Friday, December 31, 2010
Yeni Yıl
Wednesday, December 29, 2010
Harikasınız!!
Friday, December 17, 2010
Nehir'imin Hande'si
Tuesday, December 7, 2010
Yas ve Kitaplar
Thursday, December 2, 2010
The Giving Tree
Tuesday, November 30, 2010
Komşuluk: Carole
Wednesday, November 24, 2010
Teksas'ta Yemek Kitabı
Monday, November 22, 2010
Ithaca'da Türk Filmleri Gösterimi
Tuesday, November 16, 2010
Mutlu Bayramlar
Monday, November 8, 2010
Cengiz
Thursday, November 4, 2010
NY Maratonu'na Az Kala
Friday, October 29, 2010
Cadılar Bayramı
Sunday, October 24, 2010
Sandra'cım
Thursday, October 21, 2010
Farklı Olmak
Monday, October 18, 2010
Mumlar
Bu sabah bu kez yan komşumla yürüyüş yaptık. Çok tatlı biri, ve benim kafamda biri. Böyle zamanlarda ortak değerlerin din, din ve ırktan bağımsız olduğunu, başka şeylerle, eğitimle de geldiğini görüyorum. Ve dünyaya aynı şekilde bakıyor olabilmenin güzelliğini anlıyorum.
Üstüne, bir de öğleden sonra bu evi bizden sonra kiralamayı düşünen Fransız akademisyen geldi. Dört yaşında bir kızı varmış. Onunla da anneliği, akademisyenliği, Avrupalılığı, Amerikalılığı, akademisyen olarak, konuştuk. Hissettiğimiz suçlulukları..."Bizim okula gel, sen, her gün suçluluk ölçeği üzerinden kadınlar olarak kendimizi işaretliyoruz" dedi...Anne olarak duyduğumuz, akademisyen olarak duyduğumuz, eş olarak duyduğumuz....
Ah işte, tüm dünya kadınları birleşelim demek istiyor insan!
Bisiklet için hava soğumaya başladı. Temiz hava, hareket iyi de, bir de şu var. Ya o soğuk hava yüzüme üfleye üfleye cildim, kurur, kırışırsa! Onu da hesaba katmak ve bazı zamanlar evde güzel bir çay eşliğinde cheesecake yemek lazım.
Hayatın tadları!
Saturday, October 16, 2010
Arka Plan
Thursday, October 14, 2010
Home Alone
Yani bir düzeni kalmadı benim için. Ara sıra güncellemek, söyleyecek bir sözüm olduğunda yazmak gibi. Ve sizlerden haber almak. İlginç bir şekilde, şimdilerde e postayı tercih eden de arttı. Sanıyorum hepimizde bir ne yapacağını bilememek var. Burada yazılanlar Nehir içindi, şimdi bakıyorum sadece ben değil, sizlerden de zorlanan var. Eh işte iyi olan, kural yok, dilediğimizce haberleşelim öyleyse.
Yazasım olmadığı bir PMS dönemindeyim. Biraz daha zor geçiyor, belki içindeki duygusal durumdan, belki de mevsim geçişinden...ama mümkünse bir köşede kıvrılıp kalmak istiyorum. Ama kendimi dün zorla eliptical'ın üzerine çıkardım. Bugün de bir spor danışmanlığı randevum var, ona gideceğim. Aslında, nerden işaretlediysem formda, sanki bir işaret koymam gerekliymiş gibi. Bakalım belki enerjimi yükseltir. Alet edavatlı spor oldum olası sevmedim. Ama bedene biraz bakmak gerek.
Spor salonu lisans öğrencisi dolu. Ne diyeyim, "bizim zamanımızda", İstanbul'da bu işler yoktu. Öylece takılırdık, kantin, "manzara"...Belki de manzaraları olmadığı içindir, ha ha. Gerçi, "bizim zamanımızda", güney kampüs, kuzey kampüs shuttle da yoktu, ve dersten derse o yokuşu inip çıkardık. Hımmm, tabi otostop yapmadığımız zamanlar. Üniversite günlerini hatırlamak hoşuma gitti. Ah ya, yaşlanmak böyle bir şey sanırım. Eyvaaah, anılara dönüyor günlük yaşam.
Hemen başlığa geleyim. Sevgili İdil'in uyarısı üzerine, nasıl oluyor bu iler diye baktım. Anlaşılan aslında bir yasa yok. İki eyalet dışında. New York'ta yok. New York Times da eski bir yazıya denk geldim, nasıl çok sayıda çocuk olduğu, yalnız kalan, bilinmeyen anlatıyordu. Esasen, çocuğa bağlı diyorlar. Olgunluğuna. Çevreye. Doğrusu, Leyla'nın biraz büyüdüğünü hissetmesini de istiyorum. Biz büyürken çok daha rahattık. Bakkala gider, gelirdik...şimdiki çocuklar evden okula, servis, "sokak" yok. Ne bileyim, buradaki küçük ve göreceli olarak güvenli koşullardan yararlanalım. Tabi cep telefonları oluşu bir güvenlik. Komşu oluşu bir güvenlik. Ama aklıma gelmeyen başka şeyleri okudum. Acil bir iş olduğunda ne yapacağını biliyor mu? 911i arayabilecek mi? Kapıyı açmasın dedik ama birisi içeri girer mi?? Seda da bu konuda uyardı. Burada olmuyor öyle işler ama tabi. Neyse zaten sıkça yapacağımız bir iş değil, o gün de kısa bir süre idi, ve komşuların evde olduğunu biliyordum. Ve cep telefonundan aradım, o da aradı.
Ama uzmanlar 10, yaş, 11 yaş diyor, kimisi 14 yaş. Birisi yazmış, bir teenager'ı bırakmak daha mı güvenli diye ki, hiç düşünmemiştim. O da zor olabilir. Çocukla ilgili. Bir başkası demiş ki, benim çocuğum yiyeceği üçüncü kurabiye için bile telefon eder izin alır. Ki, bu tam Leyla. Bence çok bile izin alıyor. Ama bu bizim için bir avantaj, şu anda. Nasıl olsa gün gelecek, kendi yolunu bulacak ve biz adamdan sayılmayacağız. O zamana kadar tadını çıkarsak iyi olur. İyi huylu kızım.
İşte "Home Alone" durumu böyle.
Leyla ile her gün bisiklete biniyoruz. Sevdiğimiz bir yol bulduk. En başı hafif yokuş, ama sonra biraz düz, derken hafif eğimli, ve dönüs yolu tamamen aşağıya doğru eğimli, yani çok eğlenceli. Leyla bir haftada bisikletine daha iyi hakim olmaya, ve artık yokuşlarda inmeden çıkabilmeye başladı. Yol kenarından gidiyoruz. Kaldırımdan. Ama "stop" işaretlerinde duruyoruz. Trafiği de öğreniyor bir yandan. Arabaları beklemeyi öğreniyor. Garajdan çıkacak arabalara dikkat etmeyi. İkimizde de kask! Bu işi yaptığımıza çok memnunum, İstanbul'da yapamadığımız bir işti. Site içerisinde değil de araç olarak kullanmak. Kaçıncı yazışım, anlayın ki özlemişim. En son, artık fi tarihi olan bir dönemde bisikletli olmuştum. Ama burası da çoğunluk yokuşlu olunca bilmiyorum tüm şehri dolaşır mıyız. Benim bisikletin vitesleri biraz uyduruk. Geçen gün değiştireyim derken, zincir çıkıverdi. Yani biraz kısıtlıyız.
Eh hadi ben spor reçetemi almaya gideyim!
Sunday, October 10, 2010
Müzik
Friday, October 8, 2010
Nehir'imi Uğurlayalı Bir Ay Oldu
Günlerim sakin geçiyor. Sevgili Kübra'nın Finlandiya'dan beni bulmuş olması ne güzel oldu. Tam bana göre iki kitap göndermiş. İlkini hemen okudum.
