"Nehir'in Adımları",
29 Eylül Pazar günü İstanbul Teknik Üniversitesi, Ayazağa Yerleşkesi, Merkezi Derslik Binası önünde, saat 10:00'da.
10:00'da toplanma, 10:30'da başlangıç.
Hedefimizi de belirledik: KAÇUV-EVİ'nin bir odasının 1 yıllık masrafını üstlenmek!
Duyduk duymadık demeyin! Hava nasılmış diye merak etmeyin! Koşacağız mı yani hiç demeyin, bekliyoruz!
Katılım Ücreti:
Aile: 50 TL
Yetişkin: 30 TL
Çocuk: 15 TL
İ.T.Ü. öğrencisi: 5 TL (üniversite öğrencisinden para almaya benim gönlüm razı olmadı, harçlıkları onlara kalsın, bu sembolik)
Bilgi: http://www.coyag.org/
NB vs. NB
Nehir Bayazit NeuroBlastoma'ya Karşı
Tuesday, September 24, 2013
Arda 1 yaşında
Nehir'cim tatlı kızım eylül ayını sadece sana ayırmayı istemiştim. Hayat bana tatlı bir sürpriz yaptı, bu planım da bozuldu. Kardeşin seni kaybettiğimiz ayda doğdu. Hayat paylaşmaktır. Sen eylülü kardeşinle, kardeşin de eylül ayını seninle paylaşıyor. Birbirinize yakınlaşıyorsunuz belki de.
Arda senin resimlerine bakıp gülüyor. Babaannen senin çok güzel bir yağlıboya resmini yaptı. İşte ona bakıyor.
Arda'nın ilk seslenişi zaten abla oldu. Leyla senin olduğu gibi kardeşinin de favorisi evde. Ama ben gizliden gizliye bu abla işine iki türlü seviniyorum, hem Leyla adına, hem de senin adına. Arda'nın iki ablası var.
Arda 1 yaşında oldu.
Maşallah kardeşine!!!
Arda senin resimlerine bakıp gülüyor. Babaannen senin çok güzel bir yağlıboya resmini yaptı. İşte ona bakıyor.
Arda'nın ilk seslenişi zaten abla oldu. Leyla senin olduğu gibi kardeşinin de favorisi evde. Ama ben gizliden gizliye bu abla işine iki türlü seviniyorum, hem Leyla adına, hem de senin adına. Arda'nın iki ablası var.
Arda 1 yaşında oldu.
Maşallah kardeşine!!!
Wednesday, September 4, 2013
3 yıl
Bugün 3 yıl oldu.
En zoru neydi biliyor musunuz.
Nehir'i iki yıl süresinde, tüm tedavisinde yalnız bırakmamışken, hastaneden RMH'ye yürüdüğümüz dakikalardı. Ellerimiz boş, kalplerimiz paramparça. Leyla'nın o ilk tepkisi, "Nehir kiminle?".
Hiç kimse evlat acısı yaşamasın.
Nehir'im, tatlı kızım, uykuya dalmadan önceki, ellerini yanaklarının altına kavuşturup da bana bakışın, hep benimle.
En zoru neydi biliyor musunuz.
Nehir'i iki yıl süresinde, tüm tedavisinde yalnız bırakmamışken, hastaneden RMH'ye yürüdüğümüz dakikalardı. Ellerimiz boş, kalplerimiz paramparça. Leyla'nın o ilk tepkisi, "Nehir kiminle?".
Hiç kimse evlat acısı yaşamasın.
Nehir'im, tatlı kızım, uykuya dalmadan önceki, ellerini yanaklarının altına kavuşturup da bana bakışın, hep benimle.
Thursday, August 22, 2013
Ne zamandir...
İçim bu kadar daralmamıştı... Gözlerim dolmamıştı.
Leyla'mı, rutin, basketbol takımına lisansı çıksın diye bir çocuk kardiyologuna götürdüm. Uzanır uzanmaz, "Boyu nasıl, hangi pörsentil'de" diye sorunca, zaten farkındayız, "Evet, biraz küçük ama ergenliğe girmedi, benim boyumu bulmasını bekliyoruz" dedim. Bu konu artık Leyla'yı da rahatsız edecek bir noktada diye zaten sıkılıyorum, geçiştirmek istedim.
Derken muayene bitince, Leyla'ya dönüp, "Ellerini yana açar mısın" dedi, uzaktan vücuduna baktı, sırtına, ensesine... Ve hop, bilmemne sendromu olabilir mi acaba, emin olalım dedi, ve büyüme geriliği ile ilgili, el, bilek röntgeni ve pelvis ultrasonu istedi.
Kadın bilmiyor tabi....Viral hastalık peşindeyken, ultrason derken, nöroblastoma çarpmış olduğumuzu. Ama benim yüzüm döndü..."sendrom" lafı ile...Tam anlamıyla sinirim bozuldu. Leyla'ya da bir güzel belli ettim. Çıkışta, ödeme için beklerken Leyla'ya "Endişelenme" dedim, "Anne, sen endişeleniyorsun, bana niye söylüyorsun" gibi tersledi beni, haklı olarak. Biraz anlattım, bu durumdan çok, eski anıların beni üzdüğünü.
Bari battı balık yan gider, hemen aşağıya inip, el röntgenini çektirelim dedim. Beklerken, ben hala bakalım, emin olalım falan diyorum ama artık inandırıcılığım yok. Leyla, "Ağlamayacaksın, değil mi?" diyor. Hoppala. Neyse ben ağlama numaraları yaparak, onu güldürmeyi, kendim de rahatlamayı başardım. Hatta röntgeni çektirdikten sonra elime röntgeni alıp, boşlukları gösterip, "Bak boşluk var, iyi, büyümen sürecek, dert etme" bilgiçliği de yaptım.
Bugün de pelvis ultrasonu randevusu aldım, sonuçları önce Barbaros Bey'e göstereceğim, Leyla'yı bir kez götürmüş olduğum çocuk gelişimcisinden de randevu aldım. Atlamayalım.
Derken, şu sendroma baktım. Haydaa dedim. Esasen Leyla'da olacak bir görüntü yok. Ama belki seviyeleri vardır, internetteki fotograflar ileri dereceleri olabilir. Bir kromozom eksikliğine bağlı, kızlarda görülen, bir büyüme geriliği. Neyse, benim ergenliğe geç girmiş olmam, Leyla nı vücudunun babaannesine ve babasına benziyor oluşu, onların üremiş olduklarına dayanarak, hala daha Leyla'nın kendi genetik mirası çerçevesindeki büyümesini tamamlayacağına inanıyorum. Bunu da üç doktordan işittim zaten. İki çocuk doktoru ve bir çocuk gelişimcisi...
Ah ama, şu doktor travmaları, ne olur eksik kalsın hayatımda.
Çocuk gelişimcisinin telefonunu ararken, karşıma küt diye Nehir'i teşhis etmemiş olan doktorun adı da çıkmaz mı.
Doktorluğu geçen yıl, ya da bir buçuk yıl önce bıraktığını duymuştum zaten. Tuhaf biçimde, iki kez de karşılaştık biz Amerika'dan döndükten sonra ve ikisinde de bizi görmedi. Her seferinde acaba konuşsam mı desem de, yapamadım. O da bir şekilde etrafıyla ilgisizdi. Leyla ile dün, doktorlar, süpheler, eski günler derken, Leyla yine sormuştu o doktoru. Leyla'nın bebeklikten itibaren doktoru olmuştu, zaten Nehir'i de o nedenle, sorgulamadan ona götürmüştüm. Leyla, "Sizinle odasında, uzun uzun konuşurdu, sonra şöyle şöyle yapar (göğsünü dinleme hareketi), bırakırdı" diye özetledi.
Hülya Hanım'ın adını yazmamıştım buraya, bir şekilde bizim vaka ile kadını yargılamak bana iyi gelmedi. Ama tıbbı bırakmış olduğu için, artık dert etmiyorum. Kendisi ile ilgili Mahmut'un söylemiş olduğu, maalesef benim katıldığım ama ah ama ah daha önce anlamadığım, teşhis de şu. Yıllar içinde, internette okumuş olduğum "röportaj" yapanın deyimiyle hakkında efsaneler var imiş, sağlıklı çocuk görmekten, ve ona giden aileleri "wholistic" yaşama adapte etme arzusu, doğal hayata döndürmeyi amaçlaması nedeniyle, bir yandan anti-corporist" diyeceğim, bizce esas doktorluğunda gerileme olmuş, "agility" (Mahmut'un deyimi) i yitirmiş, diye düşündük. Ama TR'de, okumuş, orta-üst gelir seviyesi, ve "ilaç" istemeyen kesiminde elindeki tek tük doktordan biri olunca, şanı yürümüş biri bence. Sayesinde ertlemiş olduğumuz suçiçeği aşısı ise bizi Houston'da bulmuş ve beni korku tüneline atmıştı. Aşı karşıtlığı da malumdu. Ama bilemeyeceğimiz bir konu, Nehir'i daha iyi dinleseydi, klinik bulguları, "diyet"le geçiştirmeseydi, telefonla değil, yüzyüze görseydi, biraz daha eğilseydi üzerine, belki stage 4 değil, stage 3 olacaktık. Öte yandan bir doktorun tüm kariyerinde karşısına kaç kez çıkıyordur bu vaka.
Ben hep, NYtaki doktorlara kızdım, uzun süre...Oğuz Amca ile KAÇUV'un odasını yaptığımızda, oracıkta, nasıl Hülya Hanım'a kızdığını, tekrarlamıştı, Oğuz, gözlerini açarak. Sadece teşhis edememiş olduğu için değil, teşhisten sonra Nehir'i bir kez bile görmeye gelmemiş olduğu için, demişti.
Offf.
Geçen baharda, sözde Leyla için terapiste gidip, bir saat Nehir'i anlattığımda, bir ara psikiyatr, "Yasınızı tutmayı bitirdiniz mi?" diye sorunca, ben de sormuştum, "Yası nasıl tanımlıyorsunuz?" diye. O da, "Alacak verecek kalmaması, hesaplaşmaların bitmesi" demişti. "Nerseyse bitti" demiştim. Çünkü tam da o günlerde, Amerika'daki doktorları affetmiştim. Bilmem belki Hülya Hanım'ı da affederim. Ona hiç kafa yormadım ben. Ucu bana da dokunduğu için. Kendi tercihimle bu doktorda kalmış olduğum için, Nehir için yeni bir doktor aramamış olduğum için belki de. Kolayca ona gitmiş olduğum için. Leyla'nın gözlemini yapmamış olduğum için. Bizden sonra, bizi bilmelerine rağmen arkadaşlarım ona çocuklarını götürdüler. Ben buna şaşırmıştım. Halbuki, Leyla henüz bebekken, benim bir arkadaşımın oğlunun cilt hastalığını yanlış tedavi etmiş, ve arkadaşım ona gitmeyi bırakmıştı. Ben ders almış mıydım, hayır.
Bu anıları unutmak yaşlanmanın iyi bir yan etkisi olacak sanırım, eninde sonunda.
Nehir'im keşke bunları yaşamasaydık. Hayatın acılarla bir bütün olduğunu bu şekilde öğrenmemiş olsaydım. Derken depremin yıldönümünde okuduğum başkasına ait bir kayıp anısı, beni çok derinden etkiledi. Depremi, savaşları, dünyanın bin musibetini düşününce afallıyorum. Ama Nehir'im benim çocuğumdu. Ben de kendi kaybımın yasındayım. Hani beterin beteri var biliyorum ama herkes bir şekilde kendi yükünü taşıyor. Arda'ya bakınca ise hayata şükrediyorum, iyi de diyorum bir başka an, kafam karışıyor, nasıl bir şükretme bu...Üç çoçuğum olduğunu hayal etmeye çalışıyorum...
Karmaşıklık bitmiyor. Bu sayfaya yazmıyorum, burası kafamın tüm karmaşasını yansıtıyor, ister istemez. Günlük hayatta devam etmek daha iyi. Sizleri seviyorum.
29 Eylül'de Nehir'in Koşusu var, yine İTÜ Maslak Kampüste. Saat 10:00-12:00. Yakında tüm bilgiyi yazacağım. Yine KAÇUV yararına. Bir sabahımızı çocukluk dönemi kanserinden etkilenen çocuklarımıza ayıralım.
Leyla'mı, rutin, basketbol takımına lisansı çıksın diye bir çocuk kardiyologuna götürdüm. Uzanır uzanmaz, "Boyu nasıl, hangi pörsentil'de" diye sorunca, zaten farkındayız, "Evet, biraz küçük ama ergenliğe girmedi, benim boyumu bulmasını bekliyoruz" dedim. Bu konu artık Leyla'yı da rahatsız edecek bir noktada diye zaten sıkılıyorum, geçiştirmek istedim.
Derken muayene bitince, Leyla'ya dönüp, "Ellerini yana açar mısın" dedi, uzaktan vücuduna baktı, sırtına, ensesine... Ve hop, bilmemne sendromu olabilir mi acaba, emin olalım dedi, ve büyüme geriliği ile ilgili, el, bilek röntgeni ve pelvis ultrasonu istedi.
Kadın bilmiyor tabi....Viral hastalık peşindeyken, ultrason derken, nöroblastoma çarpmış olduğumuzu. Ama benim yüzüm döndü..."sendrom" lafı ile...Tam anlamıyla sinirim bozuldu. Leyla'ya da bir güzel belli ettim. Çıkışta, ödeme için beklerken Leyla'ya "Endişelenme" dedim, "Anne, sen endişeleniyorsun, bana niye söylüyorsun" gibi tersledi beni, haklı olarak. Biraz anlattım, bu durumdan çok, eski anıların beni üzdüğünü.
Bari battı balık yan gider, hemen aşağıya inip, el röntgenini çektirelim dedim. Beklerken, ben hala bakalım, emin olalım falan diyorum ama artık inandırıcılığım yok. Leyla, "Ağlamayacaksın, değil mi?" diyor. Hoppala. Neyse ben ağlama numaraları yaparak, onu güldürmeyi, kendim de rahatlamayı başardım. Hatta röntgeni çektirdikten sonra elime röntgeni alıp, boşlukları gösterip, "Bak boşluk var, iyi, büyümen sürecek, dert etme" bilgiçliği de yaptım.
Bugün de pelvis ultrasonu randevusu aldım, sonuçları önce Barbaros Bey'e göstereceğim, Leyla'yı bir kez götürmüş olduğum çocuk gelişimcisinden de randevu aldım. Atlamayalım.
Derken, şu sendroma baktım. Haydaa dedim. Esasen Leyla'da olacak bir görüntü yok. Ama belki seviyeleri vardır, internetteki fotograflar ileri dereceleri olabilir. Bir kromozom eksikliğine bağlı, kızlarda görülen, bir büyüme geriliği. Neyse, benim ergenliğe geç girmiş olmam, Leyla nı vücudunun babaannesine ve babasına benziyor oluşu, onların üremiş olduklarına dayanarak, hala daha Leyla'nın kendi genetik mirası çerçevesindeki büyümesini tamamlayacağına inanıyorum. Bunu da üç doktordan işittim zaten. İki çocuk doktoru ve bir çocuk gelişimcisi...
Ah ama, şu doktor travmaları, ne olur eksik kalsın hayatımda.
Çocuk gelişimcisinin telefonunu ararken, karşıma küt diye Nehir'i teşhis etmemiş olan doktorun adı da çıkmaz mı.
Doktorluğu geçen yıl, ya da bir buçuk yıl önce bıraktığını duymuştum zaten. Tuhaf biçimde, iki kez de karşılaştık biz Amerika'dan döndükten sonra ve ikisinde de bizi görmedi. Her seferinde acaba konuşsam mı desem de, yapamadım. O da bir şekilde etrafıyla ilgisizdi. Leyla ile dün, doktorlar, süpheler, eski günler derken, Leyla yine sormuştu o doktoru. Leyla'nın bebeklikten itibaren doktoru olmuştu, zaten Nehir'i de o nedenle, sorgulamadan ona götürmüştüm. Leyla, "Sizinle odasında, uzun uzun konuşurdu, sonra şöyle şöyle yapar (göğsünü dinleme hareketi), bırakırdı" diye özetledi.
Hülya Hanım'ın adını yazmamıştım buraya, bir şekilde bizim vaka ile kadını yargılamak bana iyi gelmedi. Ama tıbbı bırakmış olduğu için, artık dert etmiyorum. Kendisi ile ilgili Mahmut'un söylemiş olduğu, maalesef benim katıldığım ama ah ama ah daha önce anlamadığım, teşhis de şu. Yıllar içinde, internette okumuş olduğum "röportaj" yapanın deyimiyle hakkında efsaneler var imiş, sağlıklı çocuk görmekten, ve ona giden aileleri "wholistic" yaşama adapte etme arzusu, doğal hayata döndürmeyi amaçlaması nedeniyle, bir yandan anti-corporist" diyeceğim, bizce esas doktorluğunda gerileme olmuş, "agility" (Mahmut'un deyimi) i yitirmiş, diye düşündük. Ama TR'de, okumuş, orta-üst gelir seviyesi, ve "ilaç" istemeyen kesiminde elindeki tek tük doktordan biri olunca, şanı yürümüş biri bence. Sayesinde ertlemiş olduğumuz suçiçeği aşısı ise bizi Houston'da bulmuş ve beni korku tüneline atmıştı. Aşı karşıtlığı da malumdu. Ama bilemeyeceğimiz bir konu, Nehir'i daha iyi dinleseydi, klinik bulguları, "diyet"le geçiştirmeseydi, telefonla değil, yüzyüze görseydi, biraz daha eğilseydi üzerine, belki stage 4 değil, stage 3 olacaktık. Öte yandan bir doktorun tüm kariyerinde karşısına kaç kez çıkıyordur bu vaka.
Ben hep, NYtaki doktorlara kızdım, uzun süre...Oğuz Amca ile KAÇUV'un odasını yaptığımızda, oracıkta, nasıl Hülya Hanım'a kızdığını, tekrarlamıştı, Oğuz, gözlerini açarak. Sadece teşhis edememiş olduğu için değil, teşhisten sonra Nehir'i bir kez bile görmeye gelmemiş olduğu için, demişti.
Offf.
Geçen baharda, sözde Leyla için terapiste gidip, bir saat Nehir'i anlattığımda, bir ara psikiyatr, "Yasınızı tutmayı bitirdiniz mi?" diye sorunca, ben de sormuştum, "Yası nasıl tanımlıyorsunuz?" diye. O da, "Alacak verecek kalmaması, hesaplaşmaların bitmesi" demişti. "Nerseyse bitti" demiştim. Çünkü tam da o günlerde, Amerika'daki doktorları affetmiştim. Bilmem belki Hülya Hanım'ı da affederim. Ona hiç kafa yormadım ben. Ucu bana da dokunduğu için. Kendi tercihimle bu doktorda kalmış olduğum için, Nehir için yeni bir doktor aramamış olduğum için belki de. Kolayca ona gitmiş olduğum için. Leyla'nın gözlemini yapmamış olduğum için. Bizden sonra, bizi bilmelerine rağmen arkadaşlarım ona çocuklarını götürdüler. Ben buna şaşırmıştım. Halbuki, Leyla henüz bebekken, benim bir arkadaşımın oğlunun cilt hastalığını yanlış tedavi etmiş, ve arkadaşım ona gitmeyi bırakmıştı. Ben ders almış mıydım, hayır.
Bu anıları unutmak yaşlanmanın iyi bir yan etkisi olacak sanırım, eninde sonunda.
Nehir'im keşke bunları yaşamasaydık. Hayatın acılarla bir bütün olduğunu bu şekilde öğrenmemiş olsaydım. Derken depremin yıldönümünde okuduğum başkasına ait bir kayıp anısı, beni çok derinden etkiledi. Depremi, savaşları, dünyanın bin musibetini düşününce afallıyorum. Ama Nehir'im benim çocuğumdu. Ben de kendi kaybımın yasındayım. Hani beterin beteri var biliyorum ama herkes bir şekilde kendi yükünü taşıyor. Arda'ya bakınca ise hayata şükrediyorum, iyi de diyorum bir başka an, kafam karışıyor, nasıl bir şükretme bu...Üç çoçuğum olduğunu hayal etmeye çalışıyorum...
Karmaşıklık bitmiyor. Bu sayfaya yazmıyorum, burası kafamın tüm karmaşasını yansıtıyor, ister istemez. Günlük hayatta devam etmek daha iyi. Sizleri seviyorum.
29 Eylül'de Nehir'in Koşusu var, yine İTÜ Maslak Kampüste. Saat 10:00-12:00. Yakında tüm bilgiyi yazacağım. Yine KAÇUV yararına. Bir sabahımızı çocukluk dönemi kanserinden etkilenen çocuklarımıza ayıralım.
Monday, March 11, 2013
Nehir'im 6 yaşında olmalıydı, olacaktı, olsaydı
Yarın 12 Mart.
Mart gelince biraz gerilmiştim zaten.
Aslında Arda ile zaman çok hızlı akıyor ve ne hissettiğimi bilmeden geçiyor günler.
Feride ile sohbet ederken ona dedimki, "Biliyor musun, acısı hafifliyor gerçekten ve bu çok acı, bazen suçluluk duyuyorum". Houston'tan döndüğümüzde, sevgili terapistime gitmiştim ve demiştim ki, "Nehir'i kaybersek, bununla yaşayabileceğimi biliyorum ve bu beni acıtıyor"... O zaman ağlamıştım, bu duygu zor gelmişti.
Feride ile sohbetten iki gün sonra mezarlığa gittim. Bir türlü yapamamıştım, mezarın tamamına çiçek diktirmek isitiyordum. Zincirlikuyu'nun girişinde Belediye nin çiçek satış yeri var. Gittim. Mevsim ara bir mevsim, ya çuha, ya menekşe, ama her ikisi de kısa ömürlü. Olsun dedim, kızımın doğumgünü geliyor, onun seveceği bir hal alsın istiyorum artık mezarı.
Tabi, pembe istiyorum. Elimizde çok az pembe var demezler mi. Kalbime ağrı girdi. Derken oradaki Adem Bey ile, çuhaların arasından önce iyi durumdaki tüm pembeleri, sonra da sıklamen, koyu pembe, bordo gibi renkteki tüm çuhaları topladık. Bir saat sürdü. Sanki bahçemize alıyormuş gibi, çok doğallıkla, ama çok daha titizlikle seçim yaptım.
Arada başkaları geldi, yaşlı bir Teyze örneğin. Elini benim pembelere attı ki, "Onlar benim" diye korumaya aldım seçmiş olduklarımı. Evinize mi alıyorsunuz dedi, hayır dedim, mezar için. Baktı bana, ne çok aldım diye sanırım.
Hemen diker misiniz dedim, tamam dediler. Ödeme yaparken, oranın yöneticisi kadın, çok oldu mu kızınızı kaybedeli der demez, başladı gözyaşlarım. Bir anda yaptığım işin anlamsızlığını kavradım, ne kadar olmaması gereken bir işe uğraştığımı.
Feride ile konuşmamız geldi aklıma...Hani hafiflemişti...
Sanıyorum bu karmaşık duygularla yaşamayı öğreneceğim. Arda ile yaşadığım mutluluk, Nehir'e duyduğum özlem, Leyla'ya olan sevgim... Bu eşanlılık. Sevinç, hüzün hep birarada. Bir an gülerken, bir an ağlamak.
Arda ile çıktığımızda, "Bu ilk mi?" veya "Bu kaçıncı?" diye sorduklarında, durakalıyorum. Aslında İngilizce'de "I have three, one in heaven" gibi daha kolay bir cümle var, Türkçe basit bir şey bulamadım. Bir de hep o bakışlar. Üçüncü desem, söylesem, bir bakış... Ama demezsem, Nehir'e ihanet ediyormuşum hissi.
İşte böyle geçerken günler, Nehir'imin yarın doğumgünü. 6 yaşında olmalıydı. Nasıl olacaktı ki acaba? Bunu bilmemek belki de en koyanı. Hep 3 yaşı ile anımsamak, zor.
Çiçeklerini dikmiş olmak, yine de iyi hissettirdi bana kendimi. Yarın Leyla ile gideceğiz onu ziyarete. Sonra da akşam Nehir'in sevdiği yemekleri yapacağız: Sütlaç, pilav, köfte. Bakalım belki blueberry de bulurum.
Nehir'im, tatlı kızım, keşke bizimle olsaydın.
Mart gelince biraz gerilmiştim zaten.
Aslında Arda ile zaman çok hızlı akıyor ve ne hissettiğimi bilmeden geçiyor günler.
Feride ile sohbet ederken ona dedimki, "Biliyor musun, acısı hafifliyor gerçekten ve bu çok acı, bazen suçluluk duyuyorum". Houston'tan döndüğümüzde, sevgili terapistime gitmiştim ve demiştim ki, "Nehir'i kaybersek, bununla yaşayabileceğimi biliyorum ve bu beni acıtıyor"... O zaman ağlamıştım, bu duygu zor gelmişti.
Feride ile sohbetten iki gün sonra mezarlığa gittim. Bir türlü yapamamıştım, mezarın tamamına çiçek diktirmek isitiyordum. Zincirlikuyu'nun girişinde Belediye nin çiçek satış yeri var. Gittim. Mevsim ara bir mevsim, ya çuha, ya menekşe, ama her ikisi de kısa ömürlü. Olsun dedim, kızımın doğumgünü geliyor, onun seveceği bir hal alsın istiyorum artık mezarı.
Tabi, pembe istiyorum. Elimizde çok az pembe var demezler mi. Kalbime ağrı girdi. Derken oradaki Adem Bey ile, çuhaların arasından önce iyi durumdaki tüm pembeleri, sonra da sıklamen, koyu pembe, bordo gibi renkteki tüm çuhaları topladık. Bir saat sürdü. Sanki bahçemize alıyormuş gibi, çok doğallıkla, ama çok daha titizlikle seçim yaptım.
Arada başkaları geldi, yaşlı bir Teyze örneğin. Elini benim pembelere attı ki, "Onlar benim" diye korumaya aldım seçmiş olduklarımı. Evinize mi alıyorsunuz dedi, hayır dedim, mezar için. Baktı bana, ne çok aldım diye sanırım.
Hemen diker misiniz dedim, tamam dediler. Ödeme yaparken, oranın yöneticisi kadın, çok oldu mu kızınızı kaybedeli der demez, başladı gözyaşlarım. Bir anda yaptığım işin anlamsızlığını kavradım, ne kadar olmaması gereken bir işe uğraştığımı.
Feride ile konuşmamız geldi aklıma...Hani hafiflemişti...
Sanıyorum bu karmaşık duygularla yaşamayı öğreneceğim. Arda ile yaşadığım mutluluk, Nehir'e duyduğum özlem, Leyla'ya olan sevgim... Bu eşanlılık. Sevinç, hüzün hep birarada. Bir an gülerken, bir an ağlamak.
Arda ile çıktığımızda, "Bu ilk mi?" veya "Bu kaçıncı?" diye sorduklarında, durakalıyorum. Aslında İngilizce'de "I have three, one in heaven" gibi daha kolay bir cümle var, Türkçe basit bir şey bulamadım. Bir de hep o bakışlar. Üçüncü desem, söylesem, bir bakış... Ama demezsem, Nehir'e ihanet ediyormuşum hissi.
İşte böyle geçerken günler, Nehir'imin yarın doğumgünü. 6 yaşında olmalıydı. Nasıl olacaktı ki acaba? Bunu bilmemek belki de en koyanı. Hep 3 yaşı ile anımsamak, zor.
Çiçeklerini dikmiş olmak, yine de iyi hissettirdi bana kendimi. Yarın Leyla ile gideceğiz onu ziyarete. Sonra da akşam Nehir'in sevdiği yemekleri yapacağız: Sütlaç, pilav, köfte. Bakalım belki blueberry de bulurum.
Nehir'im, tatlı kızım, keşke bizimle olsaydın.
Monday, February 4, 2013
Dünyadan bir melek kadin uctu...
Buraya yazmis miydim...
Nehir New York ta kotuye gitmeye baslayip da hastanede iken aramisti Yaprak. "Ben Gozdem ile Hande'nin arkadasi Yaprak, New York tayim size geleyim moral vereyim" demisti. Bunu diyen, bacagi nuksetmis kanseri nedeniyle ampute olacak bir kadindi benim icin. "Bize moral vermek mi, ben ona vereyim" demistim icimden.
Sonra hastane odasinin kapisi acildi, Yaprak girdi iceriye. Saclar kisacik. Yas zaten genc, ama karsimda iyice genc bir kadin. Gozler piril, piril. Ertesi gün bacagi ampute olacak sanki baskasi. Boylesi onemli bir gunun arifesinde, onca duygusunun, isinin gücünün arasında bize ugramisti. Daha ne olsun. Oracikta cok sevdim Yaprak'i ben. Bu ne müthiş enerji, bu nasıl bir pozitiflik, dedim.
Sonra, Nehir hastanede iken, bu kez ben onu ziyaret ettim, ameliyatı sonrası. Ve bu kez Semra Teyze'yi tanıdım, annesini Yaprak'ın. Ve bu pozitifligin arkasındaki gücü gördüm. O nasıl annelik, o nasıl bir destek.
İşte böyle başladı dostluğumuz. Yaprak kimi zaman Nehir oldu, Semra Teyze ben, kimi zaman ben Yaprak ın kızı oldum, Yaprak sanki ebeveyn...Karmakarışık, çok şey ifade etti bana hep. Ama 10 gün öncesine kadar bir şikayet duymadım Yaprak'tan. Direndi, direndi, direndi. Gık etmeden, sızlanmadan, isyan etmeden. En son mailde, "Bu da benim olayımmış" diye yazınca ben isyan ettim, ama o etmedi.
Yorulmuştu artık bedeni. Kızı içindi sanki esas çaba. Umarım Zeyno annesinin onu ne kadar sevdiğini, onunla biraz daha zaman geçirmek için ne kadar direndiğini bir gün anlar.
Huzur içinde ol Yaprak'ım.
Nehir New York ta kotuye gitmeye baslayip da hastanede iken aramisti Yaprak. "Ben Gozdem ile Hande'nin arkadasi Yaprak, New York tayim size geleyim moral vereyim" demisti. Bunu diyen, bacagi nuksetmis kanseri nedeniyle ampute olacak bir kadindi benim icin. "Bize moral vermek mi, ben ona vereyim" demistim icimden.
Sonra hastane odasinin kapisi acildi, Yaprak girdi iceriye. Saclar kisacik. Yas zaten genc, ama karsimda iyice genc bir kadin. Gozler piril, piril. Ertesi gün bacagi ampute olacak sanki baskasi. Boylesi onemli bir gunun arifesinde, onca duygusunun, isinin gücünün arasında bize ugramisti. Daha ne olsun. Oracikta cok sevdim Yaprak'i ben. Bu ne müthiş enerji, bu nasıl bir pozitiflik, dedim.
Sonra, Nehir hastanede iken, bu kez ben onu ziyaret ettim, ameliyatı sonrası. Ve bu kez Semra Teyze'yi tanıdım, annesini Yaprak'ın. Ve bu pozitifligin arkasındaki gücü gördüm. O nasıl annelik, o nasıl bir destek.
İşte böyle başladı dostluğumuz. Yaprak kimi zaman Nehir oldu, Semra Teyze ben, kimi zaman ben Yaprak ın kızı oldum, Yaprak sanki ebeveyn...Karmakarışık, çok şey ifade etti bana hep. Ama 10 gün öncesine kadar bir şikayet duymadım Yaprak'tan. Direndi, direndi, direndi. Gık etmeden, sızlanmadan, isyan etmeden. En son mailde, "Bu da benim olayımmış" diye yazınca ben isyan ettim, ama o etmedi.
Yorulmuştu artık bedeni. Kızı içindi sanki esas çaba. Umarım Zeyno annesinin onu ne kadar sevdiğini, onunla biraz daha zaman geçirmek için ne kadar direndiğini bir gün anlar.
Huzur içinde ol Yaprak'ım.
Sunday, September 30, 2012
Ardindan Gelen Mutevazi Mutluluk
18 Eylul'de oglumuz Arda dunyaya geldi. Hosgeldi! Leyla ve Nehir'in kucuk erkek kardesi, tipki onlar gibi kara sacli, kara gozlu Arda'miz. Cok da yumusak ve iyi huylu basladi, babayla benim yasimizi dikkate alarak, "Dusundugunuz kadar yorucu degilim ben" dercesine.
Gercekten de yazmaya cekiniyorum, hem baba, hem ben biraz cekingen, biraz tedirgin, kisacasi mutevazi bir mutluluk icerisindeyiz. Aman nazar degmesin diyoruz.
Sevgili Hayat,
Biraz bizi rahat birak!
Komik Not: Kamuoyuna duyurulur. Internetten aldigim bebek arabasi, "Persian red" iken, ve bilgisayarda kirmizi iken, eve geldi ki, Iran kirmizisi, bizim cingene pembesi (fusya-neon pembe) imis!!! Daha da dogrusu, gece, los isikta kirmizi, gunese ciktikca rengi bildigimiz pembe, matrak bir ton. Vallahi Nehir boylece kendi en sevdigi renkten bebek arabasini kardesine gondermenin bir yolunu buldu, diye dusundum ben ve gulumsedim. Buyuk abla ise, ben harcligimdan biriktirip Arda'ya mavi bebek arabasi alacagim der. Iki abla atisirlar boylece... Biz baba ile, bu konuda "cool" olmaya ve bebek arabasini kullanmaya karar verdik bile. Belki uzerine, "My other stroller is blue" (Diger arabam mavi) diye bir cikartma asariz!
Gercekten de yazmaya cekiniyorum, hem baba, hem ben biraz cekingen, biraz tedirgin, kisacasi mutevazi bir mutluluk icerisindeyiz. Aman nazar degmesin diyoruz.
Sevgili Hayat,
Biraz bizi rahat birak!
Komik Not: Kamuoyuna duyurulur. Internetten aldigim bebek arabasi, "Persian red" iken, ve bilgisayarda kirmizi iken, eve geldi ki, Iran kirmizisi, bizim cingene pembesi (fusya-neon pembe) imis!!! Daha da dogrusu, gece, los isikta kirmizi, gunese ciktikca rengi bildigimiz pembe, matrak bir ton. Vallahi Nehir boylece kendi en sevdigi renkten bebek arabasini kardesine gondermenin bir yolunu buldu, diye dusundum ben ve gulumsedim. Buyuk abla ise, ben harcligimdan biriktirip Arda'ya mavi bebek arabasi alacagim der. Iki abla atisirlar boylece... Biz baba ile, bu konuda "cool" olmaya ve bebek arabasini kullanmaya karar verdik bile. Belki uzerine, "My other stroller is blue" (Diger arabam mavi) diye bir cikartma asariz!
Subscribe to:
Posts (Atom)