sonra, birbirimize dönüp, "high five" yaptık! Gülünüz! Ama döndüğümde Belgrad Ormanında ben güleceğim!!! Kızlar, Teyzeler!!!


Thursday, April 7, 2011

Run Zeynep Run: Birinci Gün

Bakalım, Ithaca'dan dönüşüm muhteşem olacak...Koşarak döneceğim!!

Bugün aklımda, "Nasıl bir grup? Ya hepsi lisans öğrencisi ise? Nerden çıktı bu şimdi?" gibi sorularla, ilk çalışmanın yapılacağı piste gittim. Hava da şansımıza çok güzeldi, güneşli, 10 derece gibi bir sıcaklık.

Uzaktan, baktım, benim yaşlarda insanlar...Rahatladım. 27 kişiymişiz ama bugün 15 kişi falandık. Üç öğrenci dışında herkes ya benim yaşta, ya da daha büyük.

Süper!

Koçumuz da çok şeker.

Önce 10 dakika ısınma hareketleri yaptık. Bu arada koçum der ki, "esnetme" yapmayın, hele koşudan önce...Isınma hareketlerinde bile ısınmışken, koşu çalışmasına başladık.

1 dakika koştuk, 9 dakika yürüdük. 1 dakika koştuk, 9 dakika yürüdük.

Yayyy!!! Hmmm...Ben ve üç kadın arkada kalan grubu oluşturduk..."Slackers"...Olsun, bitirdik!

Artan dakika ile, hedef, haziran ortası 5 kilometre koşar hale gelmek, yani 30 dakika.

Süper!

Grupta bir kadın saçlarını çocuk kanseri için araştırmaya destek olan, St. Baldrick's kuruluşu için kazıtmıştı! Koçumuzun ise ilk kızında doğuştan bir kalp problemi varken, ikinci kızında da aynı şey çıkmış. Doktorların çok az olasılık, olmaz demelerine rağmen.

İşte hayat paralellikler yarattı benim için, kolaylaştırdı gruba dahil olmamı.

Koşuya başlamadan önce, bir de elleri ortada kavuşturup, "motive" olmaca var!!!

Döndüğümde, "Hadi kızlar koşmaya" diyeceğim, haberiniz olsun! Seda ise yarım maratona hazırlanıyor, Mayıs için. En son 12 mil koştu. Geliyorum Seda bekle beniiiiii!!! Üstelik kaplumbağa ve tavşan hikayesi de malum! Ama Seda bu, uyumaz da, koşar gider.

Tuesday, April 5, 2011

Blogspot Muamması ve Ondan Bundan

Haftasonu halayla konuşurken, beni uyardı, "Zeynep, biliyorsun değil mi, blogspot'u herkes göremiyor"...

Bilmiyordum tabi. Blogspotun açılmış olduğunu, keza, okumuştum.

Bilmiyorum ne oldu. Allah bilir bürokratik bir sürece takılmıştır karar.

Bugün de, "İyi misiniz?" diye bir e-posta alınca, yazayım hemen dedim. Arada birkaç kez yazmıştım, onları artık, "elektrikler gelince" okursunuz.

Aslında ruhen kendimi toparladım. Sayılır. Nedense "toparladım" diyemiyorum bir türlü. Bunu beklemek anlamıl değil sanırım. Hafiflemesi, hafiflemek, kimi anlarda gülmek, enerjik hissetmek, ama sonrasında hiç beklenmeyen bir anda düşüncelere, anılara dalmak.

Yani, hala, uyanınca bazen, "Neredeyim?", diye uyanıyorum Biraz da çok yer değiştirmekten. Bugünlerde çok baskın şekilde, "hasretlik" duygusu içindeyim. Ciddi şekilde eve dönmek istiyorum. Dönünce yine başka bir "depresif" hale gireceğim gibi gelse de, "evim"de olmak istiyorum artık.

Bu yarı inziva hali süresini doldurdu. Nehir'siz evimiz nasıl olacak bilmesem de, evimi özledim. Aidiyet duygusuyla ilgili sanırım. Hele şimdiki evi de bir türlü benimsemeyince ağır bastı bu duygu. Üstelik PMS de değilim, yani suçlayacak bir hormonal dalgalanma da yok. Düpedüz özlem.

İşin ilginci, bu duygu hepimizde var. Leyla'nın öğretmeni, "She's ready to go" dedi, Leyla için. Leyla da, "Türkiye'yi özledim" dedi geçenlerde bana. "Nesini?" diye sordum, "Her şeyini" deyiverdi.

Mahmut da farklı değil. Zaten o baştan beri, gavur diyara hevesli olmadı hiç. Yaşamış olduğu için herhalde.

Ah, işte yazınca biraz rahatladım.

Biraz gülelim: Ben enerjimin iyi olduğu bir günde, "kampüste koşu" programına yazıldım. daha doğrusu "walk to run" programına. Yani yürüyerek koşma, yani, benim gibi koşmayanları koşturmaca, kardiyoyu arttırmaca.

Geçen hafta, Yaprak'ı ziyarete gidince (bkz, blogspot, ne zaman geri gelirse), bir de havalı koşu ayakkabıları aldım. Daha NY'tayken "Ben ne yaptım" diye jetonum düştüyse de...yazıldım. Yatırım da yaptım. Koşacağız, çaresi yok. Bunda iki yıldır koşanları izlememin etkisi var kuşkusuz. Özellikle de, Houston'da, Memorial Park'ta koşan anneleri izlemiş olmamın, aylarca. Nehir'in bile koşmak istemesinin.

Ama gelin görün ki, kendimi öyle "fit" bir bedebde hayal edemiyorum. Yani imkansız gibi duruyor. Carole, bana moral verecekken bugün, diyordu ki, "Zeynep, şöyle düşün, herkes koşarken seninle birlikte, sen debelenirken "limping", en azından her attığın sarsak adımda, bir şey yemiyor olacaksın"... Carole, beni bu şekilde harika resmettiğin için teşekkür ederim, çok moral oldu, dedim!!!! "Limping"...

Bakalım, hepimizin zihnine kazılmış, Rocky Bilbao imgelemi belki yardımcı olur!!! "Eye of the Tiger". Belki kulağımda bir müzik olabilir. Yani sadece müzik dinlemekle kalmam umarım!

Göreceğiz. Hiç olmadı, espriler bitmiyor. Yaprak da iyi dalgasını geçti. Onu bir daha gördüğümde, beni tanıyamacak. Ben süper havalı ayakkabılarımla, bir de bakmışsınız, koşucu taytlarıyla, düz bir karın, sports bras, falan koşuyormuşum, NY sokaklarında. Biraz spor yapan biriyle oldunuzsa bilirsiniz, "Koşmam lazım" dye her sokak ve koşulda koşarlar ya...

Benim hedefi söyleyeyim: Haftada iki kez, belki bir, Belgrad'da koşmak. Yani, İstanbul'da egsozta koşmayı hiç düşünmüyorum ama ormanda koşam fikri cazip. Göl çevresi. 3, 4 mil.

Bakalım, yazması kolay oldu.

Göreceğiz.

Bu sabah ise bodrum sular altındaydı uyandığımızda. Dalgıç pompa durmuş, gece yağan yağmur sabah karşı bodrumu doldurmuş. Üstelik su belli bir seviyeye gelince çalması gereken yüksek sesli alarm da çalışmamış. Eeee, aksaklık her yerde.

Tesisatçı, önce öğleden sonra gelebilirim dediyse de, ikinci kez biraz daha endişeli arayınca, neyseki geldi(trafik derdi yok, nasıl farkediyor!!!). Ne olduğunu bilemedi(k). Çünkü, fişten çıkardı, geri taktı, elini suya soktu, pompaya "değdi" ve alet çalıştı. Ama aşağısı oldukça su altında kaldı. Öğleden sonra da halı temizleyiciler gelecek. Ben sadece evde kaldığım için biraz gerildim. Ama şimdi bunları yazınca oldukça rahatladım...

Yazalım, açılalım!!

Tuesday, March 29, 2011

Yaprak

Azizim...

Cornell'in otobüsünden bildiriyorum. Ön beş sıra ve arka sıralar olmak üzere internet bağlantısı var. Ne diyeyim, teknoloji, gelişti.

Yolculuk: NY'a... Yaprak'i görmeye. Biraz yarenlik etmeye. Üç güncük.

Yaprak'ı tanıyalı çok olmadı. Hastanede bizi Nehir'le ziyaret edişini hatırlıyorum. O da kanserle mücadele ediyor. Derler ya, aslanlar gibi! Bana telefon ettiğinde, "Geleyim, size moral veririm" dediğinde, kendi kendime, "Yaw, alem biri, o mu bize moral verecek, ben ona veririm" diye düşünmüştüm. Sonra Nehir ile kaldığımız o minik odaya, biz yeni hastaneye yatmıştık, Nehir kötüye gitmeden önce, kapıdan genç bir kadın girdi. Enerji dolu. Tesadüf en yakın iki arkadaşımın çok yakın arkadaşıydı, ama ben adını duymuş olmama rağmen tanışmamıştım.

Eh... sonrası, hayat bizi umulmadık bir ortak paydada buluşturdu.

Yaprak'ı bazen Nehir yerine koyuyorum, Yaprak'ın annesini anlıyorum. Bazen Yaprak, ben oluyor, küçük kızı İstanbul'da, Zeyno'su. Zeyno, Leyla oluyor. Sonra, Zeyno ben oluyorum, Yaprak babam oluyor.

Sonra Yaprak çok tatlı bir arkadaş oluveriyor! Hatta şimdi yoldayken, "Bir fırsatım olursa, Duane Reade'e gireyim, güneşten korunma kremimi alayım" derken, bu kez işte o dışarıdan ziyaret eden arkadaş olmuşum. Belki koşu için bir ayakkabı da bulurum, yolda bir mağaza görürsem.

İşte Yaprak'a giderken, tüm bu roller içinde, otobüste, Amy Winehouse dinliyorum...

Aslında aklımda Ms. Devers'ı anlatmak vardı. Unutmayayım... Ama o ikinci yazı olsun. Bu, Yaprak'ın gülümseyen yüzünü, yumuşak sesini, müthiş mücadele gücünü anlatsın.

Ha, bir de tesadüf, otobüs şöförü, Fred...tanıdık. Mahmut'a beni kahve içmeye gönderen, hani. Bu otobbüse binmek dert yaratmıyor. Ama Presbyterian'da inmiyorum. Cornell Club'ta, yani Manhattan'in başka bir yerinde iniyorum. Anılar, anılar, anılar.

Amy Winehouse, Beady Belle olmuş..."Ghosts" çalıyor.

Yaprak'çım saat sabah 7.44. Yoldayım!


Tuesday, March 22, 2011

Bisiklet: Yine

Aslında dünyada olup bitenden kopuk bir blog kaldı burası. Yani etrafa bakınca, ne oluyor böyle diye düşünüyorum. Sonra, burada, bu küçük kasabada, biraz uzakta olmak, iyi hissettiriyor. Bir çeşit kaçış. Ama bir yandan da, zaten bıraksın bizi hayat biraz, kendimize bakalım.

Bir de yazılı bir kural olmuştu, Şebnem'cim yazınca vakti zamanında, burası Nehir'i yeri olarak kalsın diye. Evet, şimdi de öyle. Burası benim Nehir köşem, anne köşem. Nehir'in anısının yaşadığı yer.

Artık hava durumu yazmayayım ama. Havadan sudana döndü. Zaten, hava ısınıyor, ısınıyor, pat yine soğuyor. Takibi zor. İşte Ithaca havası da böyle. Değişken. Ruhumu yansıtıyor.

Ama pazar günü aylardan sonra, Leyla ile bisiklete bindik! "Özlemişim anne!!" diyordu. Yeni bisiklet parkurumuz, Cass Park. Seda ile yürüyüşler yapmıştık ilk geldiğimizde, gölün kenarında. Sonra ama gitmemiştik çok. Evin etrafı yetmişti. Şimdi ise, yeni evin bol yokuşlu, ve dik yokuşlu cenabında bisiklete binmeye çalışmadım bile. Yani egzersiz yapma isteğimin bir sınırı var. O da yokuş. Vitessiz ve kondisyonsuz... gerek yok.

Gölün etrafında tur attıktan sonra, bir de güzel piknik yaptık, anne-kız.

Bu sabah, yine aylar aylar sonra, bir avukatla görüştük. Görüşmeyi yazmayacağım ama karşımıza anlayışlı, iyi niyetli biri daha çıktı. Zaten bazı günler iyi başlar ya. Erken saatte olunca randevumuz, Starbucks'a girdik. Sabah 8.00. Aaa, Carole karşımızda. Arabasını servise bırakmış, zaman geçirmek için girmiş. Kahvemizi aldık ki, baktım bu kez Christine, küçük kızı ve kocasıyla. Onu da aramak istiyordum bu aralar. Nehir'in doğumgününden sonraki halim geçsin diye bekliyordum. Biraz gülerek, kısa hal hatır sohbetiyle başladı günümüz.

E, sonrasında, Leslie'nin "Bence bir görüşün" diyerek, tavsiye ettiği avukat da, iyi bir insan çıktı. Zaten kriterim basitleşti iyice. Anlayışlı, sevecen, profesyonel ama hala insan biri olsun istiyordum. Öyle biri. Ayırdığı zaman için bizden para almadı. Esasen de zaten, zamana bırakın dedi. İyi, dedik. Zaten, geçen hafta, ve görüşme öncesindeki halimden gördüm ki, ben de artık Mahmut gibi, ne avukat ne doktor, ne de hastane görmek, duymak, konuşmak istemiyorum.

Nehir'im, Nehir'im, Nehir'im.


Thursday, March 17, 2011

Baharın Belirtisi

Toparlandım.

Sayılır.

Bugün hava birde 60lara çıktı ve güzel bir güneşli güne döndü.

Ben kışta kalmaktan memnundum halbuki. Sanıyorum, kış, Nehir'siz olmaya alıştığım bir mevsim oldu, burada. Kar altında yani.

Bugün, bu güzel havada, Leyla'yı okuldan almaya gittiğimde, bahçede oynamak istedi. Diğer çocuklarla birlikte. Okulun oyun bahçesi cıvıl cıvıldı. Kimi çocuğun kardeşleri de gelmişti. Bir iki bebek.

Ben yine koptum. Bahar zorlayacak sanırım. Zaten mevsim geçişleri kolay değildir...bizdeki geçişler biraz daha da zor.

Olacak. Bisikleti koyacağım yakında arka plana, binmeye başlayalım. Zamanıdır.


Saturday, March 12, 2011

Nehir'im

Tatlı Nehir'im,

En güzelini ablan düşündü tatlım.

Bugün de Birgül, Levent, Mina, Meral ve yaşıtın Can ile birlikte minik pembe mumlu bir pasta üfledik. Senin için. İstanbul'da da, anneannen, deden, halan, Mina ile Sarpi, Aydo Enişte'n, Bilge ile Selin seni yalnız bırakmadılar. Bilge, "Nehir'in Bahçe"si yazmış, renkli bol çiçekli diye, fotoğraflar gündermiş bana....

Düşününce: Olmadı böyle demekten başka bir şey çıkmıyor ağzımdan. Olmadı. Hiç olmadı hem de.

Bu akşam, marketten çıktım ki, hava kararmış. Aklıma Houston geldi. Yazın sıcakta, akşam seninle gittiğimiz Whole Foods'u hatırladım birden. Derken, bir anne gördüm, arabayla çocuğunu iterken... İçimden bir şey oracıkta koptu yine.

Benim güzel gülüşlü, güzel gözlü kızım, hep benimlesin, bizimlesin sen.



Thursday, March 10, 2011

Nehir'imin Kekleri...


Bugün, İpek de bize katılınca cupcake yapımı daha şenlikli, ve güzel geçti. Mühendis olarak, bir ölçüyü iki buçuk ölçüye çıkarıp, bir yandan da gramları bardağa, ve kaşık ölçüsüne çevirme işini, Leyla ile İpek birlikte yaptılar!

İpek'çim, teşekkür etmiştim değil mi!!!! İpek'e, yaşı icabı ancak "tweet"le ulaşabiliriz ama! Ya da sms, kısa mesaj!
Sonuçta üç tam bir bölü sekiz gibi ölçüler, ya da peki, bir yumurta iki buçuk yumurta nasıl olur, gibi sorunlarla, kafa yorarak, yaptık.

Zihnimde, Nehir bize neşeyle eşlik etti. Tam onun seveceği gibi bir işti bu. Hem yapması, hem de yemesi. Gerçi, iki buçuk ölçüden çıkan 30 tanenin, 25'i okula gideceği için, Leyla bir, baba bir, İpek ile ben ise, İpek'in koyduğumuz, tereyağ, şeker, ve krem peynir miktarlarını görmesiyle, bir taneyi ortadan ikiye bölüp paylaştık.

Oldu mu derseniz... yani tam Nehir'imin seveceği gibi oldu. Pespembe!! Leyla da çok memnun, yarını heyecanla bekliyor. Ben kızım için elimle bir şeyler yapmış olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Mutfakta üç nesil kadın, hep birlikte, Nehir'i hatırlayarak, onu düşünerek bir "aş" pişirdik. Bu çok güzel bir paylaşım. Çok değerli. Ben mutfağın içindeki bu tür deneyimleri de şimdi şimdi tadıyorum. Meğer ne güzelmiş.

Bu duygusal kısmını bırakırsak, "sonuç" derseniz, lezzetleri güzel oldu, ama iki sorun var, Hande'cim!!! Bir, kağıtlar keklerden ayrılmak istemiyorlar! Ve "frosting"i koymak için, havalı, İsviçre yapımı, nesneler işe yaramayınca, fotoğrafta da göreceğiniz gibi (yemek fotoğrafı çekmenin de ustalık gerektirdiğini yazmış mıydım, "gri" tepsi nasıl ama??), iş spatula ile sürmeye kaldı. Ve etrafta gördüğüm, havalı frosting manzarası olmadı. Bu da ne demek? Hande'cim, bu işler de pratik istiyor. Biraz da beceri, sanırım. Yani Hande'si! Geçen yıl Nehir için ne güzeldi pastayı yapışın, ve Nehir'le tadışımız. İki yaş için Houston'daki uğraşın... Canım arkadaşım, bugün yine çın çın çın ettin herhalde.

Beceri dedim de. Akşam Leyla'ların okulunda "yetenek gösterileri" vardı. Leyla, bir ara, geçen yaz, hastanede, İngiltere'nin, "Britain's Got Talent"ini izlediği için, benim tahminim, katılmak istemedi. Ben de okulda piyano olduğunu bilmediğim için, bir şey diyememiş oldum.

Genel olarak, katılan tüm çocuklar, kendi hazırladıkları gösterileri sundular. Ben en çok kendi yazdığı şiirleri okuyan küçük kızı sevdim. Yardım aldı mı bilmiyorum ama çok güzeldi. Hem şiirler, hem de okuyuşu. Tam yaşına göre idi. Dans edenler, jimnastik gösterileri, şarkı söyleyenler ve keman, çello, piyano, flüt çalanlar vardı.

Bizde yıl sonunda olan gösteri, burada daha önce, anladığım kadarıyla.

Ve Leyla'rın okulunda, "çılgın" mart ayı! Kıştan bunaldıklarını düşündükleri çocukları bahar öncesinde hareketlendiriyorlar. Çok sevdim. Öğretmenleri bir çizelge verdi. Bir gün, "deli saç" günü, bir gün "lolipop", bir gün, bugün, okula oyuncak hayvan götürme, yarın, ekose veya çizgili giyme günü...diğerlerine bakmam lazım. En sonunda ise okula pijama ile gitme günüymüş!!!

Nehir'im için bol çocuklu, şenlikli, pembe, şekerli günler. Onun seveceği programlar...

Canım kızım, seni çok özledim.

Monday, March 7, 2011

Kazmalar Elimizde

Ama uzun ip yok.

Dün gece yeni bir kar, ve bugün okullar tatil. Dışarıyı bir buçuk saat temizledik, lakin hala arabanın sol, tarafı kar içinde...

Leyla, bu kez yağan kardan gerçekten etkilendi, "Ithaca'yı şimdi seveceğim artık iyice" dedi.

Ben ise, bu kar işi, egsersiz falan, nasıl derler...havlu attım!



Saturday, March 5, 2011

Yazmaktan Alıkoyamıyorum Kendimi

Nerde kalmıştım?

Bu bloga nedense duygularım ya yerlerdeyken, ya da yukarılardayken yazmayı seviyorum. "Stabil" iken çok yazmak gelmiyor içimden. Halbuki o "normal" hep sevdiğim hal.

Rüyam.

Nehir'i ilk kez rüyamda gördüm, iki hafta önce. "Annecim seni seviyorum" diyordu.

Dün gece ise, yine gördüm. Bu kez, tedavi bitmiş, üç aylık taramalarda temiz çıkmış. Sokakta, ben peşinde yürüyorum, o da, yürüyor, koşuyor, oynuyor... Aklımdan, "Peki tüm bu tedavilerin sonraki etkileriyle nasıl başa çıkacağız, ama çok beceri yitirmiş gibi durmuyor, ne de akıllı bakıyor" gibi birşeyler geçiyor...

Sanıyorum, aklımda olmasını istediğim, olmalıydı dediğim senaryoydu bu.

Sabah uyanınca, bir an şaşkındım. Sonra farkettim rüya olduğunu. Tersi olmalıydı aslında, Nehir'in yokluğu bir rüya olmalıydı.

Yapacak bir şey yok.

Aslında iyiyken yazıyorum. Bu rüyayı yazınca biraz "cızz" ettim ama...

Leyla bugün uzun bir doğumgünü partisinde. Önce bir iki saat havuza gidiyorlar, sonra da "spa" yapacaklar ve "sleepover"... Pek neşeliydi giderken. "Sleeping Bag", mayo, havlu, yastık, ıvır zıvır ile haftasonu kaçamağı fikri hoşuna gitti çok. Kapıda bırakırken, Bonnie, ev sahibi, dediki, "Hadi size de Mahmut ile iyi eğlenceler, çok yapamıyorsunuzdur"... Yani bizi az tanıyan bir anneden bunu duymak çok hoşuma gitti. Yani, sıradan, "Merak etmeyin, Leyla'yı" ya da, "Bakalım 7 kızla ben ne yapacağım" demek yerine bu cümle. Kulağıma ne kadar güzel geldi anlatamam.

Biz de zaten, hazırlıklıyız.

Hava soğuk mu demiştim. Bugün 50 dereceye çıktı... Yani 10 derecelerde. Nasıl "ılık". Yani, küresel ısınma böyle bi şey sanırım: Bir aşağı, bir yukarı.

Tamam tamam sustum.

Böyle bir şarkı vardı.

Susmuyordu nitekim!

Friday, March 4, 2011

Bloglama-Bloklama

Bugün, Gülnur, yazmış, Zeynep herkes wordpress’e taşınıyor demiş. Ben de deneyeyim dedim. Bir yandan da biraz daha bana ait bir yer peşindeyim. "Kendime ait bir yere taşınmak istiyorum".

Ama bu hafta iki kez yazmaya yeltendiysem de, okursuz blog blog değil, canım Nehir’imin Teyzeleri olmazsa, TR dışındaki sevgili blogseverleri unutmayarak tabi, arada kaldım.

Şimdilik ikinci adresim: http://nehirimle.wordpress.com/

Bu wordpress teki, “Hello World!” başlangıcı çok hoşuma gitti. Gerçekten de varolmak ile ilişkili düşündürtüyor insanı. Yani, bir sosyal paylaşım ortamında sesimizi, -kimliğimizi duyurmazsak yok mu oluyoruz. Tuhaf geldi, blogspot yasaklanınca. Nehir-im bir varmış bir yokmuş, kayboldu. Acı çok acı… Ama işte ne yaparsın Nehir-im, bizim ülkemiz de böyle bir yer, sap ile samanı karıştırmak da tam da böyle bir şey. Beğenmediğin bir iş mi var, uzatmayalım, yasaklayalım. Hiiiiç yok. Biz ne yapıyoruz. Bu yaptığımızın sonunda birileri etkilenecek ama. Ama önemli değil ki, zaten “blogger” dediğin de kimdir. Yazmasınlar. Gerçi düşünüyorum da, böyle bir düşünce silsilesi olduğunu düşünmek bile iyimserlik olacak.

Nehir-im, bizim memleketimizin gelişmesi lazım. Eğitimin yaygınlaşıp, zihniyetlerin çözülmesi lazım.

Hadi bizden haberler:

Burada kış bitmedi. Son kardan sonra yeni bir kar yağmadı ama bir soğuk, bir soğuk, “şapkasız çıkmıyorum”.

Özlem, merakla sormuştu, “Ne oldu, sabah 7de gittin mi spora?”… Ha ha, ilk gün biraz geç gittim. Ama, evet gittim. Ve bir iki hafta önce hissettiğim o yorgunluk da yerini yeni bir enerjiye bıraktı. Bırakıyor. Bu ara zaten düzenli sporun faydaları üzerine, tesadüf, yazılar çıkıyor. Biri, bir şekilde spor sonrası bazı kimyasalların ortaya çıkmasıyla oluşan “runner’s high” durumu. Yani kendimizi fiziksel olarak iyi hissetmemizin kimyasal açaıklaması var imiş. Hep bilinirdi de, serotonin değilmiş de başka bir şey, mi. Nasıl, güzel anlattım sanırım. Benim için sonuç önemli, iyi geliyor. Ve de yeni bir fare çalışmasında koşmanın genç kalmada etkili olduğu yazıldı.

Bu sabah ise, İpek ile tenis oynadık. Düzelteyim hemen, o beni oynattı. Yalnız, altta kalmayayım, elimden gelenin en iyisini yapayım, koşayım derken, nasıl bir hareket, yüzüm kırmızı bir lambaya dönmüştü bitirdiğimizde ve ben hiç terlemediğim kadar terledim. Sabah, ben teniste yorulmam, sonrasında kardiyo yaparım diye düşünmüşken, sonrasında, sadece ve sadece duşa gidebildim.

Derler ya, “Yarasın”. Tam öyle bir durum. Haftada bir yapacağız. Ve cumaları. Ha, saati söyleyeyim, sabah 8 ile 9 arası.

Çook seviyorum erken saatleri, erken kalkmayı, günü etkin geçirmeyi.

Kütüphane nasıl gidiyor derseniz, o da iyi.

Peki şuna ne demeli. Çarşamba günü, dört kişilik bir masada otururken, yanıma pat diye, genç bir delikanlı oturdu. Pek de bir Türk’e benziyor. Bir iki dakika bekledikten sonra, acaba İngilizce mi sormalı, sormamalı mı diye düşündükten sonra, “Türk müsünüz?”, dedim. Pat. Ha ha. Koca kütüphanede, doktora öğrencisi bir Türk’ü yakalamışım. Ya da o beni. Hemen, serde hocalık, artık biraz dışarı vurur olmuş, “Hangi okul, aaa matematik doktorası mı? Uygulama, danışman seçimi doktoranın en önemli noktası, çok yaşlı mı, üretken de olmalı”…kütüphanenin dışında sohbet ettik. Tenis oyuyorum deyince, aaa, hadi seni İpek’le tanıştırayım, tenis oynarsınız deyiverdim. Çünkü hem İpek, hem de Barış, bizim güzel Ithaca’mızı sıkıcı buluyorlar. Tesadüf, İpek de beni arayınca, Collegetown da hep beraber kahve içtik. Böylece İpek benim eskide kalmış, köhne tenisimden sıkıldığında bir partner daha bulmuş oldu.

Yani hocalık mı, annelik mi, ablalık mı… Doktora öğrencilerini bir kenara koyuyorum hep ben. Yol aynı. Kaygılar.

Güzel bir Ithaca dedikodusu yaptık. Geçen gün bir sabah, Leyla ile Collegetown’da kahvaltı ettik. Bir baktık, yine genç bir kız, siyahlar içinde, elinde topuklu ayakkabı, yürüyor. Leyla tabi, hemen, soruyor, huaaa, bu ne diye. Daha önce de bir kez elinde topuklu ayakkabısıyla, sabah çıplak ayak yürüyüen bir başka genç kız görmüştük. Ve geçtiğimiz haftasonu iki ayrı yerde iki ayrı genç öğrenci, alkolden, ölü bulundu.

Yani bunları görünce…Ivy lig, mig, o yaşta evde olması daha iyi gibi, Leyla’yı göndermeye bile çalışmayalım bir yerlere gibi, nerden geldiğini bilmediğim, bir yasakçı ve kontrolcü zihin beni hapis aldı!!!!

Nehir’in doğum günü geliyor. Ne yapacağız derken, dün Leyla, “Anne, kardeşimin doğumgününde okula kek götürebilir miyim?” dedi. Önce, çok anlamlı gelmedi, sonra da tam aksine ne kadar güzel bir fikir diye düşündüm. Nehir’ciğimin doğumgününü, ablası ve arkadaşları kadar kim güzel kutlayabilir. Çocukca bir kek heyecanı, ne de güzel yakışır miniğime. Leyla’nın en çok Nehir, değil, “kardeşim” demesi hoşuma gidiyor.

Şimdi Hande’den cupcake tarifi alacağım. Üzerlerini de, Leyla “pembe” süsleyelim, dedi, tabi ki pembe süsleyeceğiz. Haftaya cuma günü, sabah okulda kutlayacağız. Akşamı da, tesadüf, yemek ve tiyatro gösterileri var, yine Leyla’ların. “Festive” olacak yani.

Hadi artık durayım. Bir şeyler daha vardı, anlatmak istediğim ama…


Friday, February 25, 2011

İlk Büyük Kar

Geçtiğimiz cuma hava 15 derecelere çıkmışken, acaba bahar kapıda mı derken, bir hafta sonra, cuma günü ilk büyük kar yağdı. Yani geldiğimizden beri bir kerede bu kadar çok kar yağmamıştı. Amerika'nı her yerinde olan, ve haberleri meşgul eden kış haberleri bizi etkilememişti.

Kapının önünü temizlemek işini ise babayla paylaştık, ta ki baba ayağı kayıp düşene kadar! Neyseki yumuşak bir oturuştu ve bir zedelenme olmadan atlattı. İlk kez bu kadar kar temizlemiş olduk.

Leyla bu kardan etkilenmedi sayılır çünkü okulu zaten bir haftadır tatildi. Sadece, kar 6-7 saat aralıksız yağınca yolları temiz tutmak zor oldu anlaşılan, sabah gelen "yollar iyi değil" haberiyle, günlük bir kampa gideceği yerde evde kalmış oldu. "Ballı" kızım, tesadüf perşembe akşamı sevgili Jo'su da bizde kaldığı için, arkadaşıyla ev kampı yaşadı. Matrak kızlar, öğle yemeği için hazırlamış olduğum sandviçleri, "Aaa, çok eğlenceli evdeyiz ama kamp yemeği" diye ayrı bir zevkle yediler. Ta ki, Jo, kendini hasta hissedip eve gitmek isteyinceye kadar. Leyla üzülür diye bana bunu söylemesi anlaşılan çok zaman aldı ama sonunda, Jo'yu bir kenara çekip, "Hasta isen eve gitmeyi istemen çok normal, Leyla üzülse bile, bunu söylemen gerekir" gibilerinden birşeyler söyledim. Sonra da Leyla'yı bir kenara alıp, "Leyla'cım Jo'yu güzel yolcu edelim, sen üzüleceksin diye derdini anlatamıyor bize" gibilerinden birşeyler geveledikten sonra "oyun günü"nü erken bitirdik.

Cumartesi günü ise basketbolun son günüydü. İki takımla maç yaptılar. Birinde yenildiler, ikincisinde yendiler. Şaka bir yana genel olarak iyi oynadılar, çünkü dördüncü sınıf, beşinci sınıf karışık tek takımdılar. Bu da, bu yaştaki kız çocuklarında önemli bir boy farkı yaratıyor. Aslında gelecek yıl aynı takım devam edemeyecek olmalarına, Leyla adına üzüldüm. Bu yılki öğrenmenin, birlikte oynamış olmanın meyvelerinden biz yiyemeyeceğiz. Neyse yemediğimiz meyve bu olsun!

Cumartesi basket sonrası ailelerle birlikte pizza yemeğe gittik. Akşam ise baskette tanıştığımız bir aile ile Ithaca usulü bir hamburgeciye gittik. Üst katta jetonla çalışan, bowling, tilt gibi oyunlar olan, bir yerdi. Ben de uzun süreden sonra bira içeyim dedim. Uzun süre neye tekabül ediyor bilmiyorum ama bira şisesinin üstündeki limon dilimini ne yapacağımı bilemedim desem. Mike -baba- limon dilimiyle olan mücadelemi görünce sonunda dayanamadı ve "İçeri iteceksin" dedi. En son ne zamandı acaba elime bir "corona" almıştım? Yani, tek ayrılığım da bu olsaydı keşke.

Sohbeti uzun, güzel bir akşamdı.

Şimdi, yine uzun bir süreden sonra ilk kez televizyon izleyeceğim. Oscar'lar veriliyor. Bakalım sürpriz olacak mı?

Yarın için ise heyecanlıyım. Yeni hafta ve sabah ilk iş erken bir kardiyo çalışması ve sonrasında kütüphane günü beni bekliyor. İpek beni sporda "challenge" ediyor, ben de onu kütüphanede! Aslında geçen hafta, "Haydi sabah 7 de sporda buluşalım" diye beni zorlayınca, kısırdöngüyü kırdırmış oldu. Kendimle yeni bir mücadele başlattım. Kütüphane saatlerimden çalmadan kardiyo yapmak için zaman aralığı yaratmaya çalışıyorum. Bu da erken kalkıp, önce "gym"e gidip, sonra gelip Leyla'yı "paket"leyip, ardından bu kez kütüphaneye yürümek demek oluyor. Amaç, spor yapmayı günlük rutinde tutmak, hiç değilse.

Bakalım...

Evet, topladım kendimi. Hayata devam, yine.

Wednesday, February 16, 2011

Kütüphane

Uzun süredir ev dışında bir yerden yazmamışım. Halbuki, bir zamanlar hastaneden yazardım.

Şimdiki mekan: Kütüphane.

Evet, bir süredir ev dışına attım kendimi. Biraz evin karanlığı itici neden oldu. Ama biraz da üniversitenin çekici kütüphaneleri. Önce İpek götürmüştü, manzaralı kütüphaneye. Dün ise ben yerimi buldum. Manzara deyince benim aklıma hep ağaçlar gelir. Şimdi, erken erken, gelip, cam kenarında güzel bir masaya oturdum. Solumda, sadece ağaçlar. Kapağı kapalı olmak kaydıyla içeri içecek de alınabiliyormuş. Her masada lamba ve prizler. "Eş" hakkı internete bağlandım, bir yıl boyunca. İstediğim kadar kitap da alma hakkım var imiş.

Her zaman dediğim gibi, sistem çalışmayı kolaylaştırıcı. Yollar, imkanlar var. İş, sadece çalışmaya bakıyor. Zorluk çıkmıyor.

Ben de artık resmi olarak işe döndüm ve burada buluduğum sürede bitirmem gereken bir proje var. Bu, benim için çok zamanlı ve olumlu oldu. Zira, bugünlerde işimi, işyerimi, arkadaşlarımı ne kadar özlemiş olduğumu anladım. Kendimi "eksik" hissetmediğim tek yer belki de. Diğer tüm yerlerde o boşluk hissi benimle. Öğrencileri özlemiş miyim, emin değilim. Aslında o konudaki derdim eskisi gibi hayata olumlu bakamıyor oluşumla ilgili. Yani olumlu olmaktan vazgeçmedim ama hayat yorgunu bir hal var üzerimde. Belki biraz daha zaman geçmiş olunca, bu hal ile de başaçıkabilirim.

Bu yorgunluk hissi geçecek bir gün. Öyle umuyorum. Bazen durmadan yürümek istiyorum. Açık havada, düşünmeden... Bu ara spor ve yürüyüş aksadı. Sanıyorum üzerimdeki halsizlik bu nedenle. Yeniden başlamalıyım.

Şimdi çalışma zamanı!! Hadi güzel gri hücrelerim, beni utandırmayın, toplayın kendinizi ve hatırlayın bir zamanlar üretirdiniz siz de! Biraz kayba uğramış olabilirsiniz ama elinizden geleni yapın, belki bir parça yenilenirsiniz, belli mi olur? Teknik olarak bu mümkün değil sanırım, ama şu var, nasılsa biliyoruz ki, beyin ile bir sürü bilinmedik var hala...







Tuesday, February 1, 2011

Karlar Düşer

Bugünü not düşmek istedim. Geldiğimizden beri, Ithaca'nın havası diye konuşurken, kar var mı, ne kadar derken, bugün sabah ilk büyük(çe) kara uyandık.

Yani her yer zaten beyazdı ama sokaklar açıktı. Dün hava -5 lere düştü, biraz buzlandı, bu sabah da üzerine kar yağdı. ama diğer evde hava durumunu heyecanla takip ederken burada bırakmış olduğumdan doğal bir şekilde, "Aaa bu sabah daha çok kar var, ben arabayı almıyorum, yürüyoruz" dedim. Sadece. Aman ne güzel bir lüks. Yürüyebilmek, işe, okula. Zaten arabayı almamın da esas nedeni, babaya iltimas ve kendime de spora gitmek için bir neden. Yani üzerimi kat kat yapmadan gitme, diyelim. Ama zorunlu değiliz. Bu harika.

Bu evin bir başka iyiliği de, birkaç dükkanın bulunduğu, "college town" a çok yakın oluşu. Levent çarşı gibi büyük değil, ama yiyecek yerleri, bir de küçük bir market var. Karda bir yere çıkamıyoruz hissi yok. Yani ekmek depolamak zorunda değiliz.

Demişlerdi zaten, şubat, mart ayları daha karlı olur diye. E, bugün 1 Şubat. Arka planı taze kar yaptım. Karın o yumuşak, yeni yağmış halini çok seviyorum. Gıcır gıcır eder ya, yürürken.

Tabi kar temizliğini de! Spor salonunun yerini kürekle kapı önü temizliği aldı. Sabah Leyla ile yürürken, evlerinin önünü temizlemeye başlamıştı insanlar. Güzel bir ritim yaratıyor bu hava. İşbirliği duygusu.

Karlar düşüyor, ben huzur buluyorum.

Not: Fotoğraf albümü henüz elime geçmedi, ama postaya vermişler. Merakla bekliyorum. Burası kamusal alan olunca, ben biraz çekinir oldum artık. Beni mazur görün lütfen.






Saturday, January 29, 2011

Şundan Bundan

Dün, yine Mira'nın annesiyle buluştuk, kahve içtik, sohbet ettik. Kanser konusuna dalınca konuşacak, paylaşacak o kadar çok şey var ki.

Acımızı, acımızla nasıl başaçıktığımızı, duygularımızı, doktorları, tedavileri, şu anda tedavide olan diğer çocukarı, aileleri, neler yapabileceğimizi konuştuk. Çok benzer düşünüyoruz, ve tedavide iken de benzer davranmışız.

Bu çok iyi. Sanıyorum ve umuyorum bağımız sürecek. Birbirimize yardımcı olabileceğiz.

Dün buluştuğumuzda, bana küçük, altın rengi bir yıldız verdi... Nehir için. Sonra da bir zarf. Meğer burada cilt bakımı yapan biri tedavide olan annelere destek amacıyla cilt bakımı yapıyormuş, ücretsiz, Christine aracılığıyla. Christine bana bir tane hediye etti. Gülümsedim, "Biliyor musun, en son, kızarkadaşlarım doğumgünümde hediye etmişlerdi, Houston'da gitmiştim," dedim. Böyle basit bir jest, ama içinda kocaman bir düşünce ve bunu yapan bir cilt bakım yeri! Hadi yeni fikrimize hoşgeldiniz. Fikirler birikiyor böylece. Yapacak çok iş var.

Bugün Leyla ile anne kız zaman geçirdik, biraz karda yürüyüş yaptık, sonra da sandviç yedik. Sohbetimiz çok güzeldi. Leyla'm yine beni gülümsetti bol bol. Sağlıklı yaşam üzerine konuştuk. Sağlıklı beslenme. "Anne, mesela, sabahları benim gibi yumurta yemek mi daha iyi, yoksa Amerika'lı çocuklar gibi mısır gevreği mi"..ndan başladık, miktar, çeşit, içerik, şeker, sıklık, şekerin türü konuştuk. Ve hareket etmek, enerjiyi kullanmak, bundan konuştuk. Bugünlerde okulda şişman bir çocukla ilgili bir kitap okuyormuş meğer. Ben de kendimden örnek verdim, "Ben neden Houston'da kilo aldım biliyor musun?" dedim... Ha ha, biliyormuş.

Sonra da, sandviç yerinde sıra üniversite konularına geldi. Artık, "ivy" lig okullarını biliyor bizimki. Kim gidebilir kim gitmeyeceğe benziyor dedik. Mesleklerden konuştuk. Araştırmacı olmak veya uygulamacı olmak, anlattım. Mühendis örneği üzerinden gidince, uygulamacı olmayı tercih etti, "Daha eğlenceli" dedi. Doktorluktan sözettik. Cerrahlıktan. "Nehir doktor olurdu, çünkü çok iyi biliyordu hastaneleri" deyince ben, "Biriniz olsanız isterdim ama belki Nehir de bıkmış olurdu" dedim. "Haa, evet", dedi gülerek.

Derken arkamızdaki 80lerindeki kadın, pat diye Leyla'nın şapkasındaki minik kulağı çekti. Bu kadını daha önce de görmüştüm, sı sık buraya geliyor, anlaşılan tek başına yaşıyor. Güldük.

Dönüşte, İstanbul'u özlediğimizi konuştuk. "Anne, ben buradan gidince de üzüleceğim ama bir yandan da sevineceğim" dedi. Eh, hayat ne siyah ne beyaz. Duygularımız hep karışık, hep karmaşık. Kızım öğreniyor, ben de.

Bugün Nehir'in fotoğraf albümünü bitirdim. Ve sipariş ettim. Bir tane de "sisters" yani kızkardeşler yapmaya başladık Leyla için Leyla ile. Carole'un fikri yine.

Hadi bakalım arka plan, değiş tonton! Zira giysiler yerleşti, gereksizler bavulda! Bu kez Avrupai bir kar sahnesi!!! Bizim yeni, nispeten sıkışık ortama, sokak manzaramıza uygun.

Friday, January 21, 2011

Yeni Ev

Taşındık ve oldukça yerleştik. Gibi. Background'tan anlaşılabileceği gibi giysileri asmak kaldı. Asalım, güzel bir kar manzarasına döneriz. Aslında eşya olmayınca, bavulları topla, bavulları aç gibi oldu. Yalnız bu kez zorlayan, yaşayan ve dolu bir eve gelmiş olmak. Yani eşyayı yerleştirmeden önce bu evi toplamak gerekti. Ya da bizim kutulara ev sahiplerinin eşyasını koyup, onlardan boşalan yerlere de bizimkileri koymak. Bize yer açmaya çalışmışlar ama 1975'ten beri yaşanan bir ev...düşünün birikmeyi.

Ah şu biriktirmeler. Ben pek hoşlanmam. Sadece Nehir doğunca Leyla'nın oyuncak ve giysilerini saklar olmuştum.

Şimdi ise...

Bu eve gelirken de Leyla'nın ve benim giymediklerimizi bir kilisenin otoparkına konmuş olan giysi bırakma kutusuna koydum. Plastik torba içinde ve ağzını lütfen bağlayın uyarısıyla, bu kadar basit.

Kitaplar da yine plastik torbalarda bu kez "Kütüphane Dostları" diye bir yere bırakılıyor.

Her şey "çevriliyor" yani. Bunu çok seviyorum.

Gerçekten de göçebeliğe alışmışız. Çok zorlanmadık. Leyla Jo'sunu özlüyor ve eski evi daha çok sevdiğini söylüyor. Ben de. Ama az bir süre için önemli değil nerede olduğumuz. Bunu Leyla'ya da anlatıyorum. Jo ile zaten görüşebildiklerini söylüyorum. Nitekim bugün buluşuyorlar, okul sonrası.

Evle ilgili tek derdim karanlık olması. 100 yıllık bir ev, sokak da eski, yani evler daha sıkışık. Hem güneş alışı az, hem de evdeki koyu ahşap yoğunluğu, filmlerdeki "şatovari" bir karanlık yaratıyor.

Eh, evi biraz benimseyebilmek için bizden birşeyler koydum. Malum RMH'de de böyle bir kriz geçirmiştim. "Nesting" (yuva yapma?) dürtüsü başgösterdi yine. Nasıl bir güdüdür bu...tut tutabilirsen. "Lime green", açık yeşil kanape minderi, yanına pembeli minder, ve fotoğraflarımız yerleşti. Carole'in akıllı önerisiyle ev sahiplerinin aksesuarlarını, nasıl düzenlendiklerinin fotoğraflarını çekerek, kaldırdım. Elimden geldiğince gözümü ve kalbimi az yoracak bir hafifliğe getirmeye çalışıyorum. Çalıştım. Bitti.

Her işte bir hayır vardır. Ah bu cümle yine geldi hayatımıza. Sevmez olmuştum.

Önceki eve, ilkönce, gitmemiz çok yerinde olmuş. Eylül ayından beri iyileşmemde çok etkili oldu. Her zaman sevgiyle anacağım oradaki günlerimizi, yürüyüşlerimi, kanepeden dışarıda gördüğüm sincapları, gelen geyikleri, açıklığı, ferahlığını. Komşularımızı.

Leslie de çok tatlı, o da yarın akşam yemeğe çağırdı. "Bizi bırakmadığınızdan ve hala görüşebiliyor olacağımızdan emin olmak için" diyerek. Aslında bizim kendimizi iyi hissettiğimizden emin olmak için. Çok düşünceli, çok duyarlı.

Bu evin bir faydası, İstanbul karışık gelmeyecek artık. Ve gider gitmez kaç yıldır yapmadığım kağıt, ıvır zıvır temizliğini yapacağım. Orayı da hafifleteceğim. Burası ders oldu.

Ama tatlı ev sahibini de anlıyorum. Neredeyse 70 yaşında, Norveçli, profesör. Hala sabah sekiz akşma altı çalışıyorlar karı koca. Ve akşamları da evde çalışmaya devam ediyorlar. Okula da yürüyerek gidip geliyorlar. Evde geçirdikleri kısa zamanda benim şimdi gördüğüm fazlalıkları görmeleri mümkün değil. Zaten ben de İstanbul'da görmüyordum. Görsem de temizlik, ve atma işine ayıracak zamanım olmazdı. O kağıtlar, fotokopiler, öğrenci kağıtları, ödevler, fişler birikir de birikir...

Benim için evdeki en iyi şey, eski, ve hala iyi çalışan bir stereoları var. İşte benim gibi müzikle beslenen biri için bu çok güzel oldu. Buradakiler etraftaki öğrenci evlerinin gürültüsünden şikayet ediyorlar ama beni nasıl tutacaklar bilmiyorum. Şöyle "bas", "bas" dinlemek istiyorum.

Ve Bonnie. Kedi. Henüz birebir ilişkide değiliz. Ama ona da bir tarak aldım. bakalım bana taratacak mı kendini. Bir de Türkçe mi, İngilizce mi konuşacağım şaşırdım. herhalde ses tonudur anladıkları dedim, Türkçe sesleniyorum. O da yeni bir dil öğrensin.

Şimdi kısa notlar.

Kar yağışı sürüyor. Artık eksilerdeyiz. Çok güzel bir hava var. Sabahları kar temizliğine alıştım iyice. Bugün ilk ben yaptım sokakta. arabayı da çıkarmıyorum iki gündür, okula yürüyoruz. Köşebaşına geldiğimizde, oradaki gönüllü, arabaları durdurup çocuklara yol açan Annie, "Siz yenisiniz" (hey, you are new on my block) diyerek hem kendini tanıttı, hem de bizi tanıdı. Bravo dedim, çok dikkatli, iyi bir şey.

Leyla hem futbol, hem basketbola devam ediyor. Baskette geçtiğimiz haftasonu karşı takımı 30'a 6 yendiler! Valla bu yılın sürpriz takımı oldukları kesin. Karşı takım yine fizik olarak daha üstündü ama bizimkiler daha iyi savunma yaptılar ve düşünerek, oyun kurarak oynadılar. Laf aramızda Leyla 6 sayı attı, ve çok iyi savunma yaptı, top çalmalar falan. Bir ara takımarkadaşı, koçun kızı, beşinci sınıf, "Go Leyla Go...and everybody" (Haydi Leyla ve herkes) diye tezahürat yaptı! Bakalım bu haftasonu nasıl geçecek.

Mahmut her işi nasıl yapacaksın diyor, ama bu çocuk ligi işine de takıldı kafam. Çok eğleniyorlar.

Kapalı saha futbol da çok eğlenceli. Basket sahasında, beşerli iki takım halinde oynuyorlar. Çok hızlı ve eğlenceli geçiyor. Biri kalede, ikisi savunma, ikisi hücum. Hem de futbolda kız erkek karışık. Tabi, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, futboldaki yıldız, güney Amerikalı bir çocuk idi. Çok iyi oynuyordu. Bence bizim takımlar altyapıya alsınlar! Ve güzel olan, birkaç kız da gerçekten çok iyi oynuyorlar. Leyla yeni, bakalım nasıl gelişecek. ama genelde topla ilişkisi iyi.

Şu işi de yapsak diyorum. Zor değil. Okuldan salon ayarlayacağız, bazılarımız hakem, bazılarımız koç olacağız, okullarla biraraya gelip turnuva yapacağız. Tüm yıl değil. 7 hafta basket, 7 hafta futbol vb. Mahalle, değilse de bölge bazlı olmalı, götür getir az olmalı.

Bu arada Damla'nın yorumuna çok katılıyorum. İş yapma/yaptırma konusunda. Zaten ben de öyle yapıyorum, hiç ütü yok! Mahmut'un gömlekleri ona ait. Ben ve Leyla katlayıp giyiyoruz. Yıka ve çık hesabı!

Nehir'im.

Carole tam biz taşınmadan önce, kitabı bitirdi. Ben bir çeşme oldum, üç gün kendime gelemedim. Sanıyorum taşınma, veda duygusuyla birleşti gözyaşlarım sel oldu. Şimdi toparladım. Ama ben Nehir'i rüyamda görmüyorum. En başta kabus halinde, bırakmamak için mücadele eder bir şekilde gördüm birkaç kez. Ama bir türlü güzel bir halde göremiyorum. Bu akılla yaşamak belki de. Aklı bırakmamak. Bir yandan da Nehir her zaman karşımda, fotoğraflarda bana gülümsüyor. Videoları da izliyorum. Sesini duymak, onu görmek bana çok iyi geliyor.

Dün TR'den oğulları yeni teşhis olmuş bir anne buldu beni. Bir zamanlar yazmıştım, hani Meksika kökenli bir büyükbaba vardı. İlik naklindeyken tanışmıştık. O zamanlar, "Gelecek yıl biz burada olmayacağız ama başka aileler olacak" demişti. Evet, bizim mücadelemiz yerini başka çocukların mücadelesine bıraktı bile. Bizim hayatımız devam ediyor, ve bir yerlerde başka bir anne ve baba yavruları için endişe ediyor. Allah hepsine yardımcı olsun. Şans yanlarında olsun.

Çocuk kanseriyle mücadele mutlaka araştırmaya destekle olmalı. Önce şifayı bulmalı, sonra da bunu TR'ye getirme işini düşünmeliyiz. Ama önce, yetişkin kanseri yanında "kaynayan" çocuklarımıza umut lazım!