İki gün içerisinde, "strep throat"tan 5.5 yaşındaki, pembeler seven, kızını kaybetmiş bir yazarın yasla mücadelesi. Kendime çok yakın bulduğum duyguları oldu, bazısı bana uzaktı. İki gün önce oyun oynayan bir çocuğu, o kadar hızlı kaybetmek çok ağır. Allah korusun. Hep düşündüğüm gibi senaryoların sonu yok ve herkesin hikayesi kendine özel. Herkesin acısı büyük. Geçen gün baby Mert'i sormuştu bir yorumcu...Ben sayfalarına girip okumuştum o ara...Bir acaip senaryo da o hikayede, doğuştan diyaframda bir delik var ve o deliğin bu kadar ciddi komplikasyonla sonuçlanması, bedenimizin dengesinin ne kadar hassas olduğunu bir kez daha hatırlattı bana.
Sahip olduklarımıza şükretmeliyiz. Yaşamımıza.
Ann Hood kitabında çok güzel söylemiş, zaman iyileştirmiyor, zaman geçiyor sadece.
Çok doğru.
Bu hafta burada yeni tanıştığım Meral ile buluştuk. Saatlerce sohbet ettik. Çok iyi geldi. Ondan, bundan, çocukluğumuzdan, eğitimden, kadınlardan, erkeklerden, çocuklardan, kanserden...
Sonra dün, karşı komşum ile yürüyüş yaptık. Bir yaşındaki tatlı bebeğiyle. Bir hafta kadar önce, bir kaza sonucu kafatasını kırmış, ve bir hafta hastanedeymiş...Ne kadar korkmuş olabileceğini biliyorum. Ann Hood'un içinde düştüğü dehşeti gözlerimde canlandırabiliyorum. Tarif ettiği yoğun bakım şartlarını anlayabiliyorum.
Nehir'imi özlüyorum. Fotoğraflarına bakıyorum. Muzip gülüşü, tatlı gülüşü, yüzünü komik hallere sokup verdiği pozlara bakıp, gülümsüyorum. Öpüyorum bazen.
Bu acıyı yaşayan başka anneler olduğunu biliyorum. Yalnız değilim. Hepimiz hayata devam ediyoruz, biliyorum. Ama hep o eksiklik hissi ile. Yarım hal ile.
Önümüzdeki dört gün burada hava çok güzel. Bol bol dışarıda olmaya çalışacağız. Komşum Leslie, kışın bazen 30 gün gri olabildiğini söyledi havanın. Korkmuyorum! Bize bu yıl gri yakışıyor. Bizi tamamlıyor, bizi anlatıyor.
Ahh, bu arada harika yeni telefonumu tuvalete düşürdüm! Tam pembe saçlarıma yakışan bir kaza oldu...Tabi ki tuvaletten aldım. Ama henüz bir hareket yok.
Ve Yeşim'cim, toplantıya gitmiş olmana çok ama çok sevindim. Senden direktif bekliyorum! Bekliyoruz.
Canım Nehir'im seni yolcu etmek çok zordu tatlım. Seni çok seviyorum.
Monday, October 4, 2010
Nehir'im
Cumartesi günü üniversite öğrencilerinden oluşmuş, erkek bir acapella grubunun mini konseri çok ama çok hoşuma gitti. Çünkü Ken Robinson'un sözünü ettiği tek tip, tek yol gençlerin arasından farklılaşabilmiş, ve okul dışı etkinliği neredeyse profesyonelleştirmiş olan gençleri gıptayla izledim. Hem de aralarında "inek" stereotip'ine uygun olanları da görünce. Bugünlerde "nerd" kelimesini "sıkıcı" olmakla bağdaştıran Leyla'nın kulağına fısıldadım, "Bak, sana "nerd" tipli ama hiç de sıkıcı olmayan bir genç". Bir de tabi, benim dinlemiş olduğum acapella gruplarından farklı, pop, rock söylüyorlardı, ve karşılarında "çığlık" atan muhtemelen okul arkadaşları kızlar vardı. Çok eğlenceliydi velhasıl, her şeyiyle. Ha bir de hala söyledikleri parçalardan en azından bir ikisine eşlik edebiliyor olduğum için de kendimden hoşnut kaldım. LiterockIthaca 93.7 sayesinde. Bu ara sürekli dinliyorum.
Babişko gitmiş olduğu toplantıdan dönünce, bir de süpriz başbaşa yemeğe çıktık. Sevgili komşumuzun kızı, Leyla'nın "buddy"si, Jo, gelip, biz "Elma festivaline" gidiyoruz, gelir misiniz deyince, "Önce, hay Allah biz yeni geldik" dedim, ama Leyla Jo ile olmak için gözümün içine bakıyordu, sonra Carol ile konuşunca, "Aaa, bizimle gelsin, siz de karı koca yemeğe çıkın, dönüşte Leyla'yı alırsınız" programına dönüştü... Yani herkes için güzel bir akşam oldu. İstanbul'da yapamadığımız komşuluğu burada yapıyoruz. Unutmuşum. Çocukken halbuki, çok yapardık. Kah soğan ister, kah domates, okul çıkışı bir komşunun evine giderdik...Özlemişim.
Pazar günü hava yine güzel olunca, yine gittik. Bu kez üçümüz. Leyla biraz söylendi, "Evde kalsaydık, her gün bir yere çıkmasak" diye. Biz de "Havalar güzelken dışarıda olalım, sonra evde olacağımız günler çok olacak" diye çekiştirdik Leyla'yı. Yani "İstersen evde kalabilirsin" i satın almadı.
Tabi, sıkça olan bir şekilde, sonrasında en çok Leyla eğlendi. Gittiğimizde çok iyi bir sokak sihirbazına rastladık. Gerçekten de basit ve bir o kadar da şaşırtan numaralar yaptı. En güzeli, Mahmut'tan aldığı 20 dolar üzerine yarım saat espri üzerine espri yapıp, "Nasıl kazıkladım turisti, Mahmuuss" diyerek, sonunda bir limonun içinden çıkarmasıydı banknotu, ıslak ve ekşi. Çok komik bir adamdı.
Sihirbazı izledikten sonra yürürken ise bir anda Tarkan'ın sesi geldi. "Yakalarsam"...Haydaa. Şuna ne demeli. Ithaca'nın orta yerinde Tarkan eşliğinde göbek dansı! Göbek dansı kursuna giden amatör kadınlar gösteri yapıyorlardı. Bir yaşıma daha gireli çok olmadı ama yine de girdim.
Sonra da sihirbaz kadar şaşırtıcı değil ama zaten yaşça ona göre daha genç başka biri "joggling" yaptı. En son numarası, yanan lobutlarla idi. O arada ise bizim gibi buraya gelmiş bir Türk çift ve 10 yaşlarındaki kızlarıyla tanıştık. Telefon ile görüşmüştük ama dün kısa da olsa görüştük. Burada bile birbirimizi bulmuş olduk.
Güzel bir haftasonu idi...değişik. Anı yaşatan.
Henüz Nehir de olsaydı düşüncesinden kurtulamıyorum. Cumartesi günkü gençleri dinlerken özellikle. Çok seveceğinden emindim. Ya da joggler...muhtemelen göbek dansçıları.
Bugün Nehir'i kaybedeli bir ay oldu. Zaman hem geçti hem hiç geçmedi.
Not: Sevgili Axius. Yüzde yüz katılıyorum yazdığınıza, merak etmeyin ben de kendime bol bol telkin yapıyorum.
Saturday, October 2, 2010
Sevgilime
Demiştim, şanslıyız diye. Bugün birbirinden güzel e postalarla başladım güne. Her biri bende çok güzel duygular yarattı. Sevgi, dayanışma, dostluk...
Böyle günlerde dünya iyi bir yer oluyor birden.
Teşekkür ederim.
Teşekkür ederim.
Nehir'i ziyaret etmek isteyen bir baba var. Daha önce de yazan olmuştu. Ben bilememiştim. Zaten bir mezarın yeri nasıl tarif edilir. Zincirlikuyu'da. Üstelik henüz bir adı da yok. Babamın adıyla hala, Prof. Dr. Yaşar Atan. Giderseniz, bir çiçeği olsun. Pembe. Dün Leyla sordu, "Nehir'in taşı oldu mu?" diye, birden. Çünkü nasıl bir taş olacak diye, birlikte bakmıştık ve pembe, kalp şeklinde bir taş beğendik. Nerede mi beğendik o taşı? Westport'ta bir mezarlıkta. Türkiye dönüşü. İnsan böyle acaip detaylara takılabiliyor, hele ben olunca. Nehir güzel uğurlansın, yattığı yer ona yakışsın, geçenler orada tatlı bir çocuk olduğunu anlasınlar.
Hay Allah, ben sevgilime yazacakken, kaydım gittim başka yere. Başka yer ama sevgimiz. Belki de bugünde Nehir'le birlikte olmaktan başka bir kutlamaya ihtiyacımız yokmuş.
Canım sevgilim, sevgili baba...iyi ki varsın. İyi ki geldin. İyi ki biz, "biz" olduk. Hep böyle kalalım.
Friday, October 1, 2010
Küskünlük Hali
Birincisi yanlış yazmışım, kaza yerine hata demişim.
Ama doktorlar ve Sloan hakkında tam olarak ne düşündüğümü izninizle burada yazmayacağım. Çünkü ben de bir hukukçuyla görüşmek niyetindeyim.
Gerçi bir hukukçuyla görüşmeden önce konuşmayı istediğim birkaç kişi vardı. Fikirlerine, tecrübelerine güvendiğim. Konuştum. Çok emin değilim elimizde bir "vaka" olduğundan. Hepimiz biliyoruz, sizler de yazdınız, komplikasyon önemli bir kayıp nedeni.
İşte gelin görün ki, benim bir şekilde en azından bir görüşme yapmaya ihtiyacım var. Ondan sonra bir şekilde daha kolay, hiçbir zaman kolay olmayacak, ama aklımda bir şüphe kalmadan, yine yapmam gereken bir işi yapmış olmanın huzuruyla devam edeceğim.
Merak etmeyin ama bu işe çok kaptırmayacağım. Bana iyi gelmiyor, doğal olarak. Geçmişte asılı kalmak kimseye iyi gelmemişki bugüne dek.
Devam edeceğim.
Karşıma ilginç bir kişi çıktı. Umarım benimle görüşmeyi kabul eder. Hem doktor, hem hukukçu! O konuda heyecanlıyım. Bendeki, esasen öğrenme isteği. Yani benim duyduğum sıkıntılar, bizim hissettiklerimiz meşru gerekçeler mi, yoksa çocuğunu kaybetmiş acılı bir anne babanın beyinlerinin onlara oynadığı bir oyun mu.
Biraz da bu olasılık nedeniyle yavaş hareket ediyorum. Zaman geçmesini bekliyorum, kendimi dinliyorum, kendimi tartıyorum. "Distorted" düşünüyorsam, biraz daha objektif olabilecek kıvama gelmeyi bekliyorum. "Çarpık", "duygusal", bir halden yavaş da olsa çıkabilmeyi bekliyorum. Bu belki de hiçbir zaman mümkün değil ama ancak zaman iyi gelecek.
Bir yandan da sizin yazdıklarınızı okuyorum, arkadaşlarımı dinliyorum. Özellikle de bu konuda bilgili kimseleri can kulağıyla dinliyorum.
Teşekkürler. Sevgili kalite kontrolcü yorumcu (bilemedim nasıl hitap edeyim), amaç çamur atmak değil. Hatta aman çamur atmış olmayalım arzusu da var. Hiçbir doktorun onca yıllık emeği, verdiği şifayı küçümseyemeyiz. O nedenle de, haydiii avukata demedik. Ama olan biteni kendi kafa sağlığım için biraz daha iyi anlamaya ihtiyacım var. Bunlar olur demekle, yaşadığımı aşmam çok kolay değil. Neden olduğunu anlamaya ihtiyacım var.
Hayatta başımıza gelen çok olayı, değişik yollarla geçmeye çalışıyoruz. "Her işte bir hayır vardır"; "kısmet, kader" gibi cümleler işimize yarıyor. Şimdi değil ama.
Thursday, September 30, 2010
Sessizlik
Sanirim Nehir'in yoklugu beni bu hafta vurdu. Bir şekilde TR'ye uçmak, dönmek, yeni ev, ufak tefek işler, Leyla'nin okulu derken zaman geçti...şimdi ise...durdu.
Nehir'i kaybettigimiz ilk günlerde bir yandan da uzun hastane sürecinin, hem onun için ama hem de bizim için bitmesinin verdiği bir rahatlama da vardı. Yorgunluk hali.
Şimdi bedenim dinlenince, esas kayıp hissi ortaya çıktı.
Ayaktayım, yapılması gerekenleri yapıyorum, kısa da olsa spora da devam ediyorum...Ama gözyaşlarım durmuyor. Feride iki tane video bağlantısı gönderdi. Biri eğitimle ilgili. Gülerken gülerken ağlamaya başladım. Neden ağlıyorum anlayamadım. Sonra adını koyabildim. Çocukların geleceğinden sözediyor konuşmacı, yaratcılıktan. Birden Nehir'in büyümediği, büyümesini izleyemiyor olmak fikri yakaladı beni.
Ama dediniz ya, ağlamak iyi. Bana da hep iyi gelmiştir. Biriktirmek yerine.
Biliyorum. Ne güzel de yazdınız. Zamanla kabuk bağlayacak. Kimse bekleyemez kısa bir sürede bunu geçirmeyi.
Fatih Bey aradı...Onunla Nehir nüksettiğinde, New York'a uçmadan önce konuşmuştuk. Bizim için zor zamanlarda çok önemli desteği oldu. Yine onunla konuşmak, yaşadıklarımızı paylaşmak çok iyi geldi. Hem doktor, hem hemotolog, hem Amerika'yı, hem de Türkiye'yi biliyor. Sloan'u biliyor...Anlattım. Az da olsa bunların olabilceğini söyledi, bizim için ağzımızda acı bir tat bırakmasının da zor ve üzücü olduğunu söyledi, Sloan'daki memnuniyetsizliğimizi anlatınca. Yine Nehir'in ikinci "tap"inin, ve yaşadığı komplikasyonun onu yıkmış olabilceğini belirterek. Evet. Bu doğru, zaten benim için kabullenmeyi zorlaştıran da bu kısmı. Biliyoruz, nasıl kötüye gitti. Bu beni bırakmıyor.
Çok isterdim, "Her şey en iyi şekilde yapıldı ama olmadı" demek. Bunu diyemiyor olmak, hele onca çabamıza, çabaya rağmen, bu beni çok üzüyor. Karşımıza ne çıkarsa çıksın mücadele etmeye, bir şekilde "yapmaya", "gerçekleştirmeye" programlanınca kabullenmek zorlaşıyor. Aklımla anlamaya o kadar programlanmışım ki, Nehir'in ölümünü anlayamamak, ya da aslında anlamış olmak, yoruyor.
Allah beterinden saklasın.
Bu ama çok doğru.
En azından biz elimizden geleni yaptık. Bunu söylememek en zoru olurdu, benim için. Fatih Bey de tekrarladı, Sloan sonuçta en iyi hastanelerden biri. Ama öğrendik ki mükemmel değil. Nehir'in o kocaman tümörle uçmuş olması bile bir şanstı. Bize birlikte birkaç ay daha birlikte olma fırsatı verdi.
Dr. L'nun elinden böyle bir şanssızlık yaşamış olmamız...diyecek bir şey yok sanırım. Ona hata yaptığı için kızmıyorum. Ama bir şekilde bu işte, tek bir doktorun her işlemi yapışı, çalıştığı uzun saatlerin payı var ise, bu kabul edilir değil. Bu hastane yönetiminin sorunu. Veya "floor"daki bakım yetersizliği, "anlayamadık" lafları, veya bizimle olan iletişim eksiklikleri...
Affetmiyorum.
Bir yorumcu yazdı ya...biz olsak binayı tepelerine yıkar, televizyona çıkardık....diye. Doğrusu içimden geçen binayı tepelerine yıkmak değil. Ama her biriyle konuşup, iyi yapmadıkları işleri anlatmak ve onlardan "Üzgünüz, daha iyi bakmalıydık" sözünü işitmek. İşte ama buradaki hukuk baskısı ve korkusuyla hiçbir doktor dürüst bir şekilde bizimle konuşmayacak, konuşmaz.
Yazık.
Kızgınlığımı akıtmış olayım biraz.
Öfke değil ama. Çünkü Nehir geri gelmeyecek.
Bir şekilde iyi düşüncelere odaklanmanın yolunu bulmalıyım. Bu kısırdöngüye sokuyor beni.
Peki.
Feride'nin gönderdiği videoyu izleyin. Eğitimle ilgili. İngilizce. Adamın esprilerine çok güldüm. Özellikle akademisyenlerle ilgili, saptaması, doğru.
Feride ve Melania'nın sitesi, www.damara-cocuk.com'a giriyorsunuz (anneler için çok güzel bir alan yarattılar!) ve sağda köşede, TED konuşmalarında duruyor. Robinson soyadlı konuşmacı.
Sunday, September 26, 2010
İnişlerim Çıkışlarım
Friday, September 24, 2010
Müfredat
Leyla çok da konuşmadığı için çok iyi oldu gittiğim. Ms. Devers beni görünce, "Leyla, arkadaş edindi bile, sanki hep bu okuldaymış gibi", deyince gülümsedim. "Benim Leyla'm" dedim. Dünyasını oluşturmaya başlamış bile.
Bir kez daha gördüm ki, bu yıl çok iyi bir deneyim olacak onun için. Hafifliği çok dert etmemeliyim, çünkü çok farklı kültürlerden gelen ailelerin oluşturduğu bir sınıf. Leyla'dan duyduğum değişik, hadi diyelim çok değişik, adlı çocukların, Amerika'lı ailelerce destek alarak okutulduklarını anladım. Anne babaları farklı kültürlerden, karışık evliliklerden çocuklar var.
Ve en iyisi ilk oyun arkadaşı bağlantısını kurmuş oldum. Yani ben değil, de diğer çocuğun babası beni buluverdi, çıkışta. Karısı İsrail'li, kendi Amerika'lı. İsrail'li oluşlarına çok sevindim, yakın bir kültür (hala yakın arıyorum!).
Ve öğretmen dün bir cümle söyledi, çok anlamlı.
"Not just to tolerate others, but to accept differences". Farklı kültürlere göz yummak, katlanmak değil, farklılıkları kabul etmek.
Bunu ben de öğrenmeliyim.
Bu yıl aslında düşündüğümden daha çok konu yapıyorlar. Matematik biraz geri gidebilir ama özellikle İngilizce yazısı gelişecek diye memnun oldum. Düşünüp, planlayarak yazmayı, detaylandırmayı, yazdıklarını kontrol etmeyi öğreniyorlar. En çok bunu görmek sevindirdi. Bu çok önemli bir beceri. Üniversiteye gelen "mühendislik" öğrencilerinde çok eksik gördüğüm. Yazı yazmıyoruz yeterince. Tabi, güzel yazanları bir kenara koyalım. Geçen gün bana e mail atmış olan Elif Dilek örneğin.
Kitap seçmeyi öğreniyorlar. Kendi seviyelerine göre olanı bulmayı.
Ve tabi yerel tarih. Iroquois. Bu yörede yaşamış, kabileler. Birkaç ay boyunca 1600lerden itibaren kuzeydoğu Amerika'da, New York eyaletinde kimler, nasıl yaşamış öğreniyor olacaklar. Yerel tarih fikrini de çok sevdim. Yaşadıkları topraklardan kimlerin geçtiğini, öğrenmek. Sanıyorum öğrenme şekilleri güzel. Tarihler, olanlar değil de yaşam biçimleri, kültürlerini anlamak. Bunları hikayelerle öğreniyorlar. Hepsi kendini anlatan bir resim çizmiş, ve kendilerinde buldukları iyi bir özellikle, isim vermişler. Leyla: "Fast learner". Alem kız...
Sonra da yazmış olduğu, en sevdiği spor başlıklı kompozisyonu okudum. "Futbol". Şuna çok güldüm: anlatmış, anlatmış, şöyle oynanır, kaleye atılır...vb...sonra da demişki, "ama bazen iki takım da koşsa da, bir uçtan diğerine, gol atamıyorlar, o zaman sıkılıp başka bir televizyon kanalında eğlenceli bir film izlerim". Vallahi, yazdıkça gülüyorum. Bu kadar mı sevilir futbol hani! Bu ne güzel taraftarlık! Gol yoksa, film.
Leyla'mı çok seviyorum. Aslında yazarken sanki ne zamandır yazmamışım gibi geldi.
Bugünlerde çocuklarını nöroblastomdan kaybetmiş diğer ailelerin bloglarına yeniden girer oldum. Ne yapıyorlar diye. Nehir iyi değilken bırakmıştım. Hatta aile listesine gelen ölüm haberlerini de siler olmuştum, görmeyeyim, uzak kalsın diye.
Bir anne, bir kolumu kaybettim. Sızısı sürüyor demiş...çok güzel uzun bir yazı yazmış, bu metaforla. Benim çok takdir ettiğim diğer anne ise, "mış gibi yaşıyoruz" demiş. Gülüyoruz, yaşıyoruz ama acımız hep bizimle, " we fake the normal life" demiş. Biraz doğru. Bende de öyle bir hal var. Her şeyi yapıyorum ama sanki bir durgunluk, tutukluk, ne bileyim eskisi gibi değil. Ben beni oynuyor.
...
Yazmadan geçmeyeyim, iki gün önce barbunya pişirdim...Ve Leyla "Anne bu yemek işinde çok ilerledin", dedi. Nehir de çok seviyordu, basit de olsa benim pişirmemi. Mutfağa gelsin, gitsin, izlesin. RMH'de bile.
...
Wednesday, September 22, 2010
Şans
Kendimi şanssız bulmuyorum. Hiç de bulmadım.
Hayatta şanslar ve şanssızlıklar olduğu malum ama herhalde son nefeste bir tahlil doğru olur.
Bir de her olayın değişik boyutları var. Nehir'in rassal bir hücre bozukluğu ile karşılaşması şanssızlıktı tabi. Ama bakınca iki kez yaptığımız uçak yolculukları, kocaman tümörlerle, meğer şans imiş. Ch14.18'i yakalamak büyük şans idi. Gelebilmiş olmak...Derken bir şekilde döndü.
Ama hayatta her zaman şanslı veya şanssız olmuyoruz ki.
Düşünüyorum, belki hiç çocuk sahibi olmayacakken bunu iki kez tatmış olmak zaten bir şans. Nehir'in sevgisini yaşamış olmak. Blog üzerinden yaşadığımız tüm paylaşım da bir şans bizim için. Aldığımız destek, yaşadığımız eski ve yeni dostluklar, insanlık. O kadar sarmalandık ki, yazdınız ya, az kişi görür bu sevgiyi diye.
Çetere bitmez.
Gerek de yok.
İkisi birarada, hep. Yine öyle olacak.
Kendi adıma çocukken babamı kaybetmiş olduğum için, "sıramı savdım" gibi gelmişti. Sonra babamın çok yakın arkadaşı, "Hayır", demişti, "Hayat her zaman şaşırtacak". Ne diyeyim. Doğru. "Ezber bozulma" var ise, bu işte tam da o oldu. Hayat demeye çalışıyor ki, ben sürprizlerle doluyum. Bazen iyi, bazen değil. Nasıl baktığımız önemli. Ben tutunanlardan oldum hep. Yine öyleyim. Tutunmak için umut gerekli, gelecekle ilgili olumlu beklenti yaratmak. Ben yine hayal kuracağım. Mutluluk içeren. Belki bir parça buruk ama içinde mutlaka bir gülümseme bulunacak.
Eh bugünün iyi haberi: Üçüncü spor günümü tamamladım. İki yıldan sonra ilk kez. İlk gün yazmadım. İyi bir başlangıç. Lisans öğrencileri ve 70 yaş üzeri arasında benim gibi bir ben.
Leylacım: Herkese tek tek yazamıyorum, kusuruma bakmayın ama beni çok etkileyen birkaç mail aldım. Leyla'yı düşünen, "eski" Leyla'lardan. Ve "genç"lerden. Birincisi, şu önemli, Nehir'in hastalığı az olan bir şey. Yani çocuklara ve gençlere şunu söylemeli, bu size, sizin çocuğunuza veya kardeşinize veya kuzeninize olmayacak. Ve Leyla'yı düşünüyorum. İki yıldır benim ilgimden uzak kaldı, üstelik Nehir beni paylaşmayınca bile gülümseyerek. Ama şimdi onun sarılmaya, sevilmeye, ilgi görmeye ihtiyacı var. Zaten cimcime, "kutu oyunu oynayalım mı" diye peşimizi bırakmıyor. Sabahları uyandığında ve akşamları yatarken ise "anne-kız" zamanı geçiriyoruz. Nehir'in fotoğrafını çantasına koydu. Geçen gün de, aklına nereden geldi bilmiyorum, "Hani kalp kolyeler var, içine fotoğraf konuyor, onlardan alsak" dedi. Doğrusu ya benim aklıma hiç gelmemişti, çok sevdim bu düşünceyi. Eskiden vardı, bizim zamanımızda bile kalmadı herhalde.
Okul ise biraz hafif. O konuda birşeyler yapmaya çalışacağım. Ek kitaplar aldım ama yine de TR'ye alışmışız. Bir haftalık ödevi, bir saat içinde yapıyor. İngilizce destek programına katılsın diye şimdiki okulunu, üstelik bizim "bölge" de değilken seçtik. Ama İngilizcesi ileri olduğu için destek programına alınmadı, ama şimdi o sınıfta. Yani karma bir sınıf. Bu aslında iyi, tamamen Amerikalı olmasından. Kendini iyi hissediyor. Pakistanlı bir Zeynep, Kanadalı, Danimarkalı, Asyalı, Alman ve Amerikalılar var. Ama beni bir düşünce aldı, sınıfın seviyesi ile ilgili. Bakalım bu hafta müfredat toplantısı var, anlamaya çalışacağım. "Biz Türkler okumayı severiz malum" demek gerekecek lazım sanırım. Çok önemsemesem de, çok geri kalsın istemiyorum. Ve biraz "challenge" yaşasın istiyorum.
Sunday, September 19, 2010
Umut
Dr. Pon Nehir ile ilgili beni hazırlamak için geldiğinde ise şunu söylemişti...autologous (kendinden) veya allogeneic (başkasından) olması yaşam şansı açısından farketmiyor...demişti.
Ve bence önemli bir mesele ilik naklinin nerde yapıldığı. Nehir, kemoterapi komplikasyonunun anlaşılmaması, zamanında ve yeterli müdahale edilmemesinden de kötüye gittiğinde biz Texas Children's ile Sloan arasında ne kadar büyük fark olduğunu ve Teksas'ta ne kadar daha iyi bakım almış olduğumuzu gördük. O nedenle ki, geçen yıl TR'ye döndüğümüzde LÖSEV'in "köy" fikri bana garip gelmişti. Yani tek başına ilik nakli yapılacak bir yer çok anlamlı görünmedi. Tam teşekküllü bir hastanenin bir katı, bir bölümü olmalı diye düşündüm.
Ama bu konularda doğrusu "atıp tutmak" istemiyorum. Gerçekten de doktorların işi diye düşünüyorum.
Ah işte sevgili anonim (yaw isim yazın lütfen) Nehir'imi ne bekliyordu?
Bilmiyoruz.
Bildiğimiz tümöre iyi yanıt vermiş olduğu. Özellikle de büyüklüğü düşünülürse. Hala bilmediğimiz, görüntüler ne diyordu. Dr. Souweidane "scar tissue" olabileceğini söylemişti.
Bildiğimiz bir kez nüksedince bir kez daha nüksetme olasılığının arttığı. Biz de bu nedenle Ithaca'yı düşünmüştük. Ana tedaviden sonra, burada kalıp 3F8 almayı. Aynı zamanda ALK testini yaptırma peşindeydik, yine başka, zahmetli olmayan, bir tedavi için. Yani peşini bırakmayacaktık.
Nehir yeniden nükseder miydi? Belki. Ama hangimiz bilebileceğiz ki, örneğin bu beyin nüksü programının ilk tedavi alanlarından olan, ve Nehir'e göre daha yaygınken hastalığı, bugün, 7 yıl sonra hayatta olan çocuk gibi, uzun bir ömrü olmayacağını. Veya hangimiz bilebilir, Nehir'in bizimle belki birkaç yıl daha geçirmeyeceğini, bir sonraki nükse kadar. Biz biraz daha birlikte olma şansına sahip olacaktık belki de.
Peki şunu tartabilir miyiz? Şimdi çok acı çekmeden veda etmesi, bizimle geçireceği birkaç yıl sonra acı çekerek ölmesinden daha iyi oldu. Peki anne baba olarak, esas umudumuzun şanslı azınlıktan olmamız fikri olduğu çok açık değil mi? Ama bir de şu var, herhangi bir zaman kaybettiğimizde acımız daha az olabilir miydi, doyabilir miydik?
İş "umut" ta bitiyor. Ben hiçbir aile tanımadım ki, "umut"suz. Zaten bu insan doğasına aykırı. O zaman ilk teşhis olduklarında da bırakabiliriz bu çocukları. Hele bizim gibi taşıma suyla tadavi olanları. Savaşırken, mücadele edeken umutla beslendik biz.
Benim hep tutunduğum ve inandığım bir düşünce oldu. Çocuğunuzu hayatta tuttuğunuz her yıl, her gün, tıp ilerliyor ve daha iyi bir tedavi alma şansını yakalıyorsunuz. Buna iyi bir örnek antibody/antikor tedavileri. Belki ch14.18 sayesinde bir yıl daha birlikte olduk Nehir'le.
Ve tamamen temiz olmanın dışında "no progress" yani ilerlemenin durduğu vakalar, durumlar da yaygın.
Yani şu anda Nehir'den çok daha yaygın hastalığı olan ve hayatta olan çocuklar var. Örneğin, RMH'nin simgelerinden biri 8 yıldır kanserle mücadele eden, üçüncü nüksünü yaşayan bir, artık genç kız, var. Ya da dört yıl temiz kalmış, bu yıl nüksetmiş başka bir kız....
Yani her türlü olasılık var. Dı. Şimdi ise hiçbir şeyimiz kalmadı.
Bilemeyeceğiz.
Ama ben de tam da sizin düşündüklerinizi yoğun bakımın ikinci haftasında düşündüm. Aslında çok daha önce, buradaki ameliyatta düşündüm. O zaman, "Eğer ölecekse kendinde değilken, acı çekmeden ölsün" demiştim. Ahh. Çok zor. Ben de okudum ölümleri. Biliyorum. Ben de düşündüm, ağrı ve acı içinde olacaksa, bu şekilde olması daha iyi diye. Belki de Leyla'nın sorusu en anlamlıydı: "Anne, karnındayken ölseydi daha mı az üzülürdün" diye sormuştu. Ben de, düşündüm...bilemedim..."Her durumun zorlukları başka" dedim.
Ama bu düşünceler benim Nehir mücadeleyi bırakmam demekti. Ve şimdi şükrediyorum ki babası hiç bırakmadı. Son gün Özlem ile makale bakıyorlardı, ne yapılabilir diye. Zaten babayla bu konuda hep birbirimizi tamamladık, ben bıraktığımda o devam etti, o bıraktığında ben.
Zor bunlar.
Bir ölüm okumuştum, bir anda acilde sonlanan. Çok şanslı bulmuştum. Sonra o tatlı kızın fotoğrafına bakmıştım. Annesi şaşkındı, nasıl öldü diye. Halbuki ben fotoğrafa bakınca, "Ama hastaymış, sağlıklı olmadığı belli" diye düşünmüştüm. Anne olarak, baba olarak kim yavrusuna ölümü yakıştırabilir ki? Hiçbir çocuğa yakışmıyor işte.
Saturday, September 18, 2010
Hayat Döngüsü: Zeynep Nehir
Yeşim gibi ben de Nehir'i, ne kadar güzel insanlar sarmaladı diye düşünüyorum.
Sevgili Aylin, performans baskısı yapmayayım diye adınla yazmamıştım ama hatırımdaydı hani! Doğrusu, bu blog bir işe yarayacaksa böyle bir dünyanın varolduğunu göstermiş olsun. Ve başımızı acılara çevirme huyumuzdan uzaklaştırsın biraz. Görelim, ne kadar yapabiliyorsak o kadar el uzatalım. Bazen yardımın sadece maddiyat olduğu ve bizim çabalarımızın yetersiz olduğu düşünülüp, hiçbir şey yapmama eğiliminde oluyoruz. Ya da şu meşhur "Kaldıramayacağım" duygusu. Geçen yıl ki sınıftaki öğrencilerimden duymuştum. Ya da bizim haberimizi duyup, gelen e postayı okumadığını söyleyen, bizim gibi, başka bir dosttan.
Gelin görünki, yaşarken tüm aileler güçlü, ne yaptıklarını bilen, çocuklar da hep çocuk.
Öğrendik.
Türkiye: Çok sevindim TR'deki yaşanılanların yazılmasına. Serap Hanım'ı okuyunca, ,iki çocukla....Biz fırsatımızı yaratıp kaçınca, bu konuda sıkıntı hissettik hep. Diğer çocuklar ne yapıyorlar diye? Ama biliyoruz ki sadece çocuk değil, yetişkin meselesi de bu. Kanser Merkezi fikri de bu nedenle önemli. Ama bu iş gerçekten de bu işe gönül verecek doktorlar ve onlara maddi desteği, yatırımı sağlayacak bağışçılarla mümkün. Gördüğümüz, yaşadığımız tüm hastaneler inanılmaz bağışlarla yaşıyorlar. Her odada bir plaket var, "Şu şu tarafından yapıldı" diye. İstinasız. Bizde bağış işi deyince birkaç aile anlaşılıyor sanki. "Gelişmekte" olan bizler için kendi geleceklerimizi düşünmekten başkalarına yardıma sıra gelmiyor. "Hande Hanım"ın söylediği bir şey vardı, söyleyiş biçimini keşke düzeyli tutsaydı da katkısı anlaşılsaydı...demişti ki, yakınlarınızdakilere yardımla bitmez diye....doğru. Ama bir anda Amerika olmamız da beklenemez. Bu ülkenin temelinde gönüllü çalışma, yardım var. Geçmişinde var. Kimse ben niye gelirimin şu kadarını hiç tanımadığım insanlara veriyorum demiyor. İçselleşmiş. Yardım, gönüllü çalışma hayatın doğal bir parçası. Herkes hangi "neden" onlara ilginç geliyorsa bir ucundan tutuyor.
Havva Hanım yazınca meşhur Babuna hikayesi geldi aklıma. O neydi? Ne oldu o kayıtlara? Ben de gidenlerdenim, Şebnem'cimle. Gerçekten de çok üzücü. Ama anladığım kadarıyla yapılabilir bir iş.
İş sadece tıbbi değil. Sizler de yazdınız. Ben de katılıyorum. Nehir RMH sayesinde New York'taki günlerini neşe ile geçirdi. Son ayı 22 aydan çıkartırsak, elimizde çok güzel yaşanmış 21 ay kalıyor, her zaman hatırlayacağımız, sevgiyle. Ve bu günler kanserle yaşayan aileler için kolaylaştırılmış bir hayattan kaynaklandı. Aileler planlamakla uğraşmıyorlar, çocuklar için hep bir eğlence var, ister hastane içerisinde, ister dışarısında. Ben bunların parçası olmak istiyorum. Çocukları güldürme kısmı beni ilgilendiriyor. Tıp, o nasıl düzelir? Türkan Saylan'lar lazım. Türkan Saylan'ların kıymetini bilmek lazım.
Ah, gerçekten de iş sağlık konusuna gelince geri kalmışlık insanı kahrediyor. Alışveriş merkezleri açılıyor ardıardına, "her şey var Türkiye'de" diyoruz, sonra bir bakıyorsunuz aslında temel gereksinimlerimiz karşılanamıyor. Hani hedef şaşırtmayayım ama İstanbul'daki beklenen deprem gerçekleştiğinde, bu kez yine binalarımızı tartışacağız. 17 Ağustos'u yaşayanlar dışında, bizler unuttuk.
Şimdi Leyla, küçücük bir Ithaca'ya, İstanbul'dan güzel diyor...Çünkü yemyeşil ve tertemiz bir havası var. Ve bir sakinlik. İnsanlar telaşsız. Dingin.
Doğrusu pek detaylı düşünerek gelmedik, neredeyse birkaç saat içerisinde karar vermemiz gerekti. Şimdilerde iyi bir karar olduğunu bir kez daha anladım. Ben uzaklaşmak iyi olacak diye düşünmüştüm. Halbuki hiç düşünmediğim, belki de daha önemli bir katkısı daha var. Acımız dışında başka bir derdimiz yok. Yani İstanbul'un, veya başka bir büyük şehrin, New York'un, trafiği, kalabalığı, koşturmacası, gürültüsü, patırdısı yok ve bu çok iyi. Gün içerisinde telaş yok. Baba işine gitmek için yolda üç saatini geçirmiyor. Ben Leyla'yı götürünce okula, park yeri için dönüp dolanmıyorum. Hatta en güzeli "downtown"da, parkedince, üstelik hep yer var, ilk saat ücretsiz, sonraki saatler, 1 dolar. Nassı yani..."küçük güzeldir".
Bir yorumcu yazmıştı, Ithaca'da öğrenciler sıkılır ama aileler için güzeldir diye. Evet, sonuçta nerede yaşarsak yaşayalım aile olunca rutin aynı. Çocuklar okula, büyükler işe, sonra da "etkinlik"ler...
Ah, Nehir'im, baban diyorki, "Ben kızımı çok istediği arkadaşlarıyla hayal ediyorum, dilediğince koşarken, oynarken, istediğini yerken". Başka türlüsü zor, diyor. Dün akşam Leyla ile oyun oynarken, "Çocuklar Büyüklere Karşı"... Senin bilebileceğin bir soru geldi, Leyla, "Nehir olsaydı şimdi bilirdi hemen" dedi.
Zaman ağır ilerliyor. "Tap" öncesi halin iyiydi diye düşününce, çok üzülüyorum. Şimdi kavga da etsek doktorlarla, seni geri getiremeyeceğiz artık. Keşke düzeltebilseydik olanları. Olmadı böyle deyip, seni alabilseydik. Çok üzülüyorum.
Sevgili yorumcular, hepinize ayrı ayrı sarılıyorum....Ama şu Zeynep Teyze!!! Valla herkes Nehir'in teyzesi oldu ama ben kimsenin teyzesi olacak yaşta değilim. Nasıl olur derseniz, "magic", veya "sihir"!
Friday, September 17, 2010
Sedacım
Seda'cım yoldayken ona teşekkür edeyim. Çok önemli bir "yoldaş"lık yaptı bize. New York-İstanbul-İthaca. Hem de Seda'ya özgü, hiç yük olmadan, yormadan ama bizimle.
Leyla dün akşam yatarken bana endişeyle sordu, "Anne, Seda gidince beni okula yetiştirebilecek misin?"...haydaa derken, "Peki okulu bulabilecek misin?"... Güldüm çok, amma da güven aşılamışım Leyla'ya. Yazarken bile gülümsüyorum.
Dün akşam ise ilk misafirimizi ağırladık. Burada doktora yapan sevgili İpek. Nereden nereye... Büyümüşüz de, öğrencilerle oluyoruz. Evin tüm detayı yerinde olunca, güzel bir sofra kurmak da kolay oldu, ve Leyla da, ben de, Mahmut da böyle bir sofrada oturup yemek yemeyi özlemişiz. Hem Seda'nın buradaki son akşamı oldu, hem de İpek'e merhaba.
Dün bir yandan da evin yeni sahibi, eski sahibi "closing" için geldiler, evi gezdiler. İkisi de tek başlarına yaşayan kadınlar. İkisi de duyarlı. Bu evi kiralayabilmemizde bize gösterdikleri yakınlığın, anlayışın payı büyük. Dün teşekkür ederken, Pam (eski evsahibi), "Böyle bir şey gerekliydi size" deyiverdi. Karşı komşumuz da çok tatlı bir kadın. İki kızı var. Biri 6, diğeri henüz bir yaşında. Kendisi de avukatmış. Bir an, "Hangi alanda?" diye sordum...uluslararası imiş.
Ve bu sabah Seda'yı bırakıp, eve dönünce, ön bahçede iki geyik gördüm. Arabanın ışıklarında dondular. İpek'in söylediğine göre kış gelince tüm böcekler eve doluşurmuş! Ne yapacağız şehirli şehirli bilmiyorum. Gerçi Leyla bir kaba otlar doluşturup, kendine ev böceği yapmak istedi, sonra da serbest bıraktı neyseki ama, ben sanıyorum, böceklerle köşe kapmaca oynamayı tercih ederim.
Bu ara yazılanlara yanıt veremiyorum. Okurken bazen gülümsüyorum, bazen gözlerim doluyor. Ama izninizle, en çok Zeynep Nehir bebeğin (acaba doğdu mu??) haberine sevindim. Çok ama çok mutlu oldum. En çok yeniden biraraya gelmiş olmamıza. Ne güzel düşünmüşsünüz!!!
Ve Nehir'i takip eden, ve benzer deneyimler geçirenlere de özellikle güç diliyorum.
Nehir'in adını yaşatmak için kanserli çocuklarla ilgili neler yapabiliriz diye konuşuyoruz. Türkiye'de. Ben basit, sürekli kılabileceğimiz bir "şey" peşindeyim. Örgü konusunda sessiz kaldım çünkü "sürdürülebilir" olması, benim için zor. Ama biliyorum ki, hastanede en çok battaniye almayı sevdik. RMH'de ise örgüyle yapılmış ayıcıklar vermişlerdi, el işi, değişik renklerde. (?) Aslında önemli olan hastanelere gidp, "Buradayız, neler geçirdiğinizi biliyoruz" hissini vermek. RMH'deki bir anne demişti ki, "Burası başka bir dünya, başka bir yüzyıl, başka bir gezegen". Evet, içerisine girince ancak tanık olduğunuz farklı mücadelelerle dolu bir dünya. bambaşka bir düzen. Birçoğunuz yazdı zaten. Nehir bu dünyayı gösterdiyse, bizimle ve biz olmadan bir adım atmak kolay. "Üzülürüz" diye düşünmeden, çünkü artık tüm çocukların ne kadar güçlü olduğunu, ailelerin mücadeleci olduğunu bilerek gidiyor olacaksınız. Sonra da siz bana yol gösterebilirsiniz.
Bir yandan da mevcut dernek veya vakıflarda daha etkin çalışabilmek isterim. Biraz iyileştikten sonra. Acele içinde değilim...maalesef her yıl yaklaşık 2500 çocuk bu hastalıkla mücadele ediyor. Yani ne zaman el atarsak atalım hep olacak çocuklar.
Şimdi bir yandan Sloan ile ne yapacağız onu da düşünmemiz, bir şeyler yapmamız lazım. Bu haftayı hiç değilse geçirelim istemiştim. Çok enerjim yok, özellikle Nehir yokken yapacağımız hastane mücadelesine. Nehir için dünyayı yerinden oynatırdım ama o yokken heleki Sloan'da bir kişinin bile ne sesini duymak, ne de görmek, ne de bir e postasını okumak istiyorum. Bakalım.
Rüyalarımda Nehir'i görüyorum ama hep mücadele içinde oluyorum. Yani henüz bırakamadım onu. Hala doktorlarla uğraşıyorum. Her şeyden önce biraz daha huzur bulmalıyım. Sindirmeliyim. Bırakmalıyım.
Evin her odasına, neredeyse fotoğraflar koydum. Bir iki tane daha gerekiyor. Ah Parla'cım, yıllar önce zamansız abini kaybettiğinizde, anne ve babanın abinin fotoğraflarını evlerindeki her köşeye koyduklarını gördüğümde, "Neden yapıyorlar, acılarını hep taze tutacaklar" diye düşünmüştüm. Meğer ne kadar doğru imiş. Ben de çok seviyorum Nehir'imi görmeyi ! Ama işte kokusu yazmıştınız, biriniz, o yok. Ona çok üzüldüm. Biz enfeksiyon korkusuyla hiçbir zaman yıkamadan bırakmadık ki, hiçbir giysisini! Yoğun bakımda, ilk kez, hastanenin verdiği, üzerinde, "Little tired tiger" yazan, uyuyan kaplan desenli, pijamayı ise almayı unuttum! Sonra da Nehir gibi değil de yoğun bakım kokulu o pijamayı istemediğimi anladım. Ama işte kokusu yok bizimle. Neyseki sesi, görüntüsü var. Ve gülüşü!
Zeynep Nehir?
Tuesday, September 14, 2010
Boşluk
Tuhaf bir boşluk yaşıyorum. Hamileliğimden beri üç buçuk yıl, son iki yılı çok daha yoğun, Nehir'le aktım. Akmışım. Her anım onunla geçmiş. Minik ayrılıklar dışında hep birlikte.
Şimdi Nehir yok.
Bir varmış bir yokmuş gibi.
Dünya dönüyor. Ben de devam ediyorum hayata.
Bir kitap görmüştüm, okuyayım diye not etmiştim. Bir kadın "Eğer bir kayıp yaşayacaksam, eşimi değil, çocuklarımı kaybetmek isterim" diye "zırrr" bir laf ederek yazmıştı, ilgimi çekmişti. Anlıyorum şimdi. Dünyanın dönüşü şimdi daha kolay. Ve bu kalbimi parçalıyor.
Derken zihnime, "Allah beterinden saklasın" lafı düşüyor. Birkaç kişi söyledi. İlk anda, "Ne biçim laf, sırası mı" diye düşünüyor insan, sonra idrak edince, "Doğru" diyor.
Uzaktayız şimdilerde. Nehir'le planladığımız, Nehir'i getirmeyi çok ama çok istediğimiz, hayal şehri, Ithaca'dayız. Uzaklaşmak doğru geldi. Kendi kendimize kalarak yaşamak acımızı, yasımızı tutmak, kimsenin bizi tanımadığı bir yerde olmak. İşin ilginci, Leyla'ya Nehir'i kaybettiğimizi ilk söylediğimde sormuştu, "Gidecek miyiz?" diye..."Sen ne dersin" deyince ben, "Gidelim, değişiklik olur" demişti. İstanbul'dan gelmek istemeyen, okulunu çok seven Leyla. Bana öyle geliyor ki, o da okula gidip, tüm arkadaşları ve öğretmenleriyle yüzleşmek istemedi, "normal" bir okul yaşantısı olsun istedi. Bende de biraz aynı duygular, kimseyle karşılaşmama arzusu.
Sanırım doğru yerdeyiz. Zaman daha iyi gösterecek. Yani çok hızlı oldu her şey. Nehir'i önce hastanede bıraktık, derken İstanbul'da. Ama baktım, hep yanımda. Girdiğim her dükkanda onun izleri var. Yieyecek alışverişi yaparken, "organik", "sağlıklı" ararken, bir oyuncak, bir giysi gördüğümde, ya da bir sincap...Meğer Amerika'da da ne çok zaman geçirmişiz, doğru, ne çok mekan yaşamışız kızımla.
Burası yeni bir yer. Leyla okula başladı. Daha değişik, yeni bir rutin yaratmaya başlıyoruz. Seda cumaya kadar bizimle. Tüm yolculuğu, New York, İstanbul, Ithaca birlikte yaptık. Onsuz ne yapardım bilmiyorum. Beni götürüyor her yere. "Hadi" diyor.Gidince biraz daha zor olacak, hissediyorum. Canım sadece evde kalmak istiyor. Sonbaharın etkisinde, biraz kapanmak istiyorum. Ah ama Leyla'yı okula götür, getir işleri var. Belki de, iyi ki var. Mecburen çıkıyorum.
Dün akşam, karşı komşu akşam yemeği getirdi. Evsahibimizden duymuş, hoşgeldiniz ve başınız sağolsun diye. Yine bir incelik yaşadık.
Ah benim sevgili dostlarım, kötü gün dostlarım ve iyiliksever sizler. Varolun. Kitap demişsiniz. Zaten yazmaya çalışıyordum, deneyeceğim. Aslında içimdekini akıtmak için ve Nehir'in adını yaşatmak istediğim bir şeydi. Çok istedim, sonu olmadan bitireyim, ama son zamanda, hastane yoğunluğunda, iyi gelmemişti yazmak. Şimdi, yas zamanı çok daha doğru. bakalım, denildiği kadar kolay değil, yazar değilken.
Ve örgü örmeye başladım. Yoğun bakımda öreyim diye düşünmüştüm, Seda getirmişti, yün ve şiş. Aklımda Nehir ve Leyla'ya atkı örmek vardı. Nehir'ime sürpriz yapayım istemiştim. Olmadı. Şimdi Leyla için örüyorum. Yani deniyorum. Herhalde, çocukkenki çabalardan sonra, 25 yıl sonra...
Biraz düzlüğe çıktıkten sonra ise işime döneceğim. Sanırım pembe saçlar da sembolik oldu, uzayıp yokolmaları bir işaret olacak. Burada ise kimse dönüp bakmıyor bile! Aradığım da bu. Üzgün gözlerden uzak kalmak.
Ah canım Nehir'im seni çok seviyorum, benim bebeğim, küçüğümsün sen. Hazmetmek çok zaman alacak. Güzel gülüşünü, bana bakışını, sarılışını çok özlüyorum. İyi ki tutturmuşsun, kucak diye, dinlememişsin beni, "Kızım yoruldum" deyişimi de bol bol sarılmışız birbirimize.
Wednesday, September 8, 2010
Pembe Balonların Ardından
Kızım için ama çocuğa yakışan bir tören oldu, bunu yapabildiğimiz için mutluyum. Bugün bir kez daha dostluğu, yakınlıkları yaşadım. Bu mücadelenin başından beri artan bir destek aldık. Gücüm, Nehir'in gücü, gücümüz bundandı.
Ama işte zor olan Nehir'i tümöre değil, komplikasyona kaybetmiş olmak. İşin içinde bakımının yüzdeyüz yapılmamış olduğunun da payının olabileceği bilgisi, idraki ile. Bu, kabullenmeyi zorlaştırıyor, isyan duygusu yaratıyor. Anne baba olarak neden ve nasıl oldu, bunu hala anlamaya çalışıyoruz. Biliyoruz, Nehir geri gelmeyecek, ama belki de "hocalık" nedeniyle süreçteki hataları anlayıp, sürecin iyileştirilmesi ve bunların başka bir çocuğun başına gelmesini engellemek isteği var.
Sorun iki kaynaklı.
Birincisi çok genel ve tüm kanserli çocukları ilgilendiriyor. Çocuk kanseri vakalarının toplam kanser vakaları içindeki payının az oluşu nedeniyle, araştırma bütçeleri az. İlaç şirketleri çocuklar için uğraşmayı karlı bulmuyorlar. Oysa meme kanseri, kolon kanseri gibi yaygın kanserler için yapılan araştırma çok daha fazla ve bu nedenle bu türlerde çocuk kanseri türlerine göre çok daha fazla ilerleme yapılmış. Nöroblastom gibi, sayı iyice azaldığında, türlerde verilen ilaçların çoğu başka türler için bulunmuş olup, nöroblastomda da denenip, tutmuşsa verilen, veya ya tutarsa denilen ilaçlar.
Ve kemoterapilerin etkileri. Bu kadar toksik ilaçları almak zorunda kalıyor oluşları
küçücük bedenlerini hırpalıyor. Nedensiz değilmiş, benim New York'a gittiğimiz ilk günlerde, üzerimde günlük giysiler o kokteyle gidişim. Hani çocukları yine nöroblastomdan kaybetmiş iki babanın kurduğu vakfın yardım gecesine. Amaçları kemoterapi dışında toksik olmayan tedavi araştırmaların destek bulmaktı. Bu şekilde anlamış olmayı istemezdim, çok doğru bir iş yaptıklarını.
İkinci neden, Sloan. Sorgulanacak işler oldu, son bir ayda. Ve ana kaynağı hasta sayısı. Nöroblastomda önemli bir merkez, en büyük merkez, ve bağımsız çalışıyorlar. Bu nedenle müthiş bir tecrübe ve araştırma yapma imkanları var. Ama işte arada bazı hastaları gözden kaybedebiliyorlar. Hata yapma olasılıkları artıyor o kalabalıkta. Bunu ise geç anladık. Yani son ay işler karışınca anladık, müdahale de etmeye çalıştık ama sonuçta doktor olmayınca, bilgimiz derecesinde sınırlı kaldık.
Kendi kendime ama, özellikle yoğun bakımın ikinci haftasında, bir şekilde sona geleceksek, acı çekmesin demiştim. Son ay yorgun ve isteksizdi. Belki de beni mutlu etmek için burnunda "cannula" gülümsemeye çalışıyordu. Ama zorlanıyordu. Diyorum ki kendime ilk teşhisten bu yana çok yoğun bir beraberlik yaşadık. Annesi ve babası olarak tüm zamanımızı ona adadık. Hiç olmayacak bir bağ kurduk. Hiç olmayacak bir sevgi yaşadık. Tüm anları doya doya, sindire sindire yaşadık. Büyük bir farkındalıkla geçirdik tüm o anları. Nehir'i şımartmayı vazife edindik.
Ve bu blog.
Bu işte hediye oldu.
Beni genç yaştaki ölümler hep acıtmıştır, çünkü arkalarında bir eser bırakmadan giderler, ve sanki bir iz bırakmamış olurlar dünyada. Çocukları olmaz onların varlığını sürdürecek. Nehir gibi minikler ise aslında esas anne ve babaları için önemli bir boşluk yaratır ama dünya anlamaz, kolayca dönmeye devam eder.
Bloga beş, on arkadaşım, TR'de kalanlar için başlamışken, Nehir için oluşan bu sevgi beni hem şaşırttı, hem de inanılmaz mutlu etti. Çünkü Nehir'im izini bırakma şansına kavuştu. Bir şekilde biz de onun adını yaşatmak için yollar bulacağız.
Bugün, akşam herkes gidip de yalnız kalınca, yazılmış tüm yorumları ilk kez okudum. Çok duygulandım. Sonra Ayşe Arman'ı okudum. Çok teşekkür ederim, Nehir adına. Nehir'in temsil ettiği kanserle mücadele eden tüm çocuklar adına, bu hastalıktan hayatını kaybetmiş diğer Nehir'ler adına. Ali adına.
Bir yorumcu, bu hastalıkla uğraşıyoruz demiş. O çok yaraladı. Her vaka kendine özgü. Zor, evet. Ama biz son ana dek umutluyduk ve sonuçta Nehir tümör nedeniyle ayrılmadı aramızdan. Yani yine iyi yanıt vermişti yapılanlara ama ne yazık ki en son karar ile çok zorlandı ve bakımı sırasında işin ciddiyeti, tam olarak ne olup bittiği geç kavrandı. Yapılması gereken, her an iyi takip etmek, soru sormak, yanıtları düşünmek, yine soru sormak. Ne olur bize danışın, ne zaman arzu ederseniz. Her şeyi bilmiyoruz ama tecrübemiz ışığında yardım etmek isteriz.
Ve Türkiye gerçeği. Buradaki ana sorun araştırma eksikliği değil. O, Amerika'nın sorunu. Araştırmayı onlar yönlendiriyorlar. Avrupa da bu konuda daha geriden geliyor. Ama Türkiye'de başlangıç noktası kanser merkezi fikri olmalı. Bize söylenen "Türkiye'de şu şu aletler var" ile iş bitmiyor, yetişmiş hemşire, uzmanlaşmış doktor, gelişmiş altyapı lazım. Biliniyor bunlar tabi. Ama yatırımı büyük diye üstlenilmiyor. Üniversite hastanelerine geri dönüş lazım. Doktorların okul, özel hastane, muayene üçgeninden kurtulmaları. Ne bileyim, bunu ben düşünmeyeyim, tıpçılar düşünsünler mesleklerini nasıl daha iyi yapabilirler. Onlar içindeler, bana düşmez. Bizim gördüklerimizin, anlayabildiklerimizi daha ötesinde bilgileri. Çok saygıdeğer, işini çok seven doktorlarla karşılaştık biz bu yolda. Bazen doktorlar kadar bilgili hemşireler tanıdık. Bir o kadar da şefkatli. Haksızlık etmek istemiyorum.
Ama işte zihnim bunlarla meşgulken, kalbim kızımda. Bir şekilde zihnimin karmaşasından uzaklaşıp kızımın yasını tutmak istiyorum. Doya doya. Fotoğraflara bakıp, müzik dinleyip, istediğim gibi gözyaşlarımla akıtmak istiyorum içimdeki acıyı. Henüz yokluğunun bile idrakinde değilim, hep öyle olur ya, sonradan gelir.
Ah güzel kızım, sana doyamadık.
Canım kızım huzur içinde ol. Tüm bunlar senin elinde değildi, sen yapabileceğinin hepsini yaptın. Bzen itiraz bile etsen, sonunda bize hep güvendin, sözümüzü dinledin. Seni seviyorum